4 Hatve Notları-4 (Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

Dördüncü Hatvede: ” Küllü şey’in hâlikün illâ vechehu ” (Kasas suresi, 88)

dersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbest ve müstakil ve bizzât mevcûd bilir. Ondan bir nevi rubûbiyyet dâva eder. Mâbuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelâl’in Esmâsına âyinedârlık cihetiyle ve vazifedârlık itibariyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcûddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücûdunda adem, ademinde vücûdu vardır. Yâni, kendini bilse, vücûd verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yâni, vücûd-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-yı vücûdu; nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcûdâtı ve nihayetsiz bir vücûdu kazanır. Zira bütün mevcûdât, Esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücûd’u bulan herşeyi bulur..

* 4. Hatve: Âyet diyor ki: Sen, cisim ve ruhtan ibaretsin. Cismine yapışır ve dayanırsan, kendini cisimle özdeşleştirirsen yok olursun ve yok olacağını düşünmeye mahkumsun. Çünkü Kahhar ismi, canlılarda “ mevt ” ( ölüş ); cansızlarda “ helâk ” ( tükeniş ) kanunu olarak hükmünü icra eder. Her nesne Rahmân isminin eseri olan rahmet ile, bu âleme gelir. Cansızsa, “ icad ” edilir; canlıysa “ ihya ” edilir. Geliş, Rahman ismi ile; gidiş ise, Kahhâr ismi ile… Şuurlularda imtihan başlıyor: Aslî cihetin ne? Cisim mi, ruh mu? Cisim, cilve-i kudret; ruh, cilve-i hakikat; şuur, cilve-i Zât…  Eğer “ Ben cisimden ibaretim ” dersen “ Vücuda yapışırsın. ” Bu maddi ve zahiri vücud, tükenen ve eriyen bir kudrete dayanıyor. O zaman sen de tükenirsin ve yok olursun. Yokluğa düşersin… Fakat “ Ben, bir cilve-i hakikat ve Zât’tan ibaretim. Aynadaki cilve, bir vech-i zât tecellisidir. Benim ruhum da bir vech-i Zât’tır ” deyip Ona yönelirsen tükenişten kurtulursun. Bunu yapan, bekaya erişir. Bu tavra, “ ihlas ” denilir. Buna, Kur’an-ı Hakîm’de       “ livechillah ” iş görme, Allah rızasını hedefleyerek yaşama denilir.[1] İşte Allah rızasını arayan, tükeniş ve helâktan kurtulmak isteyen nefse, “ nefs-i râdıyye ” denilir. Âyetlere göre nefs ölecek, kalb ve ruh değil…[2] Ölen bir şeyin, mutlaka ruhu vardır. Bu Hatve, nefsin ruhuyla ilgili… Yani eğer nefis, kendine odaklanırsa, Allah rızası için çalışmazsa ölüm onun için yok olmaktır. Eğer Allah rızası için çalışırsa o vakit helâktan kurtulur, bekaya erer. O zaman ölüm nefs için de, bir tebdil-i mekan olur. Yoksa sonsuz acı ve üzüntüler nefsi boğar. Allah rızası için çalışan nefs, bu noktada samimiyetini gösterirse Allah’ın rızasını kazanır. O vakit ona, nefs-i mardiyye, yani Allah’ın rızasına, akrebiyetine ermiş nefis denilir. Böyle bir nefis, erkekte, Cemil ismine, kadında ise, Celîl ismine mazhar olur. Onun bütün şer yönleri, hayra dönüşür.

* Bu âyet de ders veriyor. Yani meselenin sırrına kadar zihne açık yollar sunuyor. Verdiği dersler: Nefis kendini bizzat mevcud bilir; bunun için müstakil bilir, yani istiklaliyet ( bağımsızlık ) sahibi ve binnetice serbest… Bu cihetten Rububiyet iddia eder. Yani canının istediği gibi hareket eder. İstediğini yapar, istemediğini yapmaz. Onun keyfine ve serbestiyetine emir ve yasaklarıyla karışan Allah’a karşı düşmanlık besler. Ona isyan eder. Çünkü isyanı, kendi varlık iddiasının ve neticelerini ilanıdır. İtaat ise, kulluk alâmetidir. Bizzat var olan,  müstakil olan ve serbestiyet sahibi olan kişi, istediği tarzda davranır. Böyle olana İlah denilir. Nefs, kendini ilah olarak görüyor. Bunun alameti de kimsenin ona karışmasını istememesidir. Bu yüzden dolayı kolay kolay “ teslim olmak ” istemez. Mutmainne olsa da, kendini Allah’a satmaz; “ Müminim ama Müslim olmam; hele hele Allah’a asker hiç olmam ” der. Allah’a asker olsa, radıyye ve mardıyyeye erişecek… Nefsin kendini Allah’a satması ve adaması, Onun Allah’a tahkikî imanıdır. Bunu yapınca kendi hakikatini öğrenir. Âyet der ki: “ Ey mutmaine olmuş mümine nefis! Rabbine ve Onun huzuruna, radıyye ve mardıyye olarak rücu et! O vakit hemen has kullarım arasına ve has cennetime girersin. ”[3] Bu Kasas suresinin sonundaki âyette de yine bir rücu var. Yani “ Kendini satsan da satmasan da, hükm-ü İlahi kendini icra edecek ve Sen, huzura rücu edeceksin. ” Bu rücu, pişmanlıkla da olur; sevinçle de… Fecr suresindeki âyet, satan bir nefsin, kazanacağı şeyleri söylüyor.

* Bir kanun var: “ Küll-ü şey, helak olur. ” Yani sen mi bu helaktan kaçacaksın?! Cismine dayanan, maddeleşir. Bu cihetten âyet, “ küllü nefs ” dememekle çok mu’cize bir tercih yapıyor. Kendini cisminden ibaret gören gören kişi, kâinattaki nesnelerden birisi olur. Fakat kendini nefs gören bir kişi, ruha ve manaya inanır. Nefis, helak olmaz; o, mevta olur, ölür. Her mevta, ihya edilir. Fakat kendini “ şey ” ( maddi nesne ) gören ve madde gören birisi için bu vaad yoktur. O, yok olur. Kendine odaklanan kişi, maddeci olur. Allah’a odaklanan kişi, kendine ruh ve nefs sahibi olarak bakar, manacı olur.

* Hakikat bâkidir; vücud, fânidir. Hakikat daimidir, vücud, zâildir. Hakikat ve şuur, külli ve sermedîdir; vücud ve cisim, ânî ve cüz’dür.

* Kendine ve her şeye, mana-yı harfî ile bakış 2 kola ayrılıyor: Vazifedarlık ve âyinedarlık… Vazifedarlık, vücud hakikatine bakıyor; âyinedarlık, şuhud hakikatine… Niçin varsın? Çünkü vazifeliyim… Vazifem, Allah’ı bulmak ve buldurmak… Tefekkürle Allah’ı bulurum, yine tefekkürle Allah’ı insanlara buldururum. Akıl gözü ile Allah’ı bulursam, “ Vâcid ” ismini alırım; buldurursam “ Mevcud ” ismini alırım. Sen nesin? “ Ben, âyineyim ”… Hizmetim, Allah’ı görmek ve göstermek… Buna, âyinelik denilir… Hizmetim, Allah’a yönelmek, Onun rızasını aramak; Onu aşk ile sevmekledir. Ona teveccüh edene ( nefs-i radıyye ) O da teveccüh eder ( nefs-i mardıyye ). Nefsini Allah’a satan kişi, bu halde yaşadığı sürece Allah’a ayna olur. Çünkü Ondan cilveyi, mardıyye ile alır. Sonra da, “ nefs-i makbule ” ( sevilen bir nefis ) olarak aldığı cilveyi gösterir. Bu halde kalb gözü açılır, Allah’ı görür. Bir nefis, Allah’ı hakk olarak görürse “ Şâhid ” ismini alır; gördürürse “ Meşhûd ” ismini alır. İşte Vâcid ve Şâhid isimleri, Allah’ı cilveleri ile enfüs ve âfakta bulmak ve görmekle meydana gelir. Burada bahis ise, enfüste bulmak ve görmektir. Bu şekilde bulan ve gören kişi, eğer şeffaf bir ayna olur ve Allah rızası için işler yaparak başkalarına da kendindeki cilveyi gösterirse o zaman Mevcud ve Meşhud isimlerini alır. O, varlığı ile Allah’ın varlığına; hakikati ve zatiyeti ile Allah’ın hakikat ve zâtına aynadır. Bu şekilde 4 isimle Allah’a bağını kuran bir kişi, tam tevhid ehli olur. Varlığının, cilve-i kudret; hakikatinin, cilve-i ilim; zâtının, cilve-i irade olduğunu idrak eder. “ Her şey, Allah iledir. Allah ile var olunur, Allah ile var kalınır; hem maddeten hem manen… Onsuz varlık, helaktır. Ebedî yokluğa yuvarlanıştır ” der. Tevhid bakışı, kul şuurunu ve iradesini yok etmez. Sadece kudret ve ilme dayanan vücud ve hakikati, Allah’a verdirir. Bu da, bu 4 ismin çizdiği paketle olur. Vazife, Tevhid-i Vücud; âyine, Tevhid-i Şuhud’dan sorumlu…

* Allah’a iman edenin 3 ciheti var: Vücud, hakikat ve zâtiyet… Allah’a inanmayanın ise, vücud… Allah’a iman eden külli bakar; diğeri cüz’î… İlki ölüm sonrasını görür, bilir; ikincisi ölüm sonrasını göremez, kabullenemez.

* Mana-yı ismi bakışı da 4 şeyden ibaret: Fâni ve Mefkûd; Hâdis ve MâdumFâni, fenayı görüp fenaya giden demek. Oysa Şâhid, bekayı görür ve bekaya gider. Mefkûd, kaybedilmiş, görünmez kılınmış demek… Çünkü madde bir süre sonra görünmez olur. 3 asır evvelin insanları görünmüyorlar. Kur’anın “ gayb ve şehadet ” ayrımı bunun için… Oysa Meşhûd, bekayı gösterir ve bekada görünür… Şehadet tabiri insan içindir; Allah için her yer şuhud âlemi… Hatta insanların hafızaları, kişilerin meşhud oluşlarını bakileştiren birer mahaldir. Bu cihetten her nesne diğerinin hakikat ve zatiyetine beka âlemi olur. O nesne külli yerlerde arşivlenir, bakileşir. Hâdis, sonradan meydana gelmiş, vücud bulmuş demektir. Hâdis olduğu için, yani kadîm olmadığından bir gün vücuddan gider. Fakat Vâcid, hakiki vücud bulmanın manevi olduğunu bilir. Maddi vücuda getirilme sebebini idrak eder. Fakat O, hakiki vücud bulmanın manasını bilince, bu fani cisme üzülmez. Çünkü ikinci ve baki cisme kavuşacağını görür. Burada vazifesinin Hakiki Vücud sahibini bildirmek olduğunu idrak eder. Mâdum, yok edilen demek… Çünkü ölüm, maddi bir şahıs için, yok edilmektir. O, ruh ve hakikate iman etmez. Oysa Mevcûd, Allah’ı buldurur ve bildirir; bu cihetten hafızalarda bâkileşir. Hem Hakiki Vücud sahibi tarafından ikinci vücuda kavuşturulur. Çünkü O, vazifesinin kendini göstermek ve bildirmek değil Hakiki Vücud sahibini bildirmek ve göstermek olduğunu fark eder ve yaşar.

* Hakikati derk etmekle: İdrak, hakiki manada bilmek yani anlamaktır. Akıldan kalbe indirmektir; iz’an ve imandır. İnsan, bildiğini hissedince, yanlışını terk eder. Tasdik-i aklî vazgeçirmez; hissetmek lazım.

* İnsan, Allah’ın sanatına, sanat cihetiyle esmasının cilvelerine aynalık edecek… Ahsen-i takvim sırrı… Çünkü insan bir sanat eseridir; sanat eserleri içinde en mükemmelidir.

* Şu makamda tezkiyesi ve tathiri: Bu noktada hem kalbin kiri var; saflaşması lazım. Bunun için, tathir-i kalb gerekiyor. Hem de nefsin kiri ve pisliği var. Bunun temizlenmesi lazım. Bu da, tezkiye-i nefs istiyor.[4]

* Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır: “ Ben varım diyen ”, “ Ben cismen varım ” demek ister. “ Ben manen varım ” diyen kişi, tevhid gereği başkalarının varlığını, manevi âlemlerin varlığını ve Allah’ın varlığını kabullenir. Çünkü “ Ben demede” bir sır var. “ Ben ” diyen, bir tayin yapar. Başkalarını kendine çevirir. Kendisinin varlığı olarak da cismini gösterir. Vücudu ne kadarsa o da, o kadardır. Başkaları da aynı şeyi yaptıklarında aynen öyle olurlar. Hiç kimse kalkıp “ Onun şuuru benim şuurumdur; O aslında benim ” demez. Dese zaten kavga etmez. Bunu tevhid ehli biri diyebilir. “ Ben ” diyen, bencildir; alıcıdır; menfaatçidir. Ben deyip, bencil olup da başkalarını kendine tercih eden hiç olmamış. Çünkü vericilik, “ Biz ” demekle olabilir. Veyahut “ O ” demekle olabilir. İşte insan “ Ben ” dediğinde, kendini cismine indirir. Ben’de ilerledikçe cismiyle aynîleşir. O vakit ayetteki “ helâk ” ( cismin tükenişi ) kanununa dahil olur. Aklının soyutu göstermesi ona bir şey ifade edemez. Çünkü akıldaki ilim, kudsileşmeden kalbe inmez. Kudsileşmek ise, bencillikten çıkmak demektir. Kalbe inmeyen bir bilme de bir şeyi değiştirmez. O kişi, yokluğa ve boşluğa düşer. Akıl, kalb ve nefse inanan bir kişi zaten imanlıdır. O, cismin esas varlık olmadığını bilir. “ Ben, yok; O, var ” diyen kişi O’nun varlığıyla var olur. Çünkü 3. Hatve, bir hasene olan vücudun, Mutlak Vücud sahibi olandan bir cilve olduğunu gösterdi, ilan etti… Bu Hatve ise, kendini silende bu Mutlak Vücud ile bağın zahir hale geleceğini bildiriyor. Yani “ Yoku yok ederek Allah’ın varlığını izhar ediyoruz. ”        “ Ben ”, diyen, “ Ben varım ” der. “ Ben varım ” diyen, “ Ben mutlak varım ” der. “ Ben mutlak varım ” diyen “ Gayr yok ” der. Bu cihetten, “ Ben ” diyen ve benliğini hissedenin, Allah’ın varlığına ve birliğine imanı dildedir.

“ Var olmak Onun işi; ben’de yokluk halkası

   Var olmak ona mahsus, ben hiçlikler ülkesi ”

şeklinde söyleyen ve bunu hakikaten hisseden kişi Onun “ vücud-u mukaddes ” ine ayna olur.

* Kendini bilse, vücut verse: Yani şuurunu fark etse, şuurun manevi varlık olduğunu anlamayıp kendine maddi vücud verse, o zaman zifiri karanlık içinde kalır. Bu manevi bir karanlıktır. Oysa “ Ben manen varım. Manevi ve maddi varlığım, Allah’tandır; Onunla vardır. Ben, bizzat yani kendi başıma yokum, yokluktan ibaretim. Ben hiç-ender-hiçim ” dese, Hakikat Güneşi doğar. O vakit bütün âlemi nurlanmış, çiçeklerle kaplı bahar gibi görür. Âlem, kudsiyet âlemidir. Kudsiyete ermeyen, bu âlemin hakiki güzelliğini göremez.

* Zulümat-ı adem: Demek, varlık nurdur; nurdan meydana gelir. Evet kudret nuru, ilim nuru ile bu âlem kurulmuştur.

* Vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikîden gaflet etse: Kur’andan bir düstur: Bir şeyin başlangıcı varsa, onun sonu vardır. Başlangıcı ve sonu olana, kul ve mahluk denilir. Bu cihetten maddi vücudu ve şuuru bir yerde başlayan insanoğlunun, bunların son bulacağını görmemesi; bunların var edildiğini ve verildiğini görememesi yalnızca ve yalnızca “ gaflet ” tir. Gaflet, manevi körlüktür. Yakaza, manevi göz açıklığıdır. Vâcid ( varlık sahibi, bulan ) kim ise, Mûcid ( icad eden, vücud veren, var eden, bulduran, bulunur kılan ) odur.

* Yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu: Burada tabiatçılıkla nesnelerin varlık ve vücudunu kendinden bilmek, kişinin dünyasını manen karartır. Buna Üstad “ Tabiat Gecesi ” der. Fakat her şeyin tevhid ile Allah’ın ilim-irade-kudret vasıflarına dayandığını görmek kişinin dünyasını ışıklandırır. Buna Üstad “ Hakikat Gündüzü ” der. Çünkü O vakit, Kudretli, İlimli, İradeli Hakikat Güneşi o kişinin dünyasına doğar. Güneşin de ışığı var; yıldız böceğinin de… Fakat biri kendini ve âlemi ışıtır, diğeri ancak kendini… Kendine odaklanan yıldız böceği gibi olur; Allah’a güvenen ve teslim olan arı gibi olur.[5]

* Enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu: Bencilliği, ben demeyi, kendine odaklanmayı, menfaatini düşünmeyi bırakmadan kurtuluş olamaz. Çünkü bencil kişi cismini beslemek ister. Çünkü bütün varlığı odur. Neden besler? Çünkü cisminin kuvveti bitiyor. Bunu takviye için yer, içer. Sonra yine kuvveti biter. Ömür boyu uğraşır, durur. Bir mideyi doyuramaz. Sonunda tükenir, ölür. Mal biriktirir, ta ki cismi bâkileşsin. Mal çokluğunun onu genç tutacağına inanır.[6] Genç kadınlarla beraber olur; onlarla genç kalacağını düşünür. Bilakis onlar onun cismini daha çabuk tüketir. Yani bu kişi anlar; gidişat kötü… Kurtuluş yolunu göremez. Helaktan, felaha çıkamaz. Bunun tek yolu nefs-i emmaresine göre değil, ruhuna göre yaşamaktır.

* Bizzat var olana, İlah denilir. İlah olanın varlığı tükenmez. İnsanın cismi yiyeceklerden meydana gelen bir vücuddur. Oysa hakiki varlık yemez; yemeye muhtaç değildir. Cevşen der ki: “ Yâ Sameden lâyut’am[7] ( Ey varlığı ve varlığının bekası için yemek yemeye muhtaç olmayan, asla yemek yemeyecek olan Zât-ı Samed ) İlah, bir şeye muhtaç değildir; helak eden Odur; O helak edilemez. Edilse, İlah olamaz. Nefis, bizzat hiçtir. Bu nefs-i emmâre için de böyledir; nefs-i zâtî için de… Yani mutlak âciz bir program… Kudret sahibi ancak ona vücud verebilir. O kudret sahibi ona vücud verdiğinde O, onun Mucidi olur. Bu nefis, Onun vücud ve kudretin tecellisini gösteren bir ayna olur. Bunu kalbiyle görse, kendisinin kudret nurundan meydana gelen bir cisimle meydanda olduğunu görse, bütün icad edilenlerin vücudlarının özünün kudret nuru olduğunu da görebilir.

* Bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır: Mevcud, icad edilmiş, vücud verilmiş olan demektir. Kendisini Mucidi ile bağlayan, diğer nesneleri de bağlar. Mucidinin rızasına göre hareket eden kişi, o vakit Mucidinin emir ve yasaklarına göre hareket eden her nesne ile beraber dönen bir çark olur. O vakit bütün vücud âlemini lehine çevirir. Bu da onun bütün alemi kazanması anlamına gelir. Hem Allah’ın icadı, sonsuz olduğu için bu şekilde Onun marziyatı dairesinde yaşadığı sürece yeni icad edilenleri de kazanır. Artık Allah’ın icadı Onun içindir. Böyle birisi Allah’ın sevdiği bir nefis sahibi olur.

* Zira, bütün mevcudat, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, herşeyi bulur: Vâcibü’l-Vücud, varlığı hakiki, zâtî ve zaruri olan demek… Diğer nesnelerin varlığı ve varlıklarının devamı Onun tercih ve takdirine bağlıdır. Bu isim, Samed isminin bir cephesini anlatır. Bütün nesneler, Zât-ı Samed’in, esmasının ve sanatının cilvelerinin zahir olduğu yerdir. Bu cihetten bütün nesneleri var etmiş, ta ki ayna olsunlar. Nesneler, vücudları     ( bulunmaları ve var olmaları ) ile, kudret sıfatına mazhardırlar; hem bütün nesneler aynalıkları ile, ilim sıfatına meşheddirler ( şuhud ve görünme yeri ). Neden Onu bulan her şeyi bulur? Çünkü maddeten var olana, şey denilir. Manevi olarak var olana, şe’n denilir.

[1] İnsan suresi, 9 ve diğerleri…

[2] Ruhun ölümsüzlüğüne dair, Mümtehinne suresi, 13; nefsin ölümlülüğüne dair Âl-i İmran, 185 ve diğerleri…

[3] Fecir suresi, 27-30.

[4] Tevbe suresi, 103.

[5] Sözler, 17. Söz, 2. makam, Farisi Münacat.

[6] Hümeze suresi, 2-3.

[7] Cevşenü’l-Kebîr, 32. Bâb, 9. Ukde.