Yeni FETÖ’lerin Önünü Almak Yahud “Teraküm” Eden “Gubar”ı Silkelemek-1

 “Cümlenin maksudu bir amma rivâyat muhtelif.”

Herkesçe bilinen “sağırlar diyalog”u fıkrası asıl maksadımı ifade etmiyor. Yine de hatırlatmadan edemeyeceğim.

“İşitme özürlü” iki arkadaş, sakin bir mahalde karşılaşıyorlar.

Biri diğerine “Nasılsın?” diye soruyor. Diğeriyse havanın ne güzel olduğu şeklinde cevap veriyor. Baştaki arkadaş bu sefer “Yaptığım kahvaltı pek lezizdi.” diyor. Diğeri atılıyor hemen: “Sahi, sen benim halimi, hatırımı sormadıydın.” Arkadaşı durur mu? “Ha, öyle mi? Ben de senin, halimi sorduğunu sanmıştım.”

“Ha Ali Veli, ha Veli Ali…” meseli, belki maksada daha uygun. Misaller çoğaltılabilir.

Halk arasındaki şekli daha kısa ve değişik ibareli olan “fıkra”yı hatırlatmamın sebebi şu:

15 Temmuz ihanet girişimindeki katliam emri ve icrasıyla; bağımsız “yargı” tarafından isimlendirilen FETÖ’nün darba teşebbüsüne adım adım yaklaşırken köşe taşlarının neler olduğu hususundaki tesbit ve teşhislerin hemen hemen hepsine katılmamak elde değil.

Evet, bu İslam’ı siyasete alet eden PDY\FETÖ denilen güruh, yaklaşık kırk yıldan beri böyle bir girişim için hazırlanıyordu.

Bunun delili, F.Gülen’in darbe arkasında olup olmadığını soran yabancı gazeteciye verdiği red cevabında bile yaptığı itiraftı. “(Milletin tankların karşısına dikilecek kadar şehadet aşkıyla dolu, onlarla beraber olduğunu diyen ve gösteren Liderlerinin şehadeti göze alacak kadar dik duracaklarını tahmin etmediğinden diyor:) Ben böyle acemice bir darbe girişimi ardında olamam. [Demek başarılı olsaydı kabul edecekti .] Daha 20 yaşında iken hükumeti devirmeyi planlamış birine böyle soru sorulmaz!

Bu hazırlık için önce kadrolaşıp, ardından devlete sızma teşebbüsünü gizlemek için, “Her sakala ayrı tarak vurmak” deyimini aratacak bir takiyye anlayışıyla hareket etmişler; bu da doğru.

Bu sızma hareketi için de pek çok müesseseyi yanlarına alma gayesiyle; Anadolu’nun saf gönüllü insanlarına karşı “her türlü mukaddesi” istismar ettiler; kabul.

“Ümmet-i icabe” olan İslâm Âlemi’ni avlamak için önce Türkiye’yi elde etmeleri gerektiğini biliyorlardı. “Üç yüz kişilik zındıka komitesi” ve CIA onlara bu misyonu vermişti çünkü. Bu da kabulümüzde.

İstismar ve takiyye idi en büyük silahları…

İstismarın en âzamı İslâm ve Onun “Tercüman ve mübelliği” Resul-ü Ekrem (ASM) idi. FETÖ başının vaaz denen “ucube” konuşmalarında “ Efendimiz”den –çok zaman ism-i pâkini zikretmeden- bahsetmesi; hem ağlayıp hem ağlatarak Hatemü’l-Enbiya Muhammed-i Arabî(ASM.)ın ruhaniyatının o meclise geldiğini beyanı; FETÖ’ye eleman kazandıran yurt-kurs-okul gibi “mekân”larına Resul-ü Kibriya(ASM.)nın “teşrif ettiğini” ve “Türkçe Olimpiyatları” denen milli hassasiyetlere sahip insanları avlayıcı “etkinliklerine” Hazret-i Peygamber (ASM)nin geldiğini savunmaları, kimi dizilerde Resulallah (ASM)nin ruhaniyatını cemse ya da kamyon kasasına “indirmeleri” bu istismarın en açık misalleridir. (Diğer yandan da Vatikan ağzıyla “Resulullahsız İslam” iddiaları da FETÖ’nün diğer yüzünü gösteriyor.)

Burada biraz saded haricine çıkayım:

FETÖ’yü destekleyen; ya da şöyle diyeyim, “onlardan görünmese” de “Sebep olan YAPAN gibidir”İslâmî kaidesi sırrınca kimilerinin yaptıkları TAKİYYE, istismardan sonraki en büyük aldatmacalarıydı.

Üstad Bediüzzaman’ın “En büyük hile hilesizliktir” ve “Biz ki HAKİKİ Müslümanız; aldanırız ama aldatmayız.” beyanları Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’ın itikad düsturlarından biridir. Sulh ve İslâm cemiyeti dahilinde takiyye yoktur bizde, ancak “Harp hiledir” Hadis’i hükmünce savaş zamanında, o da karşı orduyu aldatmak için caizdir.

Şu ihtirazi kaydı koyalım yalnız; “…aldanırız ama aldatmayız.” tabiri, “farz-ı muhal aldatılsak bile BİZ YİNE DE ALDATMAYIZ.” demektir. Yoksa “Mü’min bir ısırıldığı delikten bir daha ısırılmaz.” Hadisi meseleyi bedahatla izahtadır.

Tv’deki bir canlı yayında, İran’da birkaç yıl kaldığını söyleyen bir ilim adamı, “Bu Fetö yapılanmasının yaptığı takiyyeyi ben, İran’da bile görmedim.” diyordu. Böyle bir gizlilik-takiyye ancak niyeti dünya olan “ehl-i dünya”ya mahsustur; “siyasetvari mefkureler sahibi” bir gizli örgütte ancak bulunabilir.

Mesele daha da açılabilir ama yazı sınırları içinde kalma mesuliyetini duymam, maalesef kalem hızımı azaltıyor. “ Arife işaret kafidir ” kaidesiyle zihninize havale ediyorum.

FETÖ’nün hain darbe girişiminin temelinin neler olduğunu diyenlerin teşhisleri tomar tomar ve hepsi de az çok haklı. Gizlilik, siyasi kaygılar, halkımızdaki ve dini gruplardaki dünyevileşme, kimilerinde mevki ve menfaata ulaşmadaki kolaycılık, tek parti zihniyetinin boş bıraktığı dinî sahayı doldurma iştiyakı, milletimizdeki “en büyük cinayeti işleyenleri de alicenabane affetmesi”….

Bunların ve diğer teşhislerin hepsine az çok iştirak etmekle beraber meselenin özünü teşkil eden “batıl itikad”ı yaygınlaştırmak için hususi bir gayretle yapılan cahilleştirme operasyonlarını görüyorum.

Yaklaşık yüz elli yıldan beri bu millete “yaygın biçimde”, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat (Yani Resul-ü Ekrem[ASM.]ın tarif ettiği İslam Yolu) iman esaslarının verilmeyişi; bu itikadın yerleşmesi için “iktiza”sının yapılmaması, dolayısıyla da “iltizam” edilmemesidir. Bilgisi olmayanın da doğru ve yanlışı ayırdedebilmesi mümkün olmadığından DAEŞ ya da FETÖ gibi cemiyetler ortaya çıkmıştır.

En şiddetli cehalet ağını yüz elli yıldan başlattık ama o tarihin öncesi de var. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu tarihi “bin yıl”a çıkarır ki bu tarihin de şu Hadis-i Şerif’e dayandığını –bir mektubunda- tesbit eder. “Karnların en hayırlısı benim karnımdır( devrimdir). Daha sonra Ashabımın, sonra da onları görenlerinindir. Ondan sonraki karnların bir sonraki, bir öncekinden daha HAYIRSIZDIR.” Ve Risalet Hilafeti’nin 30 yıl olduğunu beyan eden hadistir.

Bilmâna olarak takdim ettiğim Hadis’teki bahsedilen hayırsızlığa Üstad “…bin yıldan beri teraküm eden ve dehşetli rahnelerle yaralanan kalb-i umumi-i millet” teşhisini koyar ve bu “yara” ile “müterakim cehaletin” (birikmiş ehl-i sünnet itikadı cahilliğinin) tedavisini “edviye-i Kur’aniye” ve “Kur’an’ın hakiki müfessiri Sünnet” itikadı ve bu asır insanının imanını zedeleyen tereddütleri giderici, şüphe-savar risaleleri olduğunu hatırlatır!

Bediüzzaman Said Nursi, “Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Altıncı Nükte’sinde: “Na’budü”nün ‘nun’u, şu üç cemaata işaret ediyor. İşte bu halette iken, birden Kur’an-ı Hakim’in tercümanı (HADİSLERLE) ve mübelliği (TEBLİĞ VE TELKİN EDİCİSİ) Resul-ü Ekrem(ASM.)………………..” ( rnk, 427) diye dikkat çektiği gibi, Kur’an kelamı tek başına kullanılıyorsa hem Hadis’i, hem de Kur’an-ı Kerim’i ifade eder. ( Ruhül-Beyan Tefsiri).

Yok eğer, bir “usul”, ilmihal, kelam eserinde “Kur’an ve Hadis” kelimeleri ayrı ayrı kullanılıyorsa, o hükmün menşeinin hangi kaynak olduğunu söylüyor demektir.

“Eğer beni seviyorsanız, Resulüme ittiba edin ki ben de sizi seveyim.” Mealindeki Ayet-i Kerime meseleyi izahtadır.

Bir mürşide, şeyhe, hocaya “adem-i itimadsız” olarak ittibaın, Sünnet Yolunda var olup olmadığını da bir sonraki yazıda ele alalım.

M. Nuri Eminler – Nurdan Haber Merkezi