Ashab-ı Kehf gibi

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 3. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ALTI KOĞUŞ ağası ve meşhur bir mafya lideri… Sayıları Ashab-ı Kehf‘e denk gelen bu eski eşkıyalar, bir nevi evliyalaşarak hapisten çıkmışlardı. Hapis onlara bir Medrese-i Yusufiye olmuştu.

Ellerinde bavulları ile kendilerini hapishanenin önünde bulduklarında şaşkındılar. Bir süre ne yöne gideceklerini bilemediler. Sokakta yürümeyi bile unutmuşlardı. Bu şaşkın ve kararsız durumu her zamanki gibi yine Cin Kole, yaptığı kısa bir konuşmayla değiştirdi:

– Arkadaşlar biz neyiz, şimdi neredeyiz ve ne yapacağız? Bizler daha yıllarca hapiste kalmamız gereken suçlular değil miyiz? O halde neden dışarıdayız? Bunu iyi düşünelim. Arkadaşlar, bizi hapisten çıkaran bu kutsal kitaptan başkası değildir. O halde bundan sonraki hayatımızı Kur’an’ın hizmetine adamalıyız. Komünizmle zehirlenmiş vatandaşlarımızı bu kitabın mesajlarıyla aydınlatmaya çalışmalıyız ve buna söz vermeliyiz.

Bu ifadeler, aslında hepsinin gönüllerinde var olan gizli bir isteğe tercüman oluyordu. Hep birden:

– Tamam, söz veriyoruz. Bu uğurda sen bizim reisimiz ol, bize ne emredersen onu yapmaya hazırız, dediler.

Evet, bir zamanların azılı suçluları, hayatlarını Kur’an hizmetine adamaya söz vermekteydiler!

Kısa süren bir kararsızlıktan sonra ağır ağır yürümeye başladılar. Artık ne için yürüdüklerini, hangi istikamete doğru adım attıklarının bilincindeydiler. Liderleri Cin Kole’den yeni bir teklif geldi:

– Arkadaşlar biz, bu dinle ilgili bir şey bilmiyoruz. Biz, bu işin başındayız. Önce bir ev tutup, orada dinimizi öğrenmeye başlayalım. Biz Ruslar nasıl ki, Komünizm’i dünyaya yayarak ateizm ağacını ektik, aynen öyle de ağacı kökünden söküp İslamiyet ağacını ekelim!

Bu teklif de hepsinde can u gönülden kabul gördü. Çok geçmeden bir ev tutarak içine yerleştiler.

Bir gün Aleksandır’dan bir başka teklif geldi:

– Arkadaşlar, ben Özbekistan’da hapis yattım. Orada pek çok Müslüman tanıdım. Dilerseniz, ben gidip Müslümanlığı onlardan öğrenip geleyim, dedi.

Hepsi söz birliği etmişçesine “Evet” cevabını verdiler. Derhal harekete geçtiler. Arkadaşlarının şehir dışına çıkabilmesi için hapishane müdüründen özel izin istediler. Müdür, gerekli temaslarda bulunup arkadaşlarına izin çıkardı. Aralarından topladıkları parayı Aleksandır’a yol harçlığı yaptılar:

– Haydi, Aleksandır, hiç vakit kaybetme! Hemen git, dinimizle ilgili ne varsa öğren gel, bize anlat, dediler.

Valentinovna Hastanede!

YİRMİNCİ MEKTUP’TAKİ ifadeler adeta Sofia Valentinovna’nın beyninde uğulduyordu. Çok düşünceli bir şekilde çalışma odasındaki masasının başına geçti.

Evet, şu perişan fani dünyada, avare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette aciz, miskin bir insan bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

Bu satırlar, sanki ruhunun derinliklerinde olan gizli bir feryadın tercümanı oluyordu. İçinden, “Çok doğru, ben meşhur bir spiker oldum da ne oldu? İşte yaşlandım ve her geçen gün hiçliğe doğru yuvarlanıyorum!” diye geçirdi.

Sofia bir süre koltuğuna yaslanarak gözlerini kapadı ve düşüncelere daldı. Çocukluğu, gençliği, bir bir gözünün önünden geçti. “Dünyaya geldim de ne oldu, işte kara toprağın altında yok olmaya gidiyorum!” diye derin bir üzüntüye daldı. Bu düşüncelerin kıskacında ezildiğini hissetti ve kendinden geçmiş olarak bir müddet öylece kaldı.

Neden sonra çalan telefonun sesiyle kendine geldi ve o gün radyoda sunacağı programı bir kez daha gözden geçirdi. Sekreter her zamanki gibi programa girmeden önce içeceği kahvesini getirdi. Kahveden isteksizce bir iki yudum alıp bıraktı. Sekreter, nazik bir şekilde vaktin geldiğini hatırlattı. Sofia, yine o gururlu haliyle yerinden doğruldu, odasından çıkıp yan tarafta yer alan yayın odasına geçti.

Fakat o gün içine her zamankinden daha fazla düşmüştü ölüm korkusu. İlk defa bu kadar isteksiz bir program sunacaktı. Fon müziğini ve fragmanı duyunca biraz kendine gelir gibi oldu.

Programa başladıktan birkaç dakika sonra başına müthiş bir ağrı saplandı. Adeta kafasına balyozla vuruluyor gibiydi. Buna rağmen, “Ağaçlar ayakta ölür” misali direnmeye ve programını sürdürmeye çalıştı. Fakat ağrı o kadar şiddetliydi ki, daha fazla karşı koyamadı, kendinden geçmiş bir halde koltuğuna yığılıverdi. Radyo görevlileri koşup kollarına girerek stüdyodan çıkardılar. Ağırlaşan bedenini güçlükle salondaki kanepenin üzerine yatırdılar. Hemen ambulans çağırıldı.

Sofia’nın rengi sapsarı kesilmiş ve kendinden geçmişti. Ambulans acı sireniyle radyo evinin kapısına dayandı. Ve Sofia götürüldüğü hastanenin acil servisine kaldırıldı ve hemen müşahede altına alındı. Bütün doktorlar seferber oldu. Gerçekleştirilen bir seri tetkikler ve muayenelerden sonra beyninde tümör bulundu.

Aleksandır Özbekistan’da

ALTI ARKADAŞ, Aleksandır’ı trenle Moskova’ya yolcu ettiler. Bu arada boş durmayıp, kendilerinin de bir şeyler yapmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Cin Kole, ilk iş olarak kitapçılardan İslamiyet hakkında bulduğu bütün kitapları satın almıştı. Hatta farkında olmadan İslam aleyhinde olanları da almıştı. Farkına vardığında bunu yadırgamadı, çünkü Rusya’nın geçmişte dinlerin kökünü kazımaya kalkışmış bir ülke olduğunu biliyordu.

Daru’l-Erkam misyonu taşıyan evlerinde temin ettikleri kitaplardan hummalı şekilde İslamiyet’i öğrenmeye başladılar.

Özbekistan uçağı havalanırken Aleksandır’ın zihninde tek düşünce vardı. İslam’ı nasıl öğreneceği, zihnini sürekli meşgul ediyordu. Özbekler, uçakta aralarında bir Rus’un olduğunu fark edince:

– Hayrola nereye gidiyorsun, diye sordular.

Aleksandır, yedi arkadaşıyla birlikte Müslüman olduklarını söyledi. Kendisi daha önce Özbekistan’da bulunduğu için arkadaşlarının onu, Özbekistan’da İslam’ı öğrenmesi için görevlendirdiklerini ifade etti. Ama kimden öğreneceğini bilmediğini söyledi. Bunu duyan Özbekler:

– Çok güzel! Sen hiç merak etme, biz sana yardım ederiz, dediler.

Aleksandır, daha uçaktayken yaşadığı bu tevafuktan çok memnun olmuştu. Endişesi gitmiş, içine tatlı bir huzur gelmişti.

Özbekistan’a vardıklarında kendisini bir cami imamına teslim ettiler. İmam, caminin meşrutasında geçici olarak ikamet etmesine müsaade etti. Aleksandır, ilkokula başlayan bir öğrenci gibi her gün taze bir şevkle uyanıp, dinle ilgili yeni şeyler öğrenmenin heyecanını yaşıyordu.

Önce Kur’an’ı, sonra namazı öğrendi. O sırada Ramazan ayı girmişti. Müslümanlarla birlikte oruç tutmaya başladı. Bildiklerine her gün yeni şeyler katmak, onu çok mutlu ediyordu. Merak ettiği her şeyi soruyor cevap alıyordu. Böylece dinin farz, vacip, sünnet, mekruh ve haram hükümlerini, emir ve yasaklarını öğrenmeye başladı. Öğrendiklerini unutmamak ve daha sonra arkadaşlarına anlatmak için sürekli notlar aldı.

Ancak Aleksandır’ın zihnine özellikle iman konusunda bazı sorular takılmaya başlamıştı. Bunları da hocaya soruyordu. Bunlardan biri şöyleydi:

– Hocam, Allah birdir. Peki, bütün insanları, hayvanları, bitkileri, yıldızları, pek çok varlıkları birden nasıl idare ediyor? Bu, aklıma pek sığmıyor?

Hoca bu tür sorularına cevap vermekte zorlanıyordu. Bazı cevaplar verse de Aleksandır için tatmin edici olmaktan uzaktı. Sorular karşısında iyice sıkılan ve daralan hoca bir gün dayanamadı:

– Aleksandır, şu materyalizm, sizin kafanızı iyice bozmuş. Benim sana anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonra sana güzel bir Özbek pilavı pişirip, seni göndereceğim. Ha, bir de, sana şu küçük kitabı vereceğim. Belki sorularına onda cevap bulabilirsin, dedi.

Aleksandır kitabın hacmine bakıp bu küçük kitapta sorularına cevap bulacağına ihtimal vermemişti. Fakat yine de merak edip göz gezdirmekten kendini alamadı. Kitap, Bediüzzaman Said Nursî’nin Rusça’ya yeni çevrilmiş Yirmi Üçüncü Söz kitabıydı. Açıp okumaya başladı. İfadeler ve anlatım tarzı o güne kadar duyduklarından çok farklıydı. Hele insanın değerinin madde ile değil, İlahî sanat itibariyle olduğunun izahı çok hoşuna gitmişti. İçinden bir ses, bu kitabın tüm sorularına cevap verecek nitelikte olduğunu söylüyordu. Ayrıca hocanın verdiği Kur’an-ı Kerimle küçük Namaz İlmihali’ni alarak tekrar Rusya’nın yolunu tuttu.

Alo, Ben Abdülveli!

Aradan altı ay geçmişti. İslamî hayatı iyice benimsemiş olan Aleksandır, yeni ismine o kadar alışmıştı ki, eski ismini unutmuştu. Moskova hava alanına indiğinde, arkadaşlarının kendisini yeni ismiyle tanıyamayacakları hiç aklına gelmemişti.

– Alo, ben Abdülveli, diye telefona sarıldığında karşıdaki ses şaşkınlıkla sordu.

– Kim?

– Abdülveli!

– Abdülveli de kim? Böyle birini tanımıyoruz…

– Yahu Özbekistan’a gönderdiğiniz Aleksandır…

– Haa, Aleksandır, Yahu sen nerde kaldın?

– Ancak geldim, şimdi Moskova’ya indim. Şu saatte trene binip geliyorum, dedi.

Bu haberi alan arkadaşları çocuklar gibi sevindiler.

Sevinç ve heyecanla istasyonun yolunu tuttular. Önceden gidip trenin gelmesini beklemeye başladılar. Dakikalar geçtikçe heyecanları artıyordu. Çünkü bekledikleri kişi, onlara sonsuz hayatı temin edecek olan dinî bilgilerle geliyordu.

Nihayet kavuşma anı geldi. Tren, vuslat düdüğü ile istasyona girdi. Altı arkadaşın gözleri, kompartımandan inen insanlara takılıydı. Biraz sonra, başında Özbek külahı, sakallan uzamış, Özbek kemeri kuşanmış, heybetli birinin çıkıp kendilerine doğru geldiğini gördüler. Dikkatle bakınca bunun Aleksandır olduğunu anladılar.

devamı gelecek…