Kalem tarafından yazılmış tüm yazılar

Yahudiler birçok peygamberi öldürdüler

Kur’an’da işaret edildiği gibi İsrail Oğulları tarihin ilk çağlarında bütün alemlere üstün kılınmış büyük bir millettir. Kendilerinden birçok peygamber gelmiştir.

Hz. İsa’nın (a.s.) peygamber oluşundan yaklaşık kırk sene sonra Roma kayserlerinden Neron’un halefi Ospasyanos zamanında Beytu’l-Makdis ikinci defa tahrip edilince, Yahudi devleti zevale ermiş ve İsrail Oğullarının her tarafa sürgün edilmeleri başlamıştır.

Yahudiler, her milletten daha ziyade dünyaya haris, kalpleri kasavetli, kibir ve inatları pek kuvvetli, kendilerinden başka milletlere hile ve fenalık yapmayı büyük bir meziyet bilen, kendi ırklarını diğer ırklardan üstün gören, diğer insanların ise kendilerinin kölesi olduğuna inanırlar. Tarih boyunca nice zulüm yapmış, fesat ve fitnenin başını çekmiş olan Yahudi milletinin Müslümanlara karşı ne derece düşman olduklarını Cenab-ı Hak bir ayette şöyle ifade buyurmaktadır: “İman edenlere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahudileri ve Allah’a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır. Ve onlar büyüklük taslamazlar.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) nübüvvetini ilan etmesinden sonra, bir kısım Yahudi ile müşriklerin İslâm dinine karşı ne derece düşman oldukları ve ne gibi sinsi planlar yaptıkları tarihçe sabit bir hakikattir. Yahûdiler, bir çok peygamberi şehit ettikleri gibi, Hz. Peygamber’i de (s.a.v.) öldürmek için birçok defa sûikast teşebbüsünde bulunmuşlardır.

Peygamber Efendimiz(sav) Medine’ye hicret edince, oradaki Yahudi kabilelerinin bazıları Medine Musalahası olarak bilinen bir anlaşma yapmıştı. Ancak, Yahudiler yaptıkları anlaşmalara sadık kalmamış ve Müslümanlara şiddetli bir düşmanlık göstermişlerdir. Yahudiler, özellikle Hendek savaşında müşriklerle işbirliği yapmış ve bundan dolayı Medine civarındaki Kaynuka, Ben-i Nadir ve Kurayza kabileleri sürgün edilmişlerdir.

Hıristiyanların, Yahudilere nispetle Müslümanlara daha yakın oldukları bir hakikattir. Zira onların içerisinde ibadetle meşgul olan nice râhipler ve din adamları vardır. Onların bir çoğu da Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen peygamber olduğunu itiraf etmişlerdir.

Yahudiler Birçok Peygamberi Öldürdüler

Yahudiler, Tevrat’tan mülhem olarak Âhir zaman Peygamberi’nin geleceğini bekliyor ve onun, kendi milletlerinden olacağını zannediyorlardı. Ancak ahir zaman Peygamberi Kureyş’ten gelince, bu hâl onların kin ve hasedini galeyana getirdi. Onlar müşriklere: “Bizim neslimizden bir peygamber gelecek, eğer o gelirse görün biz size neler yapacağız.” diyorlardı. Bekledikleri peygamberi kendi soylarından gelmediği için Hz. Peygamber’in Hatem-ül Enbiya’ olduğunu bildikleri halde, inat, haset ve hırslarından dolayı onun peygamberliğini kabul etmediler. Böylece Yahudilerin İslâm dinine olan düşmanlıkları Peygamberimizin (s.a.v) doğumu ile başlamıştı. Onlar Ezeli, Ebedi, doğmadan ve doğurmadan münezzeh olan Vacibü’l-Vücud Hazretlerine evlat isnat edip, Hz. Üzeyir’e ‘Allah’ın oğlu’ diyerek dalalete sapmışlardır. Yahudiler, kendi soylarından gelmeyen Hz. Sâlih (a.s), Hz. Hûd (a.s), Hz. Şuayb (a.s) ve Hz. İsmâil (a.s) gibi peygamberlere iman etmedikleri gibi, başta Zekeriya (a.s) Yahya (a.s) İşaya (a.s) ve Cercis (a.s) olmak üzere birçoğunu da katletmişlerdir. Bu husus bir ayette şöyle ifade edilmektedir: “Verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve “kalplerimiz kılıflıdır” demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir. Pek azı hariç onlar inanmazlar.

Yine İsrail oğulları Hz. İsa’yı öldürmek istemiş, Hz. Meryem’e çok çirkin iftiralar yapmışlardır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:“(Kalblerinin mühürlenmesinin diğer bir sebebi de İsa’yı) inkâr etmeleri ve Meryem’e büyük bir iftirada bulunmalarıdır. “Bir de “Biz Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir. Oysa onu ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse, onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, ondan yana tam bir kuşku içindedirler. O hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesinlikle öldürmediler.

Yahûdiler, Hz. Dâvud’un (a.s.) soyundan gelen İsrâiloğulları peygamberi Amos’u öldürdüler. Yahûdi kralı Minşa puta tapmakta idi ve İşaya Peygamber’in (a.s) başını testere ile kestirerek şehit ettirdi.

Bunun içindir ki, başta zikrettiğimiz ayet ile Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’in (s.a.v) şahsında bütün müminlere hitaben Yahudilerin, Müslümanlara karşı husumetlerinin pek ziyade olduğunu ifade buyurmuş ve onları müşriklerden önce zikretmiştir.

Tarih boyunca nifak ve ihtilâf çıkarmada ve ehl-i hakkı bölüp parçalamada maharet kesbetmiş dessas bir millet olan Yahudiler, İlâhî iradeye her devirde karşı çıkmış, kendi peygamberlerini katletmekten çekin­memişlerdir. Bunlar her çeşit ihtilâli tezgâhlayan ve bütün ifsat komitelerini sevk ve idare eden, beşerin huzur, ahlâk ve itikadını bozmayı baş gaye edinen muzır bir millettir. Münafıklık, riyakârlık, hile, entrika ve desiselerde hiçbir kavim bunlara ulaşamamıştır.

Her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıranlar Yahudilerdir

Yahudiler hakkında nazil olan şu âyetlere de dikkatinizi çekmek istiyorum:

Elbette onları insanların hayata en hırslı, en düşkün olanları olarak bulacak, hatta müşriklerden bile daha düşkün bulacaksın. Onların her biri bin sene ömür sürmeyi arzular, oysa uzun yaşamak kendisini azaptan kurtarıp uzaklaştıracak değildir. Allah, onların neler yaptığını görüp duruyor.”

Onlardan çoğunu, günah işlemede, düşmanlıkta ve haram yemede yarış ederken görürsün. Bu yaptıkları şeyler ne kötüdür!

“Yahudiler, “Allah’ın eli çok sıkıdır” dediler. Söyledikleri söz sebebiyle onların elleri bağlansın ve lanete uğrasınlar! Aksine Allah’ın elleri açıktır, dilediği gibi verir. Ant olsun, Rabbinden sana indirilen ayetler, onların çoğunun azgınlığını ve küfrünü azdırıyor. Biz, onların aralarına tâ kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışızdır. Ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa, Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.”

“Onlar (Yahûdiler), nerede bulunurlarsa bulunsunlar, kendilerine zillet (damgası) vurulmuş, Allah’ın gazabına/hışmına uğramışlar, miskinliğe mahkûm edilmişlerdir. Bunun sebebi, onların, Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş ve haksız yere peygamberleri öldürmüş olmaları, ayrıca isyan etmiş ve haddi aşmış bulunmalarıdır.”

Biz İsrail oğulları’na Tevrat’ta şu hükmü verdik: “Muhakkak siz, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.”

Bediüzzaman Hazretleri yukarıda zikredilen ilk iki âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.”

Bediüzzzaman Hazretleri başka bir eserinde ise şöyle buyurur:

Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünya perestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstehak olmuşlar.

Yine Bediüzzaman Hazretleri başka bir eserinde Yahudi milletinin dünyaya ne kadar meftun ve derece hırslı olduklarını şöyle ifade ediyor: “Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırs ile dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi Milleti pek çok zahmet ile kazandığı, kendine faidesi az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribaî ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ü sefalet, katl ü ihanet gösteriyor ki: Hırs maden-i zillet ve hasarettir.”

İsrail Oğulları çok nankör bir kavimdir. Cenab-ı Hak, Firavun ve askerlerini denizde boğup onları sahil-i selamete çıkardı, fakat onlar. Allah’a bağlanıp, O’na ibadet edip, şükran ve minnetlerini ifade etmeleri gerekirken, büyük bir nankörlük ettiler ve bir buzağıya taptılar. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır: “Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp, erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. Ve sizin için denizi ikiye yarıp sizi kurtardığımızı ve Firavun’un adamlarını -gözlerinizin önünde- boğduğumuzu hatırlayın. Hani Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ama sonra siz, onun arkasından buzağıyı (tanrı) edinmiş ve (böylece) zalimler olmuştunuz. Bundan sonra, (artık) şükredesiniz diye sizi bağışladık. Ve hidayete eresiniz diye Musa’ya kitabı ve Furkan’ı verdik.- Hani Musa, kavmine: “Ey kavmim, gerçekten siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen, kusursuzca Yaratan(gerçek İlah )ınıza tövbe edip nefislerinizi öldürün: Bu, Yaratıcınız Katında sizin için daha hayırlıdır” demişti.”

“Buzağıyı (tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.”

Yahudiler, Huzur ve Rahatla Yaşadıkları Osmanlı Devletine de İhanet Ettiler

1492`de İspanyolların elinden kaçan yüz bin kişilik Yahudi topluluğu Osmanlılara sığınmışlardır.

Osmanlıya sığınan Yahudiler başta Selânik, İzmir, İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, Kudüs, Safed, Şam, Kahire, Ankara, Tokat ve Amasya gibi şehirlere yerleştirildiler

Osmanlı topraklarında 1844`de 170 bin, 1905`de 256 bin; 1914`de 187 bin Yahudi yaşamakta idi.

Türkiye, İstanbul’a gelen 712 İspanyol Yahudi’si mültecinin iaşesi için Kızılay’a Maliye bütçesinden 30 bin lira aktarmış, bir kısmının Giresun’a yerleştirilmesi ve bir çok Yahudi’ye Türkiye’de ikamet etme izni verilmesi, daha sonra da gerek karayoluyla, gerekse denizyoluyla Filistin’e gitmelerine imkân tanıması, bir kısım Yahudi’nin doğrudan Filistin uyruğuna geçmesine izin vermesi gibi hizmetler yapılan diğer yardımların yanında devede kulaktır

Osmanlının çok sıkıntılı döneminde, Yahudiler Filistin topraklarından bir miktar alabilmek için yüklü miktarda İngiliz altını teklif ettikleri halde, Abdülhamit; “Biz o toprakları kan dökerek aldık, ancak kanla geri veririz” diyerek onların bu teklifini reddetmişti.

II. Abdülhamit, Yahudilerin Filistin topraklarında mal edinmesini ve oraya yerleşmelerini yasaklamış, Osmanlı topraklarındaki Yahudilere para yardımı yapmıştır.

Ancak, 29 Ağustos 1897’de Yahudilerin ileri gelenlerinden Dr. Herzl’in başkanlığında İsviçre’nin Basel şehrinde toplanan Yahudiler, Filistin topraklarını parayla satın almayı ve orada bir devlet kurmayı planlamışlardır. Böylece Filistin toprakları üzerinde kurulacak bir İsrail devletinin temeli atılmış oluyordu.

Osmanlının, Yahudilere bu kadar hürriyet tanımaları, müsâmaha göstermeleri ve huzur ve refah içinde yaşamalarını sağlamalarına rağmen, onlar Filistin`de devlet kurmak isteyen bir grup Yahudi’nin emellerine engel olan Sultan Hamid`i tahttan indirmek için İttihatçılara yardım ettiler. 1915`de Ermeniler topraklarımızdan sürülünce ekonomi tamamen Yahudi’lerin eline geçmişti. Hatta Ermenilerin sürülmesinde hükümeti harekete geçirenler de Yahudilerdi. Nitekim çok zengin biri olan hilekâr ve riyakâr bir Yahudi olan Emanuel Karasu hem Sultan Hamid`e hal’ kararını tebliğ eden heyetin reisi; hem de tehcir kararını veren Talât Paşa`nın bankeri idi. Anadolu’da yaşayan Yahudilerin ekserisi de 1948`de kurulan İsrail`e göç emişlerdir.

Sultan Abdülhamit tahtan indirilince Emanuel Karasu Abdülhamit’e şöyle demişti: “Siz yüklü miktarda altın teklifimizi reddedip toprak vermediniz, ama biz oraları çok cüz’i bir para ile satın aldık.”

Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyururlar: “Sizler ( Müslümanlar) Yahûdiler’le umumî bir harp etmedikçe kıyamet kopmaz. Hatta arkasında bir Yahudi bulunan taş: “Ey Müslüman! Şu arkamdaki Yahudi’dir onu öldür!” der.

İslam âlemi, uhuvvet-i İslâmiyenin gereğini yerine getirmediklerinden mahkum ve mazlum durumundadırlar

Üstad Bediüzzaman Hazretleri Sünuhat adlı eserinde Osmanlının yıkılmasından sonraki feci ahvali şöyle ifade eder:

İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabî’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar. İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.İşte âlem-i İslam, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor. Milyonlarla ehl-i İslam, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyâda uzun seyahatlar ettirildi.”

Evet, âlem-i İslam’ın düşmanı çoktur. Artık uyanmamız ve bu oyunları görmemiz lazım. Maalesef bugün dünyada iki milyara yakın Müslüman varken, uhuvvet-i İslamiyenin ehemmiyetini yeterince anlamadıklarından dolayı mahkum ve mazlum durumundadırlar.

Yaşanan son elim hadise, Yahudilerin ne kadar, nankör, acımasız ve zalim olduğunu bir kere daha insanlığa göstermiştir

Yahudiler yıllardan beri bütün dünyanın gözü önünde Filistin halkına zulmediyorlar. Kadın, çoluk çocuk ve yaşlı demeden katledip, durmadan başlarına bomba yağdırıyorlar. Buna karşılık Filistinliler ancak taş ve sopalarla onlara karşılık verme durumunda kalıyorlar.

Yahudiler yıllardır durmadan silahlanırken, Araplar neyi beklediler? Allah’ın kendilerine vermiş olduğu bu zenginliği nerelerde harcadılar? Neden düşünmediler ki, Yahudiler bu silahlar ile Arap ülkelerini ve Müslümanları vurmak için hazırlanıyor ve vuruyorlar. Bir ayet-i kerimede mealen şöyle buyurmaktadır: “Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!” Bu ayet bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir. Evet, onların şerrini def etmek ve saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emridir. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemeyiz ve perişan oluruz.

Bir davada haklı olmak yeterli değildir, kuvvetli de olmak gerektir

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir Müslime, kuvvet hakka galiptir.” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur: “Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.” Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.

Artık uyanmanın vakti geldi ve geçiyor. Arap âleminin ve petrol ağalarının, zevk ve sefayı bir tarafa bırakıp, İslam alemiyle birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri gerekir. Aksi halde, bu yangın bütün İslâm alemini tehdit edecek boyutlara ulaşabilir ve ulaşmıştır da.

Ey Âlem-i İslâm! Uyan, Kur’ana sarıl; İslâmiyete maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!

Şimdi bütün Müslümanlara düşen en büyük görev, Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözüne kulak açıp, ittihad-ı İslam fikrini milletimizin ruh dünyasında yeniden canlandırmalarıdır.

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

Kaynak; mehmedkirkinci.com

Miraç Kandili Nedir?

Allah’ın emriyle Peygamber Efendimiz (sas)’in rûhen ve bedenen, Burak (1) isimli semavî bir binite binerek Cebrail ile birlikte Mekke’deki Mescid–i Haram’dan Kudüs’teki Mescid–i Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) kadar yapmış olduğu gece yolculuğuna –ki buna İsra denilir–, oradan da bir mi’râcla (manevî asansör) yedi kat göklere yükselip tâ Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması, burada Cebrail’i arkada bırakıp Refref denilen ledünnî binitle Allah’ın huzuruna varıp O’nun Zât–ı Akdes’ini yakînen müşahede etmesi ve zaman–mekân üstü konuşması olaylarına Mi’râc denilir. İki aşamalı bu gökler ötesi yolculuk, peygamberliğin 12. yılında, hicretten on sekiz ay önce, mübarek üç ayların ilki olan Recep ayının 27. gecesinde (Regâib gecesinden yirmi küsur gün sonra) gerçekleşmiştir. Kadir gecesinin de Ramazan’ın 27. gecesi olması ile aralarında çok gizemli bir tevafuk vardır. Bediüzzaman Hazretleri: “Mi’rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir.” (2) sözleriyle, bu gecenin Kadir gecesinden sonra en kutsal bir gece olduğunu belirtmişlerdir. Ebu Talip’in ve Hatice (ra) validemizin vefatı ile çok hüzünlenen, müşriklerin üç yıl süren ablukası ve Tâiflilerin saldırıları karşısında daralan Allah Rasûlü (sas) (ve mü’minler), bu mi’rac olayı ile çok muhteşem bir teselliye ve ihsan–ı İlâhîye ve nail olmuştur. Üç ayların ilk kandili, Regaip gecesi, ikinci Mi’rac gecesidir. Regaib gecesi, Zât–ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının ünvanıdır. Mi’rac gecesi de Zât–ı Ahmediyenin terakki hayatının zirve noktasının ünvanıdır. (3)

Kur’ân–ı Kerim’de İsrâ suresi (17/1) bu İsrâ olayını anlatır. Necm suresi de İsrâ’nın devamı olan Mi’râc hadisesini anlatır. (4) Âyetlerde biraz da kapalı olarak anlatılan bu esrarengiz yolculuğu, Peygamberimiz (sas) bir çok hadîslerinde detaylarıyla anlatmışlardır. (5)

Bir gece Kâbe–i Muazzama’nın Hatîm mevkiinde yatarken, Cebrail (as) gelip mübarek göğüslerini yardı, kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup eski hâline koydu. Sonra beyaz bir binek Burak ile (normalde bir aylık mesafedeki) Mescid–i Aksa’ya uçtular. Orada bütün peygamberlerin ruhlarına imam olup namaz kıldırdı. Bu, onların şeriatlerinin asıllarına mutlak varis olduğunu ifade ediyordu. (6) Bir de kendisine su, şarap ve süt takdim edildi. O, fıtrî ve tabiî olan sütü içti. Bu ise ümmetinin doğru yola iletildiğini ifade ediyordu. Ardından yüceliklere yükseltici bir mi’rac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır.

1. kat semada: Hz. Adem’le, 2. kat’ta Hz. İsa ve Hz. Yahya, 3. kat’ta Hz. Yusuf, 4. kat’ta Hz. İdris, 5. kat’ta Hz. Harun, 6. kat’ta Hz. Musa ve 7. kat’ta Hz. İbrahim ile görüştü.

Melekleri, Cennet ve Cehennem’e kadar bütünüyle ahiret hayatını müşahede etti. Bütün mülk ve melekût âlemlerini dolaştı. (7) Cebrail daha sonra Peygamberimiz (sas)’i daha da yükseklere çıkardı, öyle bir fezaya vardılar ki kaderleri yazan kalemlerin cızırtıları duyuluyordu.  Nihayet varlıklar âleminin son sınırı olan Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaştılar. Cebrail:

“İşte burası Sidretü’l–Müntehâ’dır. Ben buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam, yanarım.”

dedi. Peygamberimiz (sas)’e Sidre’de dört kutsal nehir ve her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beyt–i Ma’mûr gösterildi. Sonra kendisine şarap, süt ve bal dolu üç bardak sunuldu. O, yine sütü tercih etti. İçtiği süt, onun ve ümmetinin fıtratı, yani hilkat–i İslâmiyesiydi.

Ayrıca şehitlerin ve muttakilerin cenneti olan Cennetü’l–Me’vâ’yı temaşa etti. Cebrail’i geride bırakan Zât–ı Ahmediye Aleyhisselam, burada Refref’e binerek Arş–ı A’lâ’ya urûç etti ve tâ Kâb–ı Kavseyn olarak belirtilen “imkân dairesinin bitiş, vücûb dairesinin başlama sınırına” ulaştı. Huzûr–u Kibriya’da Zât–ı Akdes’e ok yayının iki ucu kadar, hattâ daha fazla yaklaştı. (8) Cemâlullah’ı perdesiz ve vasıtasız olarak müşahede etti, Onunla zaman ve mekândan münezzeh olarak bîkem u keyf konuştu. Daha sonra tekrar Refref’le Sidre’ye geri döndü. Orada Cebrail’i asıl hüviyetiyle –tıpkı ilk defa Hira’da gördüğü şekliyle– gördü. (9) Müteakiben de yine Cebrail ile birlikte göz kırpması kadar kısa bir zaman parçasında dünyaya nüzûl eylediler. (10)

“Ben mi’racdan daha güzel bir şey görmüş değilim.” (11)

diyen Peygamberler Sultanı (sas), mi’rac yüceliklerinden –âdeta bir vefa duygusuyla– geri dönerken yanında ümmetine çok büyük hediyeler getirmiştir.

Birincisi: Beş vakit farz namazı getirmiştir. İhsan şuuruyla kılınan namazlar, ümmetin mi’rac asansörleri olacaktır.

İkincisi: “Âmenerrasûlü” diye bilinen âyetleri getirmiştir. (Bakara, 2/285–286)

Üçüncüsü: İsra Suresi’nin 22–39. âyetlerinde(12) bahsedilen on iki adet İslâm prensibini getirmiştir. (13)

Dördüncüsü: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölen kimselerin günahlarının affedileceği ve Cennet’e girecekleri müjdesini getirmiştir.

Beşincisi: İyi amele niyetlenen kişiye –onu yapamasa bile– bir sevap; eğer yaparsa on sevap yazılacağı; fakat kötü amele niyetlenen kişiye –onu yapmadığı müddetçe– hiçbir günahın yazılmayacağı; ancak işlediği zaman da sadece bir günah yazılacağı müjdesini getirdi.

Bir diğer hediye de, Mi’rac gecesi Allah ile karşılıklı selâmlaşma ve sohbetlerinden bazı sözleri getirmiştir ki et–Tahiyyâtü diye meşhur olan bu sözler, bütün namazlarda teşehhütte otururken okunmakla Mi’racda Allah ile Habibi (sas) arasındaki o kutsî sohbeti hatırlatmakta ve benzerî bir mükâlemeye namaz kılanı mazhar etmektedir. (14)

Evet Zât–ı Ahmediye, bütün velayetlerin üstünde bir külliyet ve ulviyetle tezahür eden velayetinin bir neticesi olarak İlâhî kemal mertebelerinde seyrü sülûk olan Mi’rac (15) ile huzur–u kibriyaya uzanan yolu açmıştır. Kapıyı da açık bırakmıştır ki, arkasındaki evliyayı ümmet, ruh ve kalp ile o nuranî caddede, Mi’râc–ı Nebevî’nin gölgesinde seyrü sülûk edip istidatlarına göre yüce makamlara çıkıyorlar. (16) Mi’rac’ta farz kılınan beş vakit namaz, mü’minin mi’racıdır; (17) ve Mi’rac–ı Ekber’in (Efendimiz’in Mi’racı) cilvesine mazhar (18) olan bir mi’rac–ı asgar (küçük mi’rac’tır. (19) Bu mi’racın zirvesi ise secde hâlinde yaşanır, (20) kulun Allah’a en yakın olduğu anda. Her mü’min, namazın fiil ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. (21)

Bediüzzaman Hazretleri:

“Leyle–i Mi’rac, ikinci bir Leyle–i Kadir hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket–i maneviye sırrıyla, inşâallah her biriniz kırkbin dil ile tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisan ile bu kıymetdar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukabil, bu gecedeki ibadet ile şükredersiniz.” (22)

sözleriyle bu gecenin manevî bir fırsat bilinip değenlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmişlerdir.

“Bu bağlamda, fıkıh kitaplarında bir Mi’rac gecesi namazından bahsedilmektedir ki, kılınması müstahsen görülmüştür: 12 rek’attir. Her rek’atında fatiha suresiyle beraber herhangi bir sure okunarak iki rek’atte bir selâm verilir. Sonra da 100 kere “Sübhânellâhi velhamdü lillahi vela ilahe illallâhü vellâhü ekber.” denilmelidir. Müteakiben ise 100 kere tövbe ve istiğfar edilip, 100 kere de Efendimiz (sas)’e salât ü selâm getirilmelidir. Gündüzünde de oruçlu bulunmalıdır; zira bu hâlde günaha dair olmaksızın yapılacak her duanın kabul edileceği inayet–i İlâhîden umulur. (27) Ayrıca bütün mü’minlere dua etmeyi de unutmamalıdır.”

Nasıl ki Efendimiz’in (sas) Mevlid kandillerinde, Onun kutlu doğumunu anlatan Mevlidler okunur; öyle de Mi’rac kandillerinde, bu semavî seyehati anlatan Mi’râciyeler okunur. (28) Mevlid–i Nebi şairi Süleyman Çelebi’nin “Söyleşirken Cebrail ile kelâm / Geldi Refref önüne, verdi selâm” beytiyle başlayan mi’raciyesi meşhurdur. Bu kandil gecesi, Mi’rac olayını anlatan hadîsler ve kitaplar yeniden okunmalı, toplantılar düzenleyip mi’raciyeler okutulmalıdır. Gönüller ilâhilerle coşmalı, ilmî–manevî sohbetlerle kendinden geçmelidir. Kur’ân’dan özellikle (İsra, 17/1, 22–39. âyetleri, Necm 53/1–18; Bakara, 2/285–286) âyetleri ve tefsirleri okunabilir. Eğer kişi, Kur’ân’ın dilinden kalp kulağıyla iman derslerini dinleyip başını kaldırıp vahdete tam yönelse, “kulluğun mi’racı”yla kemalat arşına çıkabilir. (29) Mi’rac’ta iman hakikatleri gözle görüldüğü için, bu kandil gecesi imanî konuları ve o konular içinde Mi’rac’a ait meseleleri derinlemesine okuyup mütalâa etmek lâzımdır. (30) “Mi’rac–ı imânî” (31) ile âdeta İlâhî mükâlemeye nail olmalıdır.

Camilerde cemaatle kılınan akşam ve yatsı namazları ve okunan Kur’ân’larla kıvamını bulan ruhlar, daha sonra evlerine çekilmeli, evlerindeki mescid–i haram mesabesindeki odalarından seccade burak’ına binerek ilham cebrail’i eşliğinde ihlas mescid–i aksa’sına varmalı; orada gözyaşıyla karışık bir kâse mânâ sütü içtikten sonra secdelerin mi’racıyla yükselip âyetlerin kanatlarında ruhunun mülk ve melekût semalarına yelken açmalı, her rek’atta âdeta bir kat yukarılarına doğru yücelmeli, bir noktadan sonra binit değiştirip ihsan (32) refref’ine binerek kendi kemal sidre–i müntehalarında pervaz etmeli, nihayet insanda arş–ı azam mesabesindeki kalbin derece–i ufkuna urûç ile tâ kâbı kavseyne ulaşıp “et–tahiyyâtü”nün sırrıyla huzur–u kibriya’da sünûhât ve ilhâmât ötesi bir nevi mükâleme–i İlâhiye ve müşahede–i Rabbâniyeye mazhar olmalıdırlar.

Dipnotlar:

1) Merkepten büyük, attan küçük bu göksel binit beyaz renklidir ve Cennet’ten getirilmiştir. (Nursi, Mektubat, s.303, Envar Neşriyat, İstanbul, 1992).
2) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598.
3) Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.207.
4) Necm, 53/1–18.
5) Buhari, Bed’ü’l–Halk, 6; Enbiya, 22, 43; Müslim, İman, 263, 264; Tirmizi, Tefsîr’u–İnşirâh, 33–34; Ahmed b. Hanbel, 1/309; Musannef, 14/306; İbn Hişâm, Sîretü’n–Nebî, 2/44, İhyâü’t–Türâsi’l–Arabî, Beyrut, Beyrut.
6) Nursi, Sözler, s.525.
7) Nursi, Sözler, s.560.
8) Necm, 53/9.
9) Necm, 53/1314.
10) Nursi, Sözler, s. 136, 562. Mi’rac olayının “bast–ı zaman gibi” çok kısa bir sürede olduğuna dair bkz. Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.197; Nursi, Lem’alar, 
21) Buhari, Salât, 1; Hacc, 76, Enbiya, 5, Tevhid, 37, Menâkıb, 24; Müslim, İman, 259; Ahmed b. Hanbel, 3/148, 149, 5/143. Mi’rac: Semavî asansördür ki, ölülerin ruhları gökyüzüne onunla yükseltilir. Bu yüzdendir ki ölülerin gözleri yukarılara gökyüzüne doğru bakar.
12) “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Ana–babanıza da iyi davranın. Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını verin. Gereksiz yere de saçıp savurarak israfçı ve cimri olmayın. Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Zinaya yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın. Ahdinizi yerine getirerek verdiğiniz sözü tutun. Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.” (İsra, 17/22–39).
13) Müslim, İman, 264.
14) Nursi, Şualar, s.77–79.
15) Nursi, Sözler, s.561, 563.
16) Nursi, Sözler, s. 580; Nursi, Mektubat, s.306.
17) Kaynaklarda bu mânâyı gösterir şekilde bazı hadîsler bulunmaktadır: “Sizden biriniz namaza durduğunda Rabbiyle münacat edip konuşur.” “Cenab–ı Hakk’ın namaz kılan kula teveccühü ve ikbali devam eder, tâ ki kul namazdan çıkıncaya kadar (ya da kul sağına–soluna dönünceye kadar).” Buhari, Salât, 39; Müslim, Mesâcid, 54; Salât, 108, 121; Müsned–i Ahmed, 2/26, 34, 36, 129.
18) Nursi, Şualar, s. 92, 643.
19) Nursi, Şualar, s.645.
20) Nursi, Mesnevi–yi Nuriye, s.63; Nursi, Sözler, s.47.
21) Nursi, Sözler, s.572. Ümmet de insilâh–ı küllî denilen bir haletle bir nevi mi’rac yapmaktadır. İnsilâh–ı küllî: Kulun (mutasavvıfın) unsurlardan mürekkep olan kesif madde bedeninden çıkarak, bütün unsurları bırakıp âlem–i gaybdan olan latif cesediyle semalara urûc etmesi olayına denir. Bkz. Yazır, Muhammed Hamdi, 5/315152, Eser Neş.İstanbul.
22) Nursi, Şualar, s.499; Tarihçe–i Hayat, s.598, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
23) Bediüzzaman Hazretleri bazen kandil gecelerini iki gece olarak değerlendirirdi. Örneğin bir defasında Mi’rac gecesini iki gece olarak kutladığını kendisi belirtmektedir. [Nursi, Emirdağ Lahikası, 2/65>.
27) Bilmen, a.g.e., s.188.
28) Nursi, Mektubat, s.307.
29) Nursi, Sözler, s.364.
30) Bu meyanda Risale–i Nur Tefsirlerinden uygun bahisler okunabilir. Zira “Risalei–Nur, hakikat–ı Kur’ân ve mi’rac–ı îmandır.” [Nursi, Sikke–i Tasdik–i Gaybî, s.266>.
31) Mi’rac–ı İmânî için bkz: Nursi, Tarihçe–i Hayat, s.373; Asa–yı Musa, s.138).
32) İhsan: Allah’ı görüyor gibi veya O’nun gördüğü şuuruyla ibadet ve kulluk yapmaktır.

Abdulkadir Haktanır abimiz Hakka Vasıl Olmuştur.. (Ruhu için El-Fatiha..)

İleri yaşına rağmen, Trakya Cemaat Okumalarına, ara ara İstanbul’dan gelip katılan, ayrıca Risale-i Nurların Neşrinde Balkan ülkelerinde takdire şayan ihlasıyla, himmet ve gayretiyle tüm gençlere hüsn-ü misal olan Abdulkadir HAKTANIR abimiz yaşlılık kaynaklı nedenler ve malum hastalık vesilesiyle HAKKA VASIL olmuştur.

Allah (C.C) mekanını Cennet , kendisini ve bizi Peygamber Efendimiz’e (SAV) ve Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerine komşu etsin…

NurNet Ekibi olarak sitemizin en faal yazarlarından olan, Risale-i Nur hizmetine ömrünü vermiş, ihlasıyla, himmet ve çalışkanlığı ile bizleri de gayrete getirmiş ve her zaman destek olmuş olan Abdulkadir Haktanır abimizin ruhu içi El-Fatiha…

 

 

Abdulkadir abimizin tüm yazıları için tıklayınız: http://www.nurnet.org/tag/abdulkadir-haktanir/

 

  • Evet, sırr-ı ihlas ile samimi tesanüd ve ittihat, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar, zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. “Ve o ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar. (İhlas Risalesi / Risale-i Nur)

Hanımları Düşmandan Koruyun!

Alnı ak günlü pak seccadeden doğruldun,

Her tarafı parlatan Nurlar ile yoğruldun.

 

Gönlünü arşa açıp duaya el kaldırdın,

Ruhunu hakikatin gerçeğine daldırdın.

 

Al sancak oldu “örtün” namusuna şahittir,

Baban amcanla dayın belki birer şehittir.

 

Şerefli emaneti onlar bıraktılar sana,

Gitti o aziz ruhlar ebediyetten yana.

 

Mukaddes emanetin mekânı seccadendir.

Senin duana el açmaya koşuşan dedendir.

 

Ey Müslüman hanımı sen dinine sahip ol,

Karşında var iki yol, birisi sağ biri sol

 

Biri Nurdan bir cadde cennetlere yükselir

Diğerinin sonunda pişmanlıklar dizilir.

 

Nur ile aydınlanır hakka giden Nurlu yol,

Nar ile zindanlaşır şeytanımsı putlu sol.

 

Dinsizlerin ağzında yutulacak lokmasın,

Aç gözünü kardeşim küfür seni yutmasın.

 

Dinine uymak için Nurlanmaya varırdın,

O zamanlar güzelim elbisene sarılırdın.

 

Bu güzelim hayata tekme vurarak kandın,

Şeytanlara uymakla, sen diri diri yandın.

 

Niye nefsine uydun şeytanına aldandın,

O kötü arkadaşına nasıl oldu da kandın,

 

Düne kadar o zarif elbisendi ne güzel,

Seni Furkan’da övmüş Haliki Rabbi ezel

 

Sonra şerefsiz kaldın bu cemiyet içinde,

Haydi bir bak kendine ruhun hangi biçimde.

 

Ondan sonra ne oldu birden değişik oldun

Sen gonca gibiyken hemen sarardın soldun

 

Utanmanın hayânın ufkunu tüm bitirdin,

Şimdi ne oldu sana nahoş âleme girdin.

 

Sokakta kilitlendin kurtulunca evinden,

Erkek bulamaz oldu, el değmemiş bir beden.

 

Ah o uğursuz güruh seni yaktı kavurdu,

Bazı hainlerdir ki, seni kalbinden vurdu.

 

Gayretli ol bacım ki, kurtulasın bu yoldan,

Sarmış şeytan gibiler hem sağından hem soldan.

 

Ey Müslüman hanımı düşün ve kendine gel,

Olur olmaz kimseye sen sakın uzatma el. 

 

Ne olur elmasla yaz, tarihlere adını,

Aman dinini bırakma, ey Müslüman kadını!

 

Abdülkadir Haktanır

Futbol Hastalığı

Pandemi salgını on aydır devam ediyor. Bununla ilgili çeşitli haberler, yorumlar, ikazlar yanında çeşitli sektörlerde maddî ve manevî yönlerden sebeb olduğu çeşitli zararlardan ve faydalardan bahsedenlere de rastlanıyor. 
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) da,  1-2-3.  Super Lig’lerin 2020-2021 sezonundaki futbol maçlarının ne zaman başlayıp ne zaman sona ereceğine dair tarihlerle birlikte, pandemi salgını sebebiyle bu futbol maçlarının “seyircisiz” olarak yapılacağını da açıklamıştı ve o maçlar seyircisiz olarak yapılmaya devam ediyor. Acaba bir sezon boyunca seyircisiz futbol maçları yapılmasının manevî faydası olabilir mi, bunun hakkında ne denilebilir?
Bilhassa gençler ve hemen her yaştakiler için sporun, beden hareketlerinin faydası ve lüzumu inkar edilemez. Tatbik tarzına ait her türlü teferruatında İslâm’ın emir ve yasaklarına uymak şartıyla, sporu ihmal etmemelidir. Hareketsizlikten, çeşitli hastalıklar  meydana gelebilir. Kâinatta “daimi bir hareket kanunu” işlemektedir. Adalelerin çalışması, bazı vücut organlarının da daha iyi çalışmasına sebep olur; kan daha iyi devreder, akciğerlerin teneffüs kapasitesi artar, vücutta meydana gelen zehirlerin atılması kolaylaşır. Bedenî faaliyet, zihnî yorgunlukların giderilmesinde de müessir bir çâredir.

Sporun birçok nevileri olmakla beraber, herkes her nevi sporu yapamaz; sporun yaşla ve vücut kapasitesi ile yakın alâkası vardır. Fakat en çok  “sistemli yürüyüş” tavsiye edilmektedir..

İnsanlarda spora karşı fazla alâkanın bulunması yadırganacak bir hal de değildir. Aksine, askerlik gibi bazı mesleklerde sporun büyük önemi vardır. Fakat “spor alâkası” görünüşü altında, sporun hakiki gayesi, mahiyeti ve faydalarından mahrumiyetle; ölçüsüzce, körü körüne bütün mevcudiyetiyle bazı sürükleniş meyillerini de hoş görmemek gerekir.

– “Sporla meşgul oluyor musunuz?” sualine şu cevaplar vb çok verilmektedir:

“- Evet, mühim futbol maçlarını hiç kaçırmam.”

“- Evet, her hafta mutlaka spor-toto veya spor-loto oynarım(Bütün şans oyunları İslâm’da haramdır)

“- Mühim bir maç, olmadan önce ve olduktan sonra da, günlerce beni meşgul eder.”

