20. Söz tarihselciliğe de şifa olabilir mi?

Evet, Peygamberin delil-i sıdkı, herbir hareket, herbir hâlidir. Nebiyy-i Kureyşî’nin her bir hâli ve hareketi mazbut-u ümmettir. Çünkü menabi-i şeriattır.” Şuaat Risalesi’nden.

Mürşidimin 20. Söz’de Kur’an kıssalarının zaman üstü boyutlarını anlattığı bölüm, sırf bir Kur’an savunusu değil, aynı zamanda bir sünnet müdafaasıdır bence. Muhtemel “Neden?” sualiniyse şöyle göğüsleyebilirim: Orada “Kur’ân-ı Hakîm’de çok hâdisât-ı cüz’iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor…” şeklinde aşılanan okuma biçimi sadece kıssaları ‘bütün zamanlarla konuşur’ kılmıyor. Ya? Bir bütün olarak peygamberlerin hayatlarını da ‘bütün zamanlarla konuşabilir’ hale getiriyor. (Onlar zaten konuşuyor da arkadaşım biz görmesini yeni öğreniyoruz.) Çünkü en nihayetinde o kıssaların teması peygamberlerin hayatlarıdır. Furkan’ın onları zamanlarında bırakmayıp ahirzamana taşımasıysa ‘sadece kendi çağlarıyla konuşmadıklarına’ delildir.

Evet. Elhamdülillah. Buradan kıssaların Kur’an’daki varlığına dair bir hikmet okuması daha yapılabilir: Yani belki de onlar ‘peygamber hayatlarına dönük daha zengin okuma biçimleri öğretmek için’dirler. Anmakla kıymetlerini sezdirmektedirler. Eğer o kıssaları tarihselci Mustafa Öztürk ve avanesi gibi mitoloji çamuruna bulamazsanız, bakmayacağınız bir yere kaldırmazsanız, cümle zamanlarla ilgilerini farkedebilirsiniz. Ve oradan da vahyin içinde sünnete bir delil oluşturduklarına uyanabilirsiniz. Uyanışlar peşpeşe arkadaşım. Öyle ya: Kur’an, peygamber kıssalarını böylesi ‘eskimez bir ders kaynağı’ olarak zikrediyorsa, o halde Hatemü’l-Enbiya aleyhissalatuvesselamın hayatı da böylesi bir muallimlikten dışlanamaz. Onun tecrübesi de nübüvvetten gelen eskimez renkten hissesiz değildir. Minhacü’s-Sünne’sinde Bediüzzaman Hazretleri şunun bir misalini ‘ehl-i beytine duyduğu muhabbet’ üzerinden ortaya koyar:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zâhir hale göre o azîm şefkati o hususî, cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına, onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş. Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Yani, arkadaşım, anladığımca mürşidim diyor ki burada: Efendimiz aleyhissalatuvesselam elbette Hasan ve Hüseyin’in (radyallahu anhum ecmain) dedesidir. Dedeninse torunlarını sevmesi doğaldır. Fakat sakın ıskalama! Onlara duyduğu muhabbet dahi nübüvvetinin hikmetinden hariçte değildir. Büsbütün beşerî değildir. Eğer bu sevgiyi sırf bir dede-torun muhabbeti olarak görüp tarihselci bir hapsedişe maruz bırakırsanız, o zaman Kur’an’da geçen “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez; yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor…” sırrını anlayamazsınız. Bunu sadece ‘bir aile reisinin yavruları için beslediği sevgi’ sanırsınız. Halbuki bu öyle birşey değildir. Aşkın tarafları da vardır:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beytten çıkacak. (…) Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş: ‘Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.’ Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Tekrar başa dönerek toparlarsak. Kur’an ve peygamberler tarihi ilişkisi bize gösteriyor ki: Nebilerin hayatlarıyla Kur’an’ın hakikatleri arasında kopmaz bir bağ var. Tarihselcilikle vahyin aşkınlığına körleşmeden kıssaları mitoloji haline getiremeyeceğiniz gibi, aynı mitçi körleşmeyi yaşamadan sünneti de gözden düşüremezsiniz. Çağlarına hapsedemezsiniz. Hepsi birbiriyle bağlıdır. Birbirinin parçasıdır. Delilidir. Burhanıdır. Bu yüzden tarihselciler hem ‘Furkan’a hem ‘kıssalarına’ hem de ‘sünnete’ bakışlarında kendilerini tekrarlıyorlar. Aynı sığlaştırıcı tutumun etrafında dönüyorlar. Dokunduklarını güdükleştiriyorlar. Halbuki 20. Söz öğretiyor ki: Peygamber hayatları umumî kanunların uçlarıdırlar. O halde nübüvvet tesbihinin imamesi Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın tecrübesi nasıl bu kanuniyetten hariçte kalabilir? Hiç mümkün müdür yani? Neyse arkadaşım, 20. Söz ve 4. Lem’a, tarihselciliğe bir reddiye olarak da okunmayı bekliyor. Tabii becerebilirsek. Cenab-ı Hak lütfuyla yollarını kolaylaştırsın. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber