بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye
“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirir, bağlar.” S:418
ADAVET
Bazı seyyiatı sebebiyle muhlis bir mü’mine adavet etmek, fesadcılıktır:
Evet, “insanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” L:88
“Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.” H:52
“Hem Kur’an-ı Kerim diyor ki: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adaveti, müsi’den müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.” Ni:46
İstila eden fitnenin tesiriyle faziletin yetersizliğinden enaniyet hükmeder ve İslam dairesinde muarazalar çıkar. Bu sebeble Hazret-i Üstad i’tidal-ı demmi tavsiye edip diyor ki:
“İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.1 ” K:196
Yukarıda geçen ehl-i irşad ve ehl-i hak tabirleri ile, hizmet ve diyanet dairesinde görünen bazı kişiler kasdedilir.
“Enaniyetine mağlub kişi ehl-i hak olabilir mi?” diye akla gelebilen sual sebebiyle, zamanımızda mevcud müslüman ekseriyetinin İslâmî durumlarına bakan birkaç cümleyi, kaydetmek gerek. Mesela:
“…dost ve ahbab ise: Eğer onlar iman ve amel-i sâlih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler, “El-hubbu Fillah” sırrınca o muhabbet dahi, Hakk’a aittir.2 ” S:639
Keza, “Dünyada “El-hubbu fillah” hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi…” S:648
İhlas Risalesinde de enaniyeti yenmek için şu tavsiye var:
“Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı: “El-hubbu fillah” sırrıyla, tarîk-ı hakta gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak3 ….” L:153
“Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ âyetinin bir tokadını yer.4 ” L:275
Evet, asrın müslüman ekseriyetini tavsif eden şu ifadeler de dikkat çekicidir. Şöyle ki: “…bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar…” K:252
Hem “…zâhirde ve isimde müslüman!…” BMs:626 görünenler.5
Ahirzamandaki müslümanların durumunu tavsif eden bir rivayette de mealen şöyle buyrulur:
“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur’anın merasimi ve müslümanlığın da ismi kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar. Halbuki kendileri müslümanlıktan, insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zaman âlimleri, gök kubbesi altındaki âlimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner.”
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da, içlerinde hâza mü’min bulunmayacak.” (Ramuz-ül-Ehadis, sh.301)
Evet, ahirzaman fitnesinin “medeni hayat” diyerek aşıladığı anlayış ve yaşayışlardaki haram bid’atların haramiyetine, “medeni yaşayış” anlayışiyle bakmak, imana dokunur.
Hazret-i Üstad diyor ki: “günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:203
Ahirzaman fitnesinin sebeb olduğu tereddilere karşı ikaz eden bu tarz beyanlar hayli çoktur.
Hazret-i Üstadın bu gelen şiddetli ifadeleri de, henüz fitnenin yerleşmediği Osmanlının son devrelerine aittir. Şimdi ise fitne-i ahirzamanın en ifsadkâr devresindeki durumla kıyas etmek gerek.
Hazret-i Üstad diyor: “Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmiye davet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..6 ” Mü: 49
Eski Said devresinde İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr manadaki müslümanların halini görünce, üzülerek memleketine dönüşünü şöyle anlatılıyor:
“Karışmış İstanbul’un hava-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me’yus ve müteessir; vahşetzâr fakat munis, vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü.” D:8
Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan memleketine dönüş sebebini şöyle anlatır:
“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum.7 ” D:46
Evet, enaniyetlileri daireye sokmamak gerektiğini tavsiye eden Hazret-i Üstad diyor ki:
“…..bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfüruş ise, Risale-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar.” K:202
Hizmet dairesine niyet-i hâlise ile girmeyenleri nifak cereyanının alet edeceğine dair Risale-i Nurda ikazlar vardır. Ezcümle Hz. Üstad diyor:
“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” M:269 diyerek hizmet dairesinde görünen mezkûr vasıftaki kısım şiddetle karşılar.
Evet, enaniyet ve garazkârlık hissiyatını muannidane takib edenler, Hazret-i Üstadın tavsifiyle, “insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olurlar.” L:88
“Eğer dersen:”İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”
Elcevab: Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” M:267
Risale-i Nur’un mesleği, “Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.” L:151
Elhasıl, “… geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim ….. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.” D:45
Kur’anda bizlere nümune-i imtisal gösterilen sahabelerin sahib oldukları şiddet ve nefret; tevazu ve merhamet hisleri hakkında (5:54 ve 48:29) ayetleri örnek gösterilebilir.
وَالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…” H:62
(Bakınız: Muhabbet Derlemesi; İslam Prensipleri Ansiklopedisi Adavet maddesi)
1 Yani, Allah’a havale ve tevekkül edip, hakikatları neşir ve tebliğ etmek gerektir.
2 Yani, zahir hayatında imanlı ve amel-i salih sahibi olmak şartiyle, onlarla dostluk yapılabilir.
3 Burada da tarik-i hakta gidenlerle, yani kitabtaki esaslara samimiyetle bağlı olanlarla beraber olmak nazara veriliyor.
4 Yani, fiil ve hareketlerinde kendilerini beğendirip önde görünmek isteyenler, yani enaniyetlerine ileri derecede mağlub olanlar, tefrikalara sebebiyet verirler.
5 Kendi garaz ve temayüllerine göre hareket edip ahkâm-ı şer’iyeyi ve kitabdaki düsturları ölçü yapmayanların halini anlatan mezkûr beyanlar, aynı zamanda âyet ve hadislerin haberleridir.
6 Yukarıda geçen “mezar-ı müteharrik” tabiri, ceseden diri fakat, ruhen, kalben ve fikren ölü olan müslümanların halini tarif eder.
7 İşte bu evsafta bozuk olan ismen müslümanların, muaşerete ve bilhassa hizmet beraberliğine liyakatları olmaz.
Selam ve dua ile..
Rüştü TAFRALI