Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (II)

3-KUR’AN IŞIĞININ ÜÇÜNCÜ MU’CİZELİK KAYNAĞI: KUR’AN’IN CÂMİ’İYYETİ VE KÂİNATIN KATALOĞU OLUŞU

Bir kitap, ancak bir iki fende ana kaynak olabilir. Daha fazlasına giremez. Aksi takdirde müellifinin uzmanlık alanı dışındaki ilimlerde sathîlik ortaya çıkar. Hâlbuki Kur’an’ın beş noktadan öyle bir câmiiyyeti yani toplayıcılığı ve kapsamı vardır ki, bütün kâinâtı yaratan Allah’dan başkasının kelâmı olması mümkün değildir. Şöyle ki;

Kur’an’ın lafzında câmi’iyyet vardır; yani Kur’an’ın lafızları öyle dizilmiş ki, her bir kelâmın, hatta her bir kelimenin ve hatta her bir harfin çok manaları bulunmaktadır ve her muhataba ayrı ayrı bir kapıdan dersini ve hissesini verir.

Kur’an’ın manasında câmiiyyet vardır; yani Kur’an bütün müçtehitlerin kaynaklarını, bütün âriflerin manevî zevklerini, bütün Allah’a kavuşan evliyanın meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini ve bütün araştırmacıların fikir ekollerini, mana hazinesinden desteklemekle beraber, hepsinin de rehberi ve üstadı olmuştur. İbn-i Sina, kendisinin hayatına dil uzatanlara, haftada bir defa Kur’an’ı hatmettiğini söyleyerek kaynağının Kur’an olduğunu açıkladığı ve Fahreddin-i Râzi 30 ciltlik tefsirini ve çok değişik ilimlere dair 400’ün üzerinde eserini yazarken Kur’an’dan yararlandığını itiraf eylediği gibi, bu zata benzer tarzda Muhyiddin-i Arabî gibi farklı kulvarda koşan âlimler de, tek kaynaklarının Kur’an olduğunu beyân eylemektedirler. Meslekleri ve meşrebleri birbirinden farklı olan bu kadar âlim ve manevîyât erenine üstadlık etmek ancak Allah kelâmına ait bir vasıftır.

Kur’an’ın kaynaklık ettiği ilimlerde de câmiiyyeti vardır. Gerçekten Kur’an İslam hukukunun temel kaynaklarından birincisini teşkil ettiği gibi; kâinatla ilgili fizik, kimya ve matematik tarzı ilimlerin de kaynağı ve mürşidi olmuştur. İlâhî ilimler dediğimiz ve felsefenin cevap vermeye çalıştığı inanca ve ahlaka ait ilimlerin üstadı Kur’an olduğu gibi, tasavvuf ilminin de kaynağı Kur’an olmuştur. Kısaca Kur’an, âlem-i vücub dediğimiz Allah’ın Zat, sıfat ve isimleriyle alakalı ilimlerde; âlem-i imkân dediğimiz evrenle ilgili ilimlerde ve nihayet âhiret âlemi hususundaki ilimlerde, bütün insanlığa rehber olmuştur. Hukuk tarihî Devletler umumî hukukunun temellerinin, sadece ve sadece XVII. yüzyılda Avrupalı hukukçu H. Grotious tarafından atıldığını kayd ederken, Kur’an’ı kendisine kaynak kabul eden İmam Muhammed bin Hasan eş-Şeybânî, VIII. asırda İslam Devlet Hukuku kitabını kaleme almıştır. Otomotik makinalar XX. yüzyılın yüzünün akı olarak gündeme gelmişken, Kur’anı kendisine üstad kabul eden Ebül-İzz, XIII. asırda 60’dan fazla otomotik makinanın planlarını çizmiştir. Galile, dünya dönüyor dediği için idama mahkûm edilirken, İslam âlemi Kur’an’ın talebeleri olan İmam Şafi’î’nin El-Ümm adlı eserinden ve Fahreddin-i Râzi’nin Et-Tefsir’ül-Kebir’inden dünyanın yuvarlak haritalarını çizmeye başlamışlardır.

Günümüz ilimlerinden bir misal verecek olursak, Kaptan Cousteau’nun Müslüman olmasına vesile olduğu belirtilen şu misali vermemiz gerekecektir. Kur’an’ın ‘İki denizi salıvermiş, birbirlerine kavuşuyorlar. Fakat birbirine karışmaya engel olan ilahi bir perde var’ mealindeki Rahman suresinin 19-20. ayetleriyle ve de ‘O Allah’dır ki, iki denizi salıverdi. Şu birisi tatlı ve susuzluğu giderir; bu ise tuzlu ve acıdır. Aralarında da kudretinden bir engel ve birbirlerine karışmayı önleyici bir perde koymuştur.’ mealindeki Furkan Sûresinin 53. ayetiyle ifade edilen bilimsel gerçek yeni yeni ortaya çıkarılabilmiştir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var ve kendine has canlıları barındırıyor. Atlas Okyanusu ise tamamen farklı özelliklere sahip. Ancak bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli var. Hatta denize hızla dökülen büyük nehirlerin suları, birleşme noktasında deniz suyuna karışmamaktadırlar. Bu karışmaya mani olan kanun, ancak çağımızda tesbit edilebilmiştir.

Kur’an’ın dünya ve âhiret hayatını düzenlemek üzere vaz’ ettiği hükümlerde câmi’iyyet vardır; yani Kur’an’ın hükümleri ile İslam Hukuku denilen öyle bir hukuk ve ahlak nizâmı ortaya çıkmıştır ki, insana ait her hali kurala bağlamış ve her hükmünde de insanlık için hep yarar olduğu görülmüştür. Hukuk dalından olan misale gelince, önemle arz edelim ki, günümüzde bilinenin ve bize okullarda öğretilenin tersine, insana ve onun hak ve hürriyetlerine olan saygının tarihî gelişimi açısından, Batı ile Doğu ve daha doğrusu İslâm Hukuku ile diğer beşerin irâdesinin mahsûlü olan hukuk sistemlerinin durumu, %100’e varan nisbette birbirinden farklıdır. Kamu hukuku kitaplarında anlatılan ve öğretilen, insanların hak ve hürriyetlerine ait gelişmeler ve hatta biraz sonra kısaca bahsettiğimiz 1215 tarihli İngiliz Magna Carta’sı ile Fransız 1789 tarihli inkılâbının bu açıdan arz ettiği önem, sadece İslâmiyet dışındaki ve daha doğrusu İslam ülkeleri dışındaki devletler açısından doğrudur. Zira İslâm Hukukunda Batı’da çok zor şartlar altında elde edilen insana ait hak ve hürriyetler, uygulamadaki suiistimaller ve yanlış uygulamalar dışında, başından beri İslâm Hukukunda mevcuttur. Zira İslam âleminde, Hz. Peygamber devrinde yani miladî VII. asırda hazırlanan Medine Anayasası diyebileceğimiz Sahife adlı metin, ilk hak ve hürriyetler beyânnâmesi olarak vasıflandırabileceğimiz Veda‘ Hutbesi ve Kur‘an ile hadislerdeki insana ait hak ve hürriyetlerle alakalı beyânlar, günümüzdeki anlamıyla birçok hak ve hürriyetleri tesbit ve tayin etmiştir.

Şu hakikatı da belirtmeden geçemeyeceğiz: İslâmiyet’te insana Allah’ın mahlûku muhterem ve aziz bir varlık olarak bakılır. Yunus’un “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü” şeklindeki esprisi, özellikle yükselme devirlerinde çok açık bir şekilde İslâm Hukukuna hâkim olan espridir. İsterseniz insana ve onun haklarına saygıyı muvakkaten bir tarafa bırakarak, hayvanlara bile ne derece saygı gösterildiğini, bir belge ile sizlere takdim edelim; daha sonra insana ve hukuka saygı üzerinde duralım:

Evvelâ hatırlatalım: Batı dünyasında hayvan hakları kavramı 19. asrın son çeyreğinde gündeme gelmişken ve Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisini 1948’de kabul etmişken, aynı esaslar ve hatta daha ilerideki bazı kâideler, Osmanlı Kanunnâmelerinde ilk dönemlerden beri yer almış bulunmaktadır. Misal olsun diye II. Bâyezid devrinde hazırlanan 1502 tarihli İstanbul Belediye Kanunnamesindeki şu hükmü beraber mütala‘a edelim:

“Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”

“Fil-cümle bu zikrolunanlardan gayrı her ne kim Allah u Te‘âla yaratmıştır, hepsinin hukukunu muhtesip görüp gözetse gerektir, şer‘î hükmi vardır.” .

Hayvanların ve hatta karıncanın hukukuna bile tecâvüzü yasaklayan bir inanca sahip olan bir hukuk sisteminin, suiistimallerin dışında insanların hak ve hürriyetlerine saygı göstermemesi mümkün değildir.

Kur’an’ın ihtiva ettiği konular ve maksatlarındaki câmiiyyettir. Yani Kur’an, sadece bir fizik, kimya veya coğrafya kitabı değildir. Belki insan ve onun görevleri, Kâinâtı yaratan Allah’ın tasarrufları, yer ve gökler, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebed, ilk yaratılıştan kabre girmeye; yeme içme adabından kaza ve kader konularına kadar her şey Kur’an’ın konuları arasında yer almaktadır. En önemlisi de, Kur’an bu mevzuları anlatırken aralarındaki müvazeneyi bozmamıştır.

4- KUR’AN IŞIĞININ DÖRDÜNCÜ MU’CİZELİK KAYNAĞI: TE’SİS ETTİĞİ İSLAMİYET MEDENİYETİDİR

A) Kur’an’ın ihtiva ettiği ve beşeriyete hediye eylediği İslamiyet dinidir ki, benzerine ne geçmiş ve ne de gelecek muktedir değildir. Kur’an’ın getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamının dünyada misli görülmemiştir. Zira bu medeniyet, Arap Yarımadasında yaşayan vahşi, âdetlerine mutaassıp ve de inatçı bir kavmi, hem içinde bulundukları kötü ve vahşiyane ahlâklarından kısa zaman içerisinde kurtarmış ve hem de bütün güzel ahlâk ile teçhiz edip dünyaya muallim ve medenî milletlere üstad eylemiştir. Kısa zaman içinde kalplerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin mürebbisi ve gönüllerin sultanı olmuştur. Bu hükmümüzün en canlı şahidi, İslâm’dan evveI Ömer ve İslâm’dan sonra Ömer’dir.
Bir başka yaşanmış misali ise, beraber dinleyelim: Hz. Ömer devrinde Sa’d bin Ebi Vakkas Irak cephesi kumandanıdır.

Müslümanların önlerindeki bütün maniler bertaraf olmuş ve sıra Sasani İmparatorluğuna son vermeye gelmiştir. Hz. Sa’d, son darbeden önce, Sasani İmparatoru Yezdgürd’e Nu’man isimli bir sahabenin başkanlığında mürahhas bir hey’et göndermiştir. Sasani devletinin başşehri olan Medâyin’e İslâm heyeti gelince, atları eğersiz ve belleri silahsız olan bu insanların fakir oldukları yüzlerinden okunuyordu. Kisra, sarayını en güzel tarzda tefriş etmiş ve huzuruna kabul ettiği Müslüman elçilere ne için geldiklerini sormuştur. Heyet başkanı Nu’man, önce İslâm’ı anlatmış ve sonra da şu veciz ifadeyle maksatlarını açıklamıştır:

“İki teklif ile gelmiş bulunuyoruz; ya cizyeyi vermek yahut harbetmek.”

Bu cevaba çok sinirlenen Kisra, karşısındakileri hakir görerek hakaret etmeye başlamıştır. Bütün milletlerin en sefili ve en fakiri olduğunuzu unutuyor musunuz? Siz değil miydiniz, yemek yediğinde ağzını, bevlettiğinizde bilmem neresini aynı eteği ile silen Araplar? Siz değil miydiniz birbirinize düşüp de size komşu olan valilerimi gönderip yola gelmeniz için emir verdiğim eşkıyalar?

Bu hakaretleri gayet sükûnet ve vakarla dinleyen Müslümanlar adına Hz. Muğîre şu cevabı vermişti:

“Bu zatların hepsi Arap kabile reisleridir. Onların tahammülkâr asâletleri dolayısıyla söz söylemeye ihtiyaç görmüyorum. Fakat söylenmesi icab ettiği halde henüz söylenmeyen bazı sözler var ki, ben bunları ifade etmeye çalışacağım. Bizim eskiden fakir ve rezil bir hayat yaşadığımız ve yanlış yol takip ettiğimiz doğrudur. Biz hep birbirimizi yerdik, bu da doğrudur. Kızlarımızı diri diri gömerdik, bu da doğrudur. Ancak Allah bize, en asil ailemizden bir peygamber gönderdi ve o da bize Kur’an’ı öğretti. Önce onu da reddettik, isyan ettik. Ne zamanki onun hidayetine sarıldık, işte bu hale geldik. Peygamberimiz ne derse Allah’ın irâdesiyle söyler ve ne yaparsa O’nun emriyle yapar. Kısaca peygamberimiz bize bu dini bütün dünyaya tanıtmamızı emretti. Bu dini kabul edenlere kardeş muâmelesi yapmamızı buyurdu. Dinimizi kabul etmeyip cizye verenlere ehl-i zimmet nazarıyla bakmamızı emretti. Bu iki teklifden birini kabul etmeyenlerle aramızda ise hüküm, kılıçdır” .

Şimdi düşünelim; sigara gibi küçük bir âdeti küçük bir cemiyette büyük bir hâkim hem de büyük bir himmetle ancak devamlı kaldırabilir. Hâlbuki Kur’an, getirdiği ahlâk ve medeniyet nizamı ile inatçı ve mutaassıp büyük milletlerden, görünüşte küçük bir kuvvet ve az bir himmetle, az bir zamanda, bütün kötü ahlâkı kaldırmış ve yerine en güzel ahlâkı dem ve damarlarına kadar yerleştirmiştir. Şu asr-ı saadeti görmeyenlerin Arap yarımadasını gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzlerce filozof ve pedagoglarını alıp oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar. O zatın, o zamana nisbetle bir senede yaptığının yüzde birisini acaba yapabilirler mi?

B) Kur’an’ın hükümleri ve medeniyeti, insana ait medeniyetlerle mukayese edilemez. Meselâ, şahıslar ve cemaatler karşı çıkmaktan âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün insanoğlunun ve belki cinnîlerin de fikirlerinin neticesi olan mevcut medeniyet, Kur’ân’a karşı mu‘âraza vaziyetini almıştır; Kur’ân’ın mu’cizeliğine karşı, sihirleriyle karşı çıkıyorlar. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, Kur’ân’ın mu‘cize olduğunu, “Ey Muhammed söyle! Eğer bütün insanlar ve cinler, Kur’anın bir benzerini getirmek üzere ittifak etseler…” mealindeki âyetin dâvâsını ispat etmek için bazı medeniyet düsturlarıyla Kur’an’ın hükümlerini mukayese edeceğiz:

Kur’ân’ın düsturları ve kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm olacak cinsden hükümler değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.
Meselâ, medeniyetin bütün hayır cemiyetleriyle, hukukî düzenlemeleri ve aldıkları emniyet tedbirleriyle, bütün ahlâkî terbiye yuvalarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı karşı gelemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ, Kur’an’ın şu iki düsturunu ele alalım: “Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin.” ve “Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kıldı.”

Şunu unutmayalım ki, bütün insanlık tarihindeki ihtilâllerin ve karışıklıkların madeni bir kelime olduğu gibi, bütün kötü ahlâkın menbaı dahi bir kelimedir.

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Toplum hayatının hayatı, karşılıklı yardımlaşmadan doğar. İnsanların her sahada ilerlemelerine engel olan isyanlardan, ihtilâllerden ve anlaşmazlıklardan meydana gelen felâketlerin ilacı karşılıklı yardımlaşmadır. Zira insanlar gerek fikrî kapasite açısından ve gerek bedenî ve malî güç açısından birbirinden farklı yaratılmışlardır. Kuvvetlileri de vardır, zayıfları da vardır. Toplum hayatının hayatını koruyan intizam ve asâyişin en büyük şartı ise, insanların bu iki tabakası arasında boşluk kalmaması ve sosyal dengenin korunmasıdır. Bu tabakaların birbirinden uzaklaşmaması ve kopmaması gerekir. Tabakalar arasında yakınlaşmayı temin eden en önemli faktör, karşılıklı yardımlaşmadır. Zayıflarda daima bir sığınma hissi mevcuttur. Kuvvetlilerde de sahip çıkma ve himaye etme duygusu görülür. Bu hisler insanları toplum halinde yaşamaya sevk eder. Bu yüzden zayıflardan kuvvetlilere hürmet, itaat ve sevgi yelleri eser. Kuvvetlilerden zayıflara ise iyilik ve merhamet esintileri gider. Aksi takdirde zayıflardan ihtilâl sadâları, kıskançlık bağırtıları, kin ve nefret vâveylaları yükselir. Diğerlerinden ise zulüm ateşleri, tahakkümler ve şimşek gibi hakaretler yağar. Kısaca, karşılıklı yardımlaşma medenî olmanın birinci şartıdır. Karşılıklı yardımlaşmanın iki şeklinden birisi de, karşılık beklemeden yapılanıdır. Bunun da en güzeli sadakadır, vakıfdır ve zekâttır. Bu sebeple Hz. Peygamber “Zekât İslâmın köprüsüdür” buyurmuş ve açıklamaya çalıştığımız gerçeği ifade etmek istemiştir .
Evet, inkâr edemezsiniz ki, insanoğlunun toplum hayatında, havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, aralarında kurulacak denge ile rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avâmı kine, hasede, zenginlere karşı gelmeye sevk edip insanlığın rahatını birkaç asırdır ortadan kaldırdığı gibi, şu asırda emeğin, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan dünyadaki işçi-işveren anlaşmazlıkları ve komünizm meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün hayır cemiyetleri ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şiddetli inzibat ve hukukî düzenlemeleriyle insan-oğlunun o iki tabakasını musalâha edemediği gibi insanlığın hayatını tehlikeye sokan iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât=zekâtın farz kılınması” ile kökünden söker, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i ribâ=faizin haram kılınması” ile kal’ edip tedavi eder. Evet, Kur’ân âlem kapısında durup ribâya “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için ribâ kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, emrini dinleyenlere “Girmeyiniz” diye emreder.
Bütün yardımlaşma ve yardım çeşitlerini hâvi olan zekât hakkında, sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan nakledilen önemli bir hadis-i şerif vardır. Manası şöyledir: “Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır.” İnsanların toplum hayatında intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır .

Netice olarak, meseleyi bir bütün olarak ele almadan peşin hükümler vermek ilmî olamaz. Eğer siz sadece gözü esas alarak bir ceylan yavrusunu, sırf gözünün güzelliğinden dolayı kendi yavrunuza tercih ederseniz, büyük hata işlemiş olursunuz. Zira bütünüyle mukâyese olunduğunda, en çirkin bir insan yavrusu, en güzel ceylandan daha güzeldir. İşte hukuk sistemleri de böyledir. Meselenin bütün yönlerini bilmeden ve sadece Bektaşi misillû bir meselenin sadece kulağa hoş gelmeyen bir yönünü nazara vererek, insanın Allah tarafından hazırlanan kataloğu demek olan Kur’an’daki esasları tenkit etmek, hakka ve hakikata muhâlifdir.

DEVAMI GELECEK

PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