Helal Gıda Hatıraları – 3

İstanbul Üniversitesi Kimya bölümü öğrenciliğimde, IAESTE teşkilatının organizasyonuyla yurt dışında yaz dönemi teknik stajı için o ders yılının yaz mevsiminde trenle İstanbul’dan Madrid’e hareket etmiştim.

Madrid’de staj yapacağım fabrikayı bulup onun yakınındaki bir öğrenci yurduna yerleştim.Yurtta benden başka, ayni fabrikaya benim gibi staj için gelmiş Seyfettin isimli bir Türk öğrenci ve değişik ülkelerden öğrenciler vardı.

Staj yaptığım o fabrikada, öğle yemeğinde herkese birer şişe bira da veriyorlardı, fakat ben oraya gelmeden önce Türkiye’de edindiğim bilgilerle, yiyeceğimin helal olabilmesi için dikkatle daha ince detaylar üzerinde dururken, her öğle yemeğinde verilen o birayı da tabii ki, hiç  içmiyordum. Öğlen fabrikada, akşam da kaldığım öğrenci yurdunda mutfağa girip aşçılara ekseriya temiz bir kapta zeytinyağında yumurta pişirtmek gibi yiyebileceğim basit ve hazırlanması kolay bir çeşit helal yemek hazırlatmağa çalışırken, benim için özel ve helal yiyecek yapılışına nezaret de ediyordum.

Benim gibi stajyer olarak oraya gelmiş, Ankara Üniversitesinin Kimya bölümünden isminden bahsettiğim Türk öğrenci ise, maalesef bu mevzuda hiçbir hassasiyet göstermeden oradaki ortama uyuyordu. Halbuki, biz ömür boyu sürecek , aklımız ve irademizle bir dünya imtihanındaydık. Buluğ ve mükellefiyet çağımızın başladığı 15 yaşlarımızdan itibaren, bu dünya hayatımızda önceliklerimizi iyi tesbit etmiş olmamız ve o önceliklerimize hassasiyetle riayet etmemiz gerekirdi. Benim de onun da, o fabrikada yaz tatilinde yapılacak bir kimya stajından daha öncelikli mevzularımız vardı ve o mevzulara gereken önem verilerek de o fabrikada Kimya stajı yapılabilirdi.        

Staj yaptığım İspanya’nın Madrid şehrindeki o fabrikanın laboratuar şefi biraz şakacı genç bir adamdı. Benim hem kendilerinden, hem de diğer Türk stajyer öğrenciden biraz farklı davranışlarımı ve İslâm’a göre helal gıdayı arayışlarımı bir müddet izledikten sonra, bana ne cevap vereceğimi de belki bildiği halde, bir gün laboratuarda istirahat zamanımızda:

“-İçki içiyor musun?”

“-Sigara içiyor musun?”

şeklinde başlayarak, İslâm dininin yasakladığı  başka kötü menhiyâtı da yapıp yapmadığımı sırayla sordu. Ben, onun saydığı o menhiyâtın her biri için ayrı ayrı:

“-Hayır..”

cevaplarını peşpeşe verince de, ayni menhiyâtı bu defa tekrar topluca saydı ve bana o şakacı tavrıyla:

“- Bunları yiyip içmediğine, kullanmadığına ve yapmadığına göre, sen yaşamıyorsun..” dedi.

Ben de, ona  cevap vermek için sözü aldım ve;  

“-Yaşamak, eğer bu saydığınız yiyecek ve içekleri yiyip içmek ve İslâm dininin yasakladığı diğer kötü diğer fiilleri de işlemekse; evet ben yaşamıyorum.” dedim.

Bu sözüm üzerine tebessüm etti; bana hiçbir mukabelede bulunmadı ve o fabrikadaki stajım, olması gereken şekliyle ve çok şükür, bilhassa helal gıda ile ilgili dinî önceliklerimden tâviz vermeden tamamlandı.

İspanya’daki, komşusu Portekiz’deki ve İspanyolların çok olduğu Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki, başka kaynaklarda da bahsedilen boğa güreşlerinin geniş tasvirini ve tahlilini burada yapmağa girişmeyeceğim. Fakat, orada bizim ülkemizde zamanla çok yaygın hale gelen futbol okulları gibi, futbol yanında ve ondan daha da fazla önem verilen boğa güreşçisi okulları da olduğunu, boğa güreşçilerinin (matador) henüz çocukluk çağlarındayken bu okullara alınarak yıllarca yetiştirildiklerini ve futbol yıldızları gibi boğa güreşlerinin de yıldızları olduğunu görmüştüm.

İspanya’da bulunduğum yıllardaki en meşhur boğa güreşçisi El Cordobes’ti;  onunla ilgili gazete ve dergi sayfaları, afişler, kitaplar, broşürler ve kartpostallara her yerde rastlanırdı. Bizdeki fanatiklerin futbol gevezeliği gibi, orada hem futbol ve hem de boğa güreşlerinin gevezeliği yapılırdı. Birkaç ay evvel tramvayda rastladığım İspanyol turistlerden birine El Cordobes’i sordum. Çok seneler önce öldüğünden bahsetti. Çocukluktan itibaren iyi bir boğa güreşçisi olarak yetişmeğe odaklanmış; her arenaya çıkışında birkaç boğa öldürürken kendisi boğa tarafından öldürülmemeğe çalışmış; bu “başarısı” (?) ile İspanya’da büyük şöhret ve servet kazanmış, fakat kendisine mukadder olan ölümü öldürememiş efsanevî bir İspanyol boğa güreşçisi…

Futbol maçları gibi biletle para ödeyerek girilen arenalarda her biri 15 dakika kadar süren 6 boğa güreşi ard arda yapılır. Çok nadir olarak boğanın matadoru öldürebildiği de olur, o zaman boğa kazanmış kabul edilir ve arenada hayatına son verilmez. Fakat bu, boğaya karşı insanların, orantısız güçle yaptığı bir karşılıklı mücadeledir; boğa orantısız güçle kendisinin hayatına kasteden matador, atlı pikadorlar ve diğer yardımcıları ile onların ellerindeki mızrak, ok ve kılıca, o insanların akılları ve kabiliyetleriyle yıllarca bu mevzuda ve kendisini 15 dakikada öldürebilmek programıyla eğitilmiş olmalarına karşı, arenada tek başına mücadeleyle karşı karşıyadır.

Boğayı kırmızı renk nedense çok kızdırır ve matadorun elinde tuttuğu kırmızı örtüye boynuzlamak için hücum eder. Boğa iyice yaklaşıp geliş hızıyla son anda manevra yapamayacak duruma gelince, matador kırmızı örtüsüyle aniden yana çekilir. Defalarca tekrarlanan boğanın hücumunu böyle boşa çıkarmak işlemi ile yorulan ve matador yardımcılarının bir programa uygun olarak ard arda yaralamaları ile hücum gücü kırılan boğayı, iyice yorulup hareketsiz durduğu bir anda, matadorun nişan alıp kılıcını boğanın boynundan kalbine sokmasıyla, boğa olduğu yere devrilir ve böylece 15 dakika içinde “boğa güreşi” (?) biter.

Bunun ardından, seyircilerin “Ole!” (Yaşa!) vahşi çığlıkları  arasında, çok orantısız güç kurbanı boğanın ölüsü, koşumlu bir çift ata bağlanıp yerde sürüklenerek, boğa güreşinin yapıldığı arenanın alt katındaki “leş kasabı”na götürülür ve orada derisi yüzülüp parçalanarak “leş eti” halinde ona müşteri çıkanlara satılır.

Şair Mehmet Âkif Ersoy’un “Medeniyet dediğin, tek kişi kalmış canavar” sözünün bir misali de belki budur.

Madrid’de kaldığım öğrenci yurdunda sığır etinden biftek çıktığında, tabii ki yemiyordum ve bundan sakınırken, İslâm dininin âyetle açıkça yasakladığı “leş eti” olmasıyla ilgili asıl dinî sebebleri yanında, o bifteğin sofraya gelinceye kadarki geçmişiyle bir boğa güreşinin muhtemel ilişkisini de düşünüyordum.

Yaya geçitlerinde kırmızı ışık yanarken geçen araçlara bizim ülkede trafik cezası verilir; yayaların kırmızı ışıkta geçmeleri de araçlar gibi yasak olmasına rağmen, Türkiye’de trafik polisinin gözü önünde bile yayalar kırmızı ışıkta geçer ve trafik polisinin onlara ceza uygulaması fevkalade nadirattandır. Bu şekilde kırmızı trafik ışığında geçmek, günlük hayatımızın vazgeçemediğimiz bir alışkanlığı gibidir. İspanya’daki o staj dönemimde bir defa kırmızı ışık yanarken yaya geçidinden geçmeğe teşebbüs etmiş, trafik polisinin bana ceza kesmesinden çok zor kurtulabilmiştim.

Belki bunda, o dönemde İspanya’da devlet başkanı olan ve ölünceye kadar 40 yıl müddetle iktidarda kalan diktatör General Franko idaresinin otoritesinin de rolü olabilirdi. Gazete haberi olarak okuduğuma göre, General Franko 40 yıllık iktidar döneminin son zamanlarında hastalanıp yatağa düşmüş, onu sağlığına kavuşturmak için dünyanın en iyi doktorları çağırılmış; onlar gece-gündüz başında nöbet tutmuşlar, konsültasyonlar yapmışlar ve bildikleri tedavileri uygulayıp onu iyileştirmeğe çalışmışlar. Kendisi de, bazen büyük bir güç sarfıyla yatağından kalkıp bir koltuğa oturuyor ve koltuğa sımsıkı tutunarak, azmini ve iradesini ölüme karşı koymak için yoğunlaştırmaya çalışıyormuş, ama ne çare..

Kendisiyle alâkalı bir anekdot, ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ çeşitli ülkelerde ve bilhassa futbol bahsiyle alâkalı olarak, yeri geldikçe hâlâ anlatılır:

General Franko’ya 40 yıl İspanya’yı idare etmeye nasıl muvaffak olduğunu sormuşlar. General Franko:

“- Büyük futbol sahalarında ve büyük arenalarda onları uyutarak..” cevabını vermiş.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: