Zabelka’nın Pişmanlığı

Bilim adamı yaptı, din adamı kutsadı, politikacı emretti, yüz binlerce insan bir anda kül oldu.

1945 Ağustos’unda bir sabah vakti, önce Hiroşima, üç gün sonra da Nagasaki şehirleri, kutsanmış bombalarla harabeye döndü. Hiroşima’ya atılan bomba Little Boy (Ufaklık) adını taşıyordu; Nagasaki’nin nasibine ise Fat Man (Şişman Adam) düşmüştü. Her iki bombanın iki ortak özelliği vardı:

Sivil-asker, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar, insan-hayvan ayırımı yapmaksızın yüz binlerce canı o anda, yüz binlercesini de takip eden senelerde ve tam bir müsavat içinde öldürüyordu.

Ve her iki bomba da bir Katolik rahip tarafından takdis edilmişti.

George Zabelka, Japonya’da yüz binlerce sivili öldürme görevini üstlenecek olan birliğe papaz olarak tayin edilmişti. Bu görevinin icabı olarak birliğe vaazlar verdi, âyinler düzenledi, bir bomba ile bir şehir ahalisini yok edecek olan ekipleri ve bombaları kutsayarak onları meş’um uçuşlarına uğurladı.

Nagasaki’ye bombayı atan uçağın pilotu da koyu bir Katolikti. O da kutsanmış bir Hıristiyan olarak gitti, kutsanmış bombayı, Japonya Katoliklerinin merkezi olan Urakami Katedralinin tepesine bıraktı.

Rahip Zabelka, yıllar sonra bu görevini utanç ve pişmanlıkla hatırlayacaktı. Bombanın kırkıncı yılı dolayısıyla düzenlenen törende, “Benim beynim yıkanmıştı,” diye konuştu. “Bu işin gerekli olduğu Askeriye tarafından açıkça, Kilise tarafından da zımnen bize anlatılmıştı. Sivilleri öldüren adamlara, yaptıklarının doğru olmadığına dair tek bir vaaz olsun vermedim. O hava akınlarını açıkça protesto etmek aklımın köşesinden geçmedi. Bildiğim kadarıyla, hiçbir Amerikalı kardinal yahut piskopos da bu kitlesel imha akınlarına karşı çıkmamıştı.”

Zabelka, konuşmasında, kendisinden sonra bir denizaltı birliğinde görev yapan bir rahibin görevinden istifa ederken söylediği sözleri hatırlattı:

“Üniformamın üzerine rahip cübbesini giyerek âyinlere giderken, gayr-ı ihtiyarî İsa’nın şu sözleri kulağımda çınlıyordu: Kuzu postuna bürünmüş kurtlara dikkat edin!”

Rahip Zabelka, bu konuşmadan bir yıl önce de Hiroşima’da düzenlenen bir anma toplantısına katılarak Japonlardan özür dilemiş, yerlere kapanarak kendisi, ülkesi ve kilisesi için Tanrıdan bağışlanma dileğinde bulunmuştu.

Zabelka’nın kutsadığı bombaların babası ise ünlü bir fizikçi idi: Robert Oppenheimer. O da bu bombayı vücuda getirebilmek için yıllarca büyük bir aşk ve şevkle çalışmış, ilk bomba denemesi başarıyla sonuçlanınca da “Ben dünyaları yok eden Ölüm’üm artık!” diye nâralar atmıştı.

Oppenheimer, daha sonraki yıllarda bu “başarısı” ile ilgili olarak bir hayli gelgitler yaşadı. Kimi zaman nükleer silâh aleyhtarlarına yakın durur gibi olduysa da, kendisine “atom bombasının babası” ünvanını kazandıran çalışmalarından hiçbir zaman pişman olmadığını açıklamaktan da geri kalmadı. Bu arada, atom  bombasının atılışından bir yıl sonra kendisini ödüllendiren ABD Başkanı Truman, özel sohbetlerinde onu ağlayıp zırlayan bir bebeğe benzetecek ve böyle kimselerle çalışmaktan hoşlanmadığını söyleyecekti.

Japonya’da katliam yapmaktan en küçük bir pişmanlık duymayan birisi varsa, o da, bu emri veren ABD Başkanı Harry S. Truman idi. Hiroşima’ya atom bombası atılması kararına göz kırpmadan imza attıktan sonra, Japonya’nın teslim olmasına rağmen, bunu yeterli bulmadı ve onları tam anlamıyla dize getirmek için ikinci bombanın da atılmasına karar verdi.

Bu kararlar Truman’ın uykusunu kaçırmadı, kendisi de bunu iftiharla ilân etmekte beis görmedi ve hayatının sonuna kadar bu konuda özür dilememekte diretti. Onun için bu karar basit bir matematik meselesinden ibaretti:

Eğer atom bombası atılmazsa, Japonya’yı işgal edecek Amerikan askerlerinden 500 bin tanesi öldürülebilirdi. Birkaç yüz bin kişilik bir insan kaybı buna göre daha düşük bir sayı ifade ettiği için, atom bombası kaçınılmaz bir sonuçtu! (500 bin Amerikan askerinin Japonya’da ne işi var diye sormayın. Bugün dünyanın her tarafında Amerikan askerleri var; kimse onlara oralarda ne işleri olduğunu soruyor mu?)

***

Hiroşima’da ve Nagasaki’de yüz binlerce kişi, bir zalimin iki dudağı arasından çıkan bir sözle can verdi:

Emir verildi, bomba atıldı, insanlar buharlaştı. Bu kadar.

Ne var ki, emri veren, bunu tek başına verdiyse de tek başına icra etmedi, edemezdi.

Bilim ve din adamları onun en büyük yardımcıları idi.

Bir başka deyişle, bilim de, din de, siyasetin emrine girdiğinde tarihin görmediği vahşetlere imza atabiliyordu; atom bombası bize bunu gösterdi.

Bugün insanlık binlerce ton nükleer bombanın üzerinde oturuyor.

Ve, dün olduğu gibi, bugün de son sözü yine siyaset tek başına söylüyor.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: