Zübeyir Ağabeyin “RİSALE-İ NUR Dersi Yapmada” Ölçü ve Metodları ?

– Zübeyir Ağabey, dersi duyarak ve hissederek okurdu.

Bir cümleyi okur, önemliyse döner, tekrar okur ve lûgat mânâlarını verirdi. Ama Zübeyir Ağabeyin esas üzerinde durduğu husus, Risâle-i Nur’u Risâle-i Nur ile izah etmekti. Çünkü onun dışında izahlar olduğu zaman, çoğu zaman konuya uygun olmuyor veyahut da konu dağıtılıyor.

– Cemaatin dikkatini toplamak için de, okurken hiçbir zaman kafası kitaba bağlı olmaz, gözü de projektör gibi cemaatin üzerinde olurdu. Hem dikkatleri topluyor, hem de uyumayı önlüyordu. Tabiî derslerde konsantrasyon meselesi çok önemli. Dikkatin derse, okuyana ve kitaba yönelmesi gerekiyor. Zübeyir Ağabey bu noktalarda çok titiz ve dikkatliydi. Aynı zamanda duyarak okuduğu için, anlama noktasında, dersin cemaate tesiri de fazla oluyordu. “Ben kendi nefsime okuyorum” diyordu.

Toplu olan derslerde daha genel ve anlaşılır meselelerin okunmasını isterdi.

“Ağır ilmî meseleler okunsa, oraya her seviyeden insan geldiği için, istifadeleri azalır. Genel meseleler okunsa herkes hissesini daha fazla alır.” derdi.

Derslerde evvelâ imanî bir ders okunur. Sonra mesajı içinde olan lâhika mektuplarından okunurdu. Çünkü bunlar Üstad’ın talebeleriyle muhabere vasıtası olmuş. Meselelerini, problemlerini onunla çözmüş, hatta Üstad’ın mesleğinin en güzel göründüğü yer lâhika mektuplarıdır. Çünkü; mesele olmuş, Üstad’a sormuşlar. Üstad da anlatmış, cevap vermiş. Üstadın ve talebelerinin mahkemedeki müdafaaları sadece bir nefis müdafaası değildir. Hep dâvâlarına ve Üstadlarına karşı, sadakatlarının bir ölçüsü ve alâmeti olarak görülüyor; bilmeyenlere bir kahramanlık ve cesaret aşılıyordu. Hem de aynı zamanda dâvânın mahiyeti o savunmalarda görülüyordu. Üstad pek hukukî savunma yapmamış, yaptıkları çok azdır. Hep Risâle-i Nur’un ehemmiyeti hakkında, yani hem İslamiyete, hem bu millete, hem insanlığa getirdiği Kur’ânî mesajların önemini anlatıyor.

Zübeyir Ağabey, bunun için dersleri üçe ayırıyordu. Hazırlanıp da gitmemizi isterdi. Bilhassa umumî derslerde, dersi herkesin okumamasını isterdi. Senelerce zaten ders üç-dört kişinin üzerinde olmuştur.  Abdulvahid Ağabey, Birinci Ağabey, Fırıncı Ağabey okur. Aşağı yukarı birinci dersleri bu kişiler yapardı. Ama Zübeyir Ağabey geldiği zamanlar birinci dersi o yapardı. Çok zaman da rahatsız olduğu için de odasından aşağı inmezdi. İnmediği için de biz yapardık. Ama o geldiği zaman biz tabiî ki kitabı ona bırakırdık. Bazan biz ders yaparken gelir, bir “Ağabey buyur derdik” O da derdi ki: “Hayır, siz devam edin kardeşim, neticede bu Risâle-i Nur’u okumaktır, siz de güzel okuyorsunuz, Allah razı olsun” derdi. Ama biz onun yapmasını isterdik tabiî. Çünkü istifade ederdik.

Onun bir özelliği daha vardı. Beraber çalıştığı insanların yetişmesi noktasında yakından ilgilenirdi, insiyatif verirdi, takip ederdi, bazı yanlışlar varsa onları nezaket içinde hatırlatırdı. Ve daima etrafındaki insanların yetişmesini isterdi. “Hep ben ders yapayım, herşeyle ben meşgul olayım” demezdi.

Zübeyir Ağabey “Dersler verimli olursa, cemaat daima artar, istifade fazla olur” diyordu. “Bunun için de hazırlanılması, dersi okurken dikkatli okumak ve okuyanın cemaatle daima göz iletişimi kurması lâzım” diyordu. Bir de Zübeyir Ağabey, ders yaparken, vurgulayarak ve lûgat mânalarını söyleyerek okur; aynı meseleyle ilgili olan parçaları bir araya getirerek veyahutta okunan bahsi teyit eden hadiseler cereyan etmişse ve kendisi karşılaşmışsa onu da orda zikrederdi.

Bürokraside olan insanların isimlerini derste zikretmezdi. Derdi ki: “Bir vali veya bir subay, Risâle-i Nur hakkında böyle demiş.” İsmini söylemezdi. Bazıları “Ağabey, ismini de versen” dediği zaman, “Kardeşim, ismini sana niye vereyim? Adam görevli, sen de gidip başkasına söyleyeceksin, onu orada sıkıntıya sokacaksın. Sana ismi ne lâzım, onun söylediği önemli” derdi.

Zübeyir Ağabey, küçük ebatlı eserlerin de çok üzerinde dururdu. “Eseri küçük görünce içindeki hakikatleri de küçük zannederler. Onun için dersleri mümkün mertebe küçük risâlelerden de okuyun” diyordu. Derdi ki:“Ben bir yerde ders yaptıktan sonra, oradaki dinleyen insanlar, talebeler, ‘Ağabey, bu kitaptan bize de verirmisin, var mı?’ diye sorup istemedikçe, kendimi ders yapmış kabul etmem.”

Bazıları gelirdi, “Ağabey, acaba şu mesele nerede?” derdi. O da “Acaba Sözler’de mi, ama Mektûbât’ta da olabilir, ya da Lem’alar’a da baksan…” derdi. “Ağabey, niye böyle yapıyorsun? Sen bunu biliyorsun” dendiğinde “Kardeşim, o, bu bahaneyle okusun kitabı” derdi. Derslerdeki takip ettiği metodlar buydu.

Bize de derdi: “Derse en evvel siz gideceksiniz ve en son siz ayrılacaksınız. Çünkü siz gelmeden biri kitabı eline alır, okumaya başlar. Onun da zaten okuması düzgün değildir, kafasını da kaldırmaz, siz ikaz etseniz olmaz… Halbuki siz zamanında giderseniz, derse başlarsınız. İkincisi de, bir takım karıştırıcı adamlar da olabilir. Ama sizleri orada görürse, sizden çekindiği için,  o diyeceği şey boğazına kadar gelse de ağzından çıkmaz” diyordu.

Bize ders aralarında ve ders sonlarında, gelenlerle ve bilhassa yeni gelenlerde ilgilenilmesi, tanışılması gerektiğini, bunun da önemli olduğunu söylüyordu.

Diyordu ki: “Esnaf olsun, işçi olsun, memur olsun, arkadaşlar eve giderlerse zaten gündüz de yorulmuşlar, akşam dönüp derse gelemez. Sen hiçbir zaman buzdolabını, mutfağı ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bırakma. Derler ki: ‘Dershaneye gitsem, en azından ekmek-peynir de vardır. Yani atıştırırız biraz. Ondan sonra dersi dinler eve giderim”

Bazıları “Ya ağabey, asalaklar da var” diyordu. “Kardeşim, önemli değil o. O öyledir ama onun getirdiği adamlar kendisinden daha iyidir” derdi. 1966’dan itibaren her gün, her akşam biz yemek çıkarırdık. Yaklaşık 5 sene kadar mutfağın yemek ve temizlik işleriyle bizzat meşgul olmuştuk. Yani Zübeyir Ağabey bu noktalarda da dikkatimizi çekerdi.

Ağabeylerin yazılarından derleyen:

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: