17. Lem’a 6. Nota’ya Dair Bir Soru ve Cevap

Soru: Lem’alar kitabından 17. Lem’anın 6. Notasını açıklayabilir misiniz?
Cevap: Üstad bu Nota’da şöyle diyor:
Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
[ Bazı insanlarda akıl göze indiği için bir yolun doğruluk veya yanlışlığını o yolda gidenlerle ölçer. Sayıları çoğaldıkça o yolda gidenlerin gittiği yolun doğruluğu konusunda onda bir kanaat oluşur. Burada “ Bu kadar insanın hepsi mi yanılıyor? Elbette doğru görüyorlar ki bu şekilde bir yola girmişler ” algısı kaynaklık ediyor. Bu aslında hakikat-perestlik değil kesret-perestliktir. Çünkü bir yerde sayı çoğaldıkça, kalite azalır. Kalite azaldıkça, birçok kişi çeşitli gerekçeler veya görenek gereği o gruba katılır. O grubun savunduğu fikrin eğri veya doğru olduğunu bilmez. Sürü psikolojisiyle, uçuruma da gitse körü körüne tabi olur. Bu noktada din, bilerek, görerek yürüyen insanlar yetiştiriyor. Bu tarz kişiler, “1” dir. Sürü psikolojisinde olanlar “0” (sıfır) olur. Milyarlarca sıfırı yan yana koysak değeri yine sıfırdır. Bir tane 1 o bütün kuru kalabalıktan daha değerlidir. Abese suresinin inmesinde de bu sırrı görüyoruz. Abdullah ibn-i Ümmü Mektum isimli a’ma sahabenin Peygamber Efendimiz’e (ASM), tam müşriklikte diretenlere tebliğ yaptığı an gelmesi esnasında, Peygamberimizin sergilediği tutumu Allah eleştirir. “ A’ma geldi diye yüzünü ekşittin ” der. Gerçi Efendimiz’in (ASM) niyeti hizmeti devam ettirmekti. Fakat Allah’ın muradının tam bu manada İbni-i Ümmü Mektum’u “1” olarak gördüğü, müşrikleri “0” olarak gördüğü şeklinde belirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü “ Kim bilir belki o bir ders alacaktı ” diye ifade ederek, Hakikate karşı sağır, Hakka karşı kör olan müşrikleri Cenab-ı Hakk sıfır olarak gördüğünü bildiriyor. Bu açıdan Hak ve Hakikate değer vermeyen bütün dünya insanları bir kefede olsa, bütün benliğiyle Hakkın esiri, Hakikatin kölesi olan bir Ebu Bekr-i Sıddık etmezler.]
İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü’min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.
[ Burada Üstad, kâfirlerin varlığının hikmetlerini bildiriyor. Müminler Ahireti imar eder; kâfir ise bütün emeğini dünyanın imarına çalıştırır. Bir ayette bildirildiği üzere sonra o imar ettikleri dünyayı Allah salih kullarına miras olarak verir. Sasani ve Bizans imparatorluklarının bütün dünyevi imarları Sahabelere ve İslamiyete miras kalması gibi… Vâris ismiyle Allah bu lütfa salih kullarını eriştiriyor. Kâfirleri, habis hayvanlara benzetmesi, Enfal suresinden bazı ayetlerin tefsiridir. ]
İşte, küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir.
[ Küffâr, hakikate karşı kör olanlar, hakikati göremeyenler demektir. Münkir ise, hakikati görmesine rağmen reddeden kişiye denilir. Küfür, bir cehalettir. İnkâr ise, tam bir körlüktür, küfürden daha beterdir. İnkârda inad etkilidir. Bu manada ehl-i dalalet, münkirlerdir diyebiliriz. Görüntüde 100.000.000 ateist Allah’ı ve Âhireti inkar ediyor olabilir. Manzara hepsinin aynı şeyi söyledikleri şeklinde… Fakat derinliğine indiğimizde aslında aynı şeyi söylemiyorlar. Bazısı menfaati için, dünyadan vazgeçemediğinden Ahireti inkar eder, bazısı günahlarının cezasından kaçmak için Ahireti ve Cehennemi inkar eder, bazısı dünyayı rahat yaşamak için Ahireti inkar eder, bazısı yaşadığı hayattaki eksiklikleri bir zulüm gördüğü için Allah’a küser ve dolayısıyla Ahireti inkar eder vesaire vesaire şeklinde gerekçeler uzar. Bazısı da hayalindeki Allah ile gerçek Allah uyuşmadığı için inkara sapar. Bu açıdan ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bir birine destek ve kuvvet olamazlar. Mesela adam tabiata tapıyordur, her şeyi doğal bir faaliyet olarak görür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin tesadüfen olduğunu savunur. Bu cihetten Allah’ı inkar eder. Bazısı her şeyin atomlardan ve hareketlerinden meydana geldiğini düşünür. Bu yüzden Allah’ı inkar eder. Fakat dindarlar aynı Allah’ın varlık ve birliğini dava ederler. Allah’ın atomları kudretiyle yaratan, kuvvetiyle hareket ettiren, havliyle onları şekilden şekle, halden hale sokan olduğunu dava ettiği gibi, tabiat kanunları denilen fıtrat kanunlarını koyan ve bu kanunların yönetimi altında ilim ve hikmetiyle kâinatı bir iktidar ve saltanat haline getiren olduğunu da görür ve ispat ederler. Aynı zamanda her bir faaliyet, her bir olan biten işi ve her bir yaratılan şeyi iradesiyle, kasdıyla yaratıp hikmetlerle düzenlediğini, her şeyi bir sanat eseri olacak şekilde güzel ve estetik şekilde yaptığını, her şeyi çeşitli gayeler için diğer şeylerden farklı özellikte yarattığını, her şeye çeşitli sonuçlar verdirdiğini görüp tesadüfe kâinâtta tesadüf edilmediğini delilleriyle gösterip ispat ederler. Bu manada bütün dindarlar kudret, ilim, irade, hayat, kelam sahibi tek bir Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını kabul edip öyle iman ederler. Birbirlerine destek ve kuvvet verirler. Bu manada dindarlar, ilim ehli ve mütehassıs bir profesör gibi maneviyatta ve tevhidde icma ile konuşurlar. Kâfir ve münkirler ise, avam tabakası gibi… ]
Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin (büyük çoğunluğun) nefiy ve ittifakı sukut eder.
[ Hilal, Uluhiyetin sembolüdür. Hilali görmek, gözümüzle olduğu gibi kâinat aynasında Allah’ın ilahlığının tecellilerini görmek de basiret gözüyle olur. Nasıl ki Ramazan orucuna başlamak için hilali görmek şarttır. 2 şahid hilali gökteki makamında görüp gösterseler ispat ederler. Mesele biter. Milyon kişi reddetse hiçbir etkisi yok. 2 dahiliye uzmanı bir hastaya kanser teşhisi koysa, belirtilerini gösterse ve o belirtilerin kansere ait olduğunu delilleriyle ispat etse isterse milyon mühendis gelsin, etkisi yok. Eğer ispatı hakikate uygunsa o sahadaki diğer doktorlar da onlara katılmak zorunda kalacaktır. Çünkü müşahede edip ettiriyorlar. İmani meseleler de aynen öyledir. Kâinattaki düzen Allah’ı net gösterir. Kimse inkâr edemez. Her şeydeki sanat Allah’ı sanatkarlığıyla gösterir. Kimse reddedemez. En büyük filozof da gelse, en dinsiz kâfir de gelse, en büyük ârif ve âlim de gelse düzenin arkasında görünen ilmi ve iradeyi okur. ]
Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir.
[ Küfür ve dalalet, varlığı değil yokluğu savunuyor. Allah’ın yokluğuna delil aramaya çalışıyor. Oysa ilim, var olana dair olur. Yokluk bilinemez. Varlık bilinir. Hayat görünür. Bu açıdan küfrün temel özelliği görünene gözünü yummak, işitilene kulağını tıkamaktır. Hakka ve Hakikate karşı laubalilik, ciddiyetsizlik, yalanlama ve hıyanettir. ]
Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.
[ İmanî meseleler haktır, gerçeğe uygundur. Dış dünyada eserlerini görebiliyoruz. Çünkü canlıların ihtiyacı olan gıdalar —ağaçlarda olduğu gibi— ona bir şekilde ulaşıyor veya o ulaştırılıyor. Bu şekilde yeryüzünde milyonlarca tür canlı karada, denizde ve havada milyar yıldır yaşıyor. Bu durum gösterir ki öyle bir düzen var ki ne denizin karanlık kısmındaki canlıları unutuyor, ne toprak altında yaşayan solucanları es geçiyor. Her şeyi görüyor, ihtiyacını işitiyor, muhtaç olduğu şeyleri ona yetiştiriyor. Aksi takdirde hayat devam edemezdi. İşte bu durum sürekli müşahede edilen bir manzara… İçinde rızık, hikmet, duyulma, görülme, cevap verme gibi sayısız hakikat görünüyor. Din, bu görünen, hakkın ta kendisi olan, sabit şekilde devam eden, varlığı delillerle ispat edilen imani meselelerden ve tevhidi fiillerden Allah’a, Onun varlığına ve Birliğine ve sıfatlarına intikal ediyor. Onun dünyayı Ahiret için bir tarla, imtihan salonu, manevra meydanı kıldığını görüyor, gösteriyor, hikmetle ispat ve izah ediyor. Bu açıdan ilimle, müşahede ile, hikmetle, münazara ile gördüğü ve gösterdiği için hiçbir peygamberi geldiği toplum fikren mağlup edememiş. Kaba kuvvetle, baskı, işkence ve hicrete zorlamakla onlarla mücadeleye kalkışmışlar. Bu durum gösterir ki nebilerdeki ilim karşı konulamaz derecede hakka ve hakikate uygundur. Bütün hepsi bu şekilde bir sürece girmeleri gösterir ki, peygamberlerle ilim ve hikmet boyutuyla mücadele edilemez. Zaten din ve dinsizlik savaşı ilim-kudret savaşıdır. ]
Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir (çok sayıda); birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur” der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.
Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “Nefsü’l-emirde vardır” der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır.
 (Mutlak yokluk veya bir şeyin mutlak yokluğu çok büyük müşkilattan sonra ancak isbat edilebilir) bir kaide-i usuldür.
[ Bir şeye yok diyebilmek için bütün varlık âlemlerini, bütün muhtemel boyutları, bütün âlem çeşitlerini, bütün zamanları-mekanları, zamansızlık ve mekansızlık âlemlerini kişi gezecek, hepsini sonsuz bir görme ile görecek, sonsuz bir duyma ile duyacak, sonsuz bir bilme ile bilecek ki ondan sonra yok diyebilsin. Yani Allah yok diyen kişinin bir ilah olması lazım. Bir insanın ilah olması ise imkansızdır. Mutlak ilim ve hikmet, mutlak varlık ve kudret sahibi olarak Allah, “ Benim bilmediğim şeyleri ve isimleri bana ortak koşuyorlar ” diyor. Yani demek istiyor ki, putların hakikati yok. Şirkin varlık ve sonsuzluk âleminde yeri yok. Hayal ürünüdür. ]
Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin. İşte bu sırra binâen; ehl-i küfrün bir hakîkatı nefyetmesi ise, bir mes’eleyi halletmek veyahud dar bir delikten geçmek veyahud bir hendekten atlamak misâlindedir ki; bin de, bir de, birdir. Çünkü birbirine yardımcı olamaz. Fakat isbat edenler nefsü’l-emirde hakîkat-ı hale baktıkları için, müddeaları ittihad ediyor. Kuvvetleri birbirine yardım eder. Büyük bir taşın kaldırmasına benzer ki, ne kadar eller yapışsa daha ziyâde kaldırması kolay olur ve birbirinden kuvvet alır.
[ Üstad bu boyutu vurgulamak için bazen 14 asır boyunca her asırda 350.000.000 kişinin Onun risaletine şahidliği… diyor. Bu şekilde insanın sayı çokluğuna müptela duygularına da hitap ediyor. Fakat bu 350 milyon kişi sürü gibi değiller. Her biri Allah’ın varlığı ve birliğine delil sahibidirler, der. ]

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: