Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (1)

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileştirilmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (knowledge / data / info / veri)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, cevabın yarısıdır.

Bilim (science)”ın neden ve niçin İslâmîleşmesi gerektiğini aşağıda açıklayacağız. Fakat önce “varlık” ve “varlığın taşıdığı bilgi”nin ontolojik olarak “mü’min / müslüman” olmasından, ne anlamamız gerektiğini; dahası, müslüman olduğunu nasıl bildiğimizi ve bunu hangi gözlem ve delil – ispatlara dayandırdığımızı açıklamamız gerekiyor.

Varlık ve bilgisi’nin İslâmîliği; hem maddî – manevî tüm “bilgi / ilim”in, İlm-i İlâhi’nin tecelli ve tezahürü olmasından ve hem tüm “varlık”ın, Allahu Teâlâ’nın yaratma (mahlûk) ve eseri olmasından ve hem de O’nun emir ve kurallarına teslim olup, itaât etmesinden kaynaklanır ve anlaşılır.

Bunun hem delili ve hem de sonuç ve ispatı olarak; evrende hiçbirşeyin ölçüsüz ve nizamsız, gayesiz ve faydasız olmaması; yani varlıkta israf ve abesiyet olmaması gösterilebilir. Evrendeki tüm varlığın, O’nun (“kûl / ikrâ” emriyle nazil olan 2 boyutlu Kur’ân Âyetlerine nisbetle)kün” emriyle nazil olan “3 – 4 boyutlu âyet ve mahlûku” olması gösterilebilir. Bu açıdan; “İlâhi Kur’ân” ve “İlâhi Kâinat” Kitaplarında, İlm-i İlâhi ve Kader; Kaza ediliyor; yazılmış ve yazılıyor denilebilir. Yani Kur’ân’la insana vahyolunup, emir–yasak / Teklifî (Şer’î) Kanunlar bildirildiği gibi; Kâinattaki varlığa da vahyolunup, Tekvinî (Kevnî) Kanunlar bildiriliyor ve realize ediliyor…

Bunun sonucu olarak; gerek insan ve gerekse kâinat, (bunu bilsin bilmesinler) yaratıcı ve İlâhı aynı olmakla beraber; gene aynı Rabbin emir–yasaklarına da uymaya mecbur ve mükelleftirler. Bir müslümanın Kur’ân Kitabındaki emirlere (Şeri’ât-ı Kelâmî’ye) uyması gibi; kâinattaki varlıklar da, Kâinat Kitabındaki emir / kurallara; (yani “Şeri’ât-ı Kevnî”ye) uymakla mükelleftir ve uyarlar. (“Şeri’ât”ın kelime anlamı da zaten; “yol, rota”dır.)

Bilim’in “Doğa – Fizik Kanunu” gibi isimler verdiği; evrende belli şartlarla sabit ve genelgeçer olan bu “İlâhi Kevnî Kanunlar”; insan gözlem ve ölçümlerinden bağımsız olarak; yani insan bunu ölçmeden önce de, kâinatta sabit bir “bilgi” ve “hakikâttir.” Madde’yi yönlendiren bu emir ve kanun, plân ve programlar; Allah’ın koyduğu değişmez bir “kanun ve kader” olup; madde’yi organize edici bir “yol haritası ve kalıp, ölçü ve şablon” işlevini görür. İradesi olmayan “madde”, bu irade ve emirlere uymak zorundadır ve uyar. Evrendeki “kuvvet”in zorlama ve yönlendirmesiyle; bu irade ve emirlere teslim olup, itaât eden tüm madde (ve mahlûkat), “müslüman”dır.

Demek “Seküler / Lâik Modern Bilim”in, bu İlâhi Kanunların, doğanın kendisinden kaynaklandığını zannetmesi; bu zânla “tabiî ve doğal” diyerek, Allah’la irtibatını kesmesi; buradan “Doğa / Fizik Kanunları” ismi vererek; güya “bu kanun ve zorunlulukların Allah’la ilişkisi yok, doğadaki determinist bir işleyişten kaynaklanıyor olup, maddenin tabiâtının gereğidir” iddiası ve bu altmesaj ve algıyı bilinçaltımıza enjekte etmesi yanlıştır.

Doğa – Fizik Kanunları “maddî” değil, Zihnîdir

Kanunların, maddeyi etkileyecek fizikî bir vücutları olmadığı gibi; hâliyle maddedeki işleyişe te’sir edip, yönlendirecek kudretleri de yoktur. Zaten adı üstünde; “kanun.” Yani zihin dışında haricî ve somut bir mevcudiyetleri yok. Madde ve enerji cinsinden herhangi bir gerçeklikleri olmayıp; sadece ilmî ve itibarî olarak vardırlar.

Örneğin; bir mimarın çizdiği “plân / proje” gibi; sadece ilmî ve nazarî bir vücudu olan ve eşyaya iş yaptıracak herhangi bir kuvveti olmayan “kanun ve yasa, program ve proje” ne kadar güzel olursa olsun; bu projeyi uygulayacak bir “irade ve kudret” olmadan, madde’yi yönlendiremez; kâğıt üstünde ve zihinde kalmaya mahkûmdur.

Elhasıl, bütün bu yasa ve plân, programlar, evrenin işleyişinin neden ve açıklaması değil; tasvir ve sonucu olabilir ancak. Varlık ve eşyanın işleyiş ve sonuçlarında “kuvvet ve te’sir” sahibi bir neden ve sebep olamazlar. Demek “doğa – fizik kanun / yasaları” dediğimiz şeyler; madde’nin işleyişinin sebebi değil, sonucudur; nedeni değil, tespitidir; açıklaması değil, tasviridir.

Bilim/sellik; yaptığı gözlemlerde, İlm-i İlâhi’nin “ilim” olarak tecellisini görüyor; Kudret’i İlâhi’nin “kuvvet” olarak yansımasını da görüyor; hatta İrade-i İlâhi’nin “kanun / program” olarak tezahürünü de görüyor. Fakat bütün bunların kaynak ve sebebi olarak “madde/enerji” ve bir takım “tesadüf/zorunluluk” ve “tabiât/sebepler” olduğunu önvarsayıyor ve öyle de inanıyor. Halbuki yukarıda dediğimiz gibi; bu kanun ve emir, tercih ve zorunlulukların kaynağı; varlığa sürekli etki edip, yöneten: “İlâhi İrade”dir. İrade’nin madde için tercih ettiği istikameti madde’ye vahyedip – bildiren “İlâhi Emir / Vahiy / Mesajlar”dır.

Bu emir / vahiy akışıyla; kâinatın varlık ve devamı, hareket ve yönetimi sağlanır. Bu kanun ve vahiyler; kâinatın ruhu ve programı ve ruhu gibidir. Elektrik telleri gibi, “kuvvet”i taşıyan ve “alıcı–verici” vazifesi görüp, nakleden madde ve atomaltı/üstü parçacıklarla; varlığa, emir / talimatlar iletilir ve hareket ve işlemesi sağlanır… Burada “atom ve atomaltı parçaları”nı, Kudret Kalemi’nin “uçları” veya Uzay–Zaman Kitabının, Şimdiki Ân/Mekân Sayfasına değme ve “temas noktaları” ve ilk beliren “nokta” ve “mürekkepler” olarakta düşünebiliriz…

1 ân Geçmiş” ve “1 ân Gelecek” zamana gidemediğimizden, sadece “1 ân’lık Şimdiki Zaman/Mekân”da fizikî ve maddî mevcudiyetimiz olduğu sonucu çıkması gibi; yani şimşek çakmasına benzer, ışık hızıyla “her ân/mekân var–yok” olduğumuz sonucu çıkması gibi; [tıpkı bilgisayar ekranındaki piksellerin yanıp–sönmesiyle (yani 0 – 1’lerle), bizde ekrandaki görüntülerin hareket ediyor algısı uyandırması veya “Şimdiki Zaman/Mekâna” benzeyen “Sinema Beyaz Perdesindeki” var/yoklarla, filmdeki varlıklarda “süreklilik” ve “hareket” algılamamız gibi] kâinattaki “varlık” ve “varlıkta süreklilik” ve “harekette”, böyle kesikli “ân’lık yaratma/yok etmelerle” sağlanıyor ki; buradaki “bilgisayar / 0 – 1 ve beyaz perde” örnekleri, metafor ve mecazdan öte olup; reel evrenimizde de aynı kanun ve sistem yürürlüktedir. Ki bu da Bilim/sellik’in varlığı “Yatay Neden – Sonuç” İlliyet ve İlişkileriyle şablonize edip, kurgulama ve nedensellemesinin geçersiz; hakikâtta herşeyin “Dikey Neden – Sonuç” olarak, Rabbimiz’e bağlı ve bağımlı olduğunu gösterir. Allahu Â’lem, “Sırrı Kayyumiyet” belki böyle birşeydir…

Elhasıl; İlâhi İlim’in çizdiği ölçü ve kalıp, program ve yönlere göre, İlâhi Emir – İrade – Kudret’le evrendeki “kuvvet ve enerji” yönlendirilir; o da “madde”yi yönlendirir. Böylece varlığın var olup, varlıkta durması; hareket ve yönetimi gerçekleşmiş olur. Böylece İlâhi Emir ve İrade’nin, eşya üzerinde “kanun” olarak tecelli ve etkisiyle; İlâhi Kudret’in de, “kuvvet / enerji” olarak tezahürüyle; varlığın da bu irade ve kudrete boyun eğmesiyle, bu “kanun ve programlar” yürürlükte ve genelgeçerdir.

Bilgi (knowledge) ve Bilim (science) Farklı ve Ayrıdır

Yukarıdaki bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; “bilim (science)” ve “bilgi (knowledge, data, info, veri)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. O hâlde “bilim” ve “bilimsellik”in; kağıt üzerinde ve uygulamada, teori ve pratikte ne anlama geldiğini biraz daha açmak gerekiyor.

Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, deney ve araştırma yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş “Bilimsel Bilgi”ye “bilim (science)” diyoruz.

Kâinata içkin “bilgi”yi (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe, doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif ve olgusal değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Bilim / Bilimsellik’in kullandıkları yöntem gereği; objektif ve olgusal, tarafsız ve evrensel olduğu söylenir ama Bilim/sellik’in bu nesnellik ve evrensellik iddiası; “dil ve mantık”ın yapısı, bir de insanın beşerîyet ve sınırlılığı nedeniyle mümkün değildir.

İnançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir, çünkü gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem noktası yoktur. İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için, yaptığımız kâinat gözlem – araştırmalarının ifadesinde, başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, cümle ve kelimelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, bu başlangıçta doğru varsaydığımız paradigmalara göre yaparız.

Bilimsel Bilim; Objektif ve Tarafsız, Olgusal ve Nesnel Değildir

Herhangi bir Tanrı’yı kabul etmeyen veya varsa bile kâinattaki fiil / faâliyet, illiyet / ilişkisini kabul etmeyen “Bilim/sellik”; gözlem – araştırmalarının ifadesi ve kâinat tasvirlerinde; “yaratma / yaratılış” yerine, “oluşma / oluşum” kelimelerini tercih eder. Kainattaki “fiillerin failsiz ve eserlerin ustasız” olduğunu, baştan doğru varsayıp, bu ateist inanca göre inşa edip, kurguladığı ifadelerinde; gözlemlerindeki bazı boşlukları, örneğin “sevk-i tabiî, içgüdü” olarak doldurup; sevk-i İlâhi, ilham” kavramlarını tercih etmez. Neden ve mekanizmasını bulamadıklarını da; “tesadüf, tabiât” gibi mahiyeti meçhul, fonksiyonu muâmma bazı “vehmî varlık” ve isimlere verir.

Elhasıl “Allah”ı ve “İlâhi İlim, İrade ve Kudret”ini kabul etmeyip, üstelik reddeden Bilim/sellik; bu reddinin zorunlu sonucu olarak; gözlediği olayları, “tesadüfün doğurduğu zorunluluk ve kanunlar” veya “zorunlulukların doğurduğu tesadüf ve kanunlarla” açıklamak ve bu inancı savunmak zorundadır.

Yani mevcut Bilim; “tesadüf, tabiât, zorunluluk, kanun” gibi maddî ve somut olmayan, 5 duyuyla da algılanması mümkün olmayan zihnî şey veya süreçleri, mevcut evrenin nedeni ve açıklaması olduğuna inanmak veya varsaymak zorunda kalmaktadır. Böyle yaparak, kendi amentü ve inanç esaslarını, aksiyom ve postülatlarını inşa edip, kurgulamak zorunda kalmaktadır! Hem de, bu inancının, kendi Bilimsellik Kriterlerine göre bile ispatlanabilirliğine bakmadan; doğrulama – yanlışlamasının mümkün olup olmadığına bakmadan!

Burada aslında “teolojisi olmayan hiçbir fikir / bilgi yoktur” sözü bir kez daha doğrulanmakta! Yani Bilim/sellik’in, “varlık” ve “bilgi” anlayışı ve “Tanrısızlık” önvarsayım / inancı veya “Tanrı tasavvuru(Tanrı varsa bile “varlık ve işleyişte ihtiyaç olmayan; işleyişte, herhangi bir “neden ve sebep” kadar bile fonksiyon ve etkisi olmayan) problemli!

Elhasıl mevcut Bilim ve Bilimsellik Felsefesi, evrene bir mü’min nazarıyla bakmadığı gibi; olgusal veya agnostik açıdan da bakmamaktadır. Ki “fâil olan Allah var – yok”un dışında, zaten tarafsız ve agnostik bakılabilecek 3. bir ihtimâl olmadığını yukarıda belirtmiştik. Yani Bilim/sellik, öyle iddia edildiği gibi; tarafsız ve objektif, nesnel ve olgusal ve inançtan bağımsız değildir. Bu açıdan; bilgi’nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama bilim’in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Bilim/sellik Felsefesi’ne göre şekillenmiş Bilim ve Bilimsel Yöntem; ateizm ve materyalizm inanç ve felsefesini, doğru önvarsaydığı veya aksiyom olarak kabul ettiği için; Bilimsel Yayın ve ifadelerinde, Allahu Teâlâ’yı “neden (sebep)” ve “fail (özne)” ve “açıklama (tasvir ve izah yöntemi)” olarak kabul etmez, hatta reddeder.

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı; “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir!

Üstelik, bu kâinat tasavvuru sanki doğruymuş gibi Bilimsel İfadeler yapılandırılır! Bu önvarsayım, sanki gözlenip – ispatlanmış gibi; bu arka fonda, araştırma sonuçları açıklanır. Elhasıl varlığın var olup, varlıkta durma, hareket ve işleyişinde; Allah’a zaruret ve ihtiyaç duymadığı, bu sahte ve kurgusal kâinat tasvirleriyle, zihinler kodlanır ve programlanır.

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 07.Nisan.2017