“- Mühim bir maçı seyredebilmek için Türkiye’de veya dünyanın neresinde olursa olsun, bütün imkanlarımı kullanabilirim…”

“- Benim için en alaka çekici konuşma mevzuu futboldur.”

Yukarıdaki suale bunları ve benzeri cevapları verebilecek kişilerin halen ülkemizde çok sayıda bulunması, basın, medya vd  bazılarının (şöhret, tiraj, bol reklam ve bol para vd gibi) kendilerine ait çeşitli menfaat hesaplarıyla bu alâkayı devamlı olarak pompalamaları, futbol hastalığının durumunu gerçekçi olarak tahlil etmeyi icap ettirmektedir.

Oyun heyecanı fazla bir spor olan futbola aşırı alâka gösterenlere “futbol hastası”, maç günleri başka vilayetlerden bile gelip bilet alabilmek için bir gece öncesinden turnikeye girerek açık havada, soğukta sabahladıkları stadyumlara “hastane” denilmesi, oldukça yaygın ve eskidir. Fakat aşırı futbol meraklıları, kendilerine “futbol hastası” ve stadyumlara “hastane” denilmesine ekseriya kızgınlık göstermezler.

“Futbol hastalığı” tenkid ve münakaşa konusu yapılsa bunlar, bütün dünyanın futbol heyecanı ile sarsılmakta olduğunu, Güney Amerika memleketlerinden, İngiltere’den, İtalya’dan misâller getirerek anlatıp, sanki “asıl anormal hâlin futbola hiç alâka göstermemek olduğunu îma eder gibi konuşurlar!. Salgın bir hastalık birçok dünya memleketlerinde yaygın halde olsa, bu hastalığı “sıhhat” ve bu hastalığa yakalanmamış olmayı “hastalık” diye mi kabul etmek icap eder?

Bu hâl, Şark’lı bir yazarın daha sonra bir Türk hikaye yazarı tarafından da kendi hikayesiyle  tekrarlanmış “Herkesin içtiği su” başlıklı meşhur bir hikayesini hatırlatıyor: Bir hükümdarın ülkesinde bir su çıkmış. Bu sudan içenler deli oluyorlar ve bu sudan içmeyenleri kendileri “deli” olarak vasıflandırıyorlarmış!. Hükümdar ve veziri buna bir çare arayıp bulamazlarken, bu sudan içerek deli olanların sayısı da  artmaya devam ediyormuş. Onların sayısı arttıkça, o sudan içmemiş diğerlerinin üzerlerinde yaptıkları maddî-manevî baskıları da artıyormuş. Bu duruma bir çare arayıp bulamayan hükümdarın veziri, nihayet ümitsizlik içerisinde hükümdara gelip bu sudan içip deli olanların kendisine de karşı davranışlarına daha fazla dayanamayacağını, kendisinin de bu sudan içip diğerleri gibi olmaktan başka çare bulamadığını söylemiş. Hükümdar, bütün gayretlerine rağmen, vezirini bu kararından vazgeçirememiş. Veziri de o sudan içip “deli” olduktan sonra ve o sudan içmeyen hükümdara veziri de “deli” nazarıyla bakmaya başlayınca, son olarak hükümdar kendisinin de o sudan içmekten başka çaresi kalmadığınına kanaat getirmiş ve o da “herkesin içtiği su”dan içmiş..”

Bu Şark hikâyesi böyle bitiyor. Acaba tüm dünyayı sarmış olan futbol hastalığının hikâyesi ne zaman ve nasıl bitecektir?

Futbol hastalığının teşhisini ve tedavisini icap ettiren belirtisi; içi devamlı olarak teneffüs ettiğimiz atmosfer havasından biraz daha tazyikli hava ile doldurulmuş meşin bir topla oynayan futbolcuları ve hakemlerini aklıyla, kalbiyle, göz ve kulak gibi duyu organlarıyla, günahının da olabileceğini hiç  düşünmeden sürüklenmek şeklinde kendini gösteriyor!.

Futbol hastalığı insanların en kıymetli hazineleri olan vakitlerinin israfına, çeşitli ölçüsüz, taşkın ve günah sayılan işler yapmalarına, bazen de küfürleşmelerine, dövüşmelerine ve hattâ ölümle neticelenen olaylara, bizzat maça seyirci olarak giderek veya televizyondan futbol maçı seyredenlerde bunlardan hiçbiri olmasa bile, futbolcuların ve hakemlerin (uzatmasız maçlarda) en az 90 dakika müddetle İslâm’daki erkek tesettürüne aykırı şortlarla görüntülerine bakmanın günahlarına sebeb olmaktadır. Bir Anadolu şehrimizde, mahallî takımlarının başka bir şehirde yapacağı maça gitmek için otobüs kiralamak isteyen, fakat bunun için paraları olmayan bazı gençlerin gece tenha sokaklarda ellerinde zincirlerle yol kesip zorla para almaları ve benzeri, daha da kötü örnekler, futbol hastalığı ile ilgili  hastalık belirtilerinin bazı misalleridir.

Fıkıh âlimleri, “en iyi beyin sporu” olmasının yanında, insanların bu dünyaya gönderilmelerinin hikmeti ve gayesiyle uyumlu olmayan bazı mahzurlarını dikkate alarak satranç oyununda aşırılığı bile hoş görmemişken, satranca göre çok eksik ve geri yönleri bulunan futbolun ve bununla alâkalı futbol hastalığının durumunun, dinî olarak da ciddî şekilde düşünülmesi ve yorumlanması icap etmektedir.

Bazıları,

“-Daha kötü şeylerle uğraşmaktansa bırakalım; insanımız futbolla uğraşsın..” demekte ve bu sözleriyle kişileri futbol hastalığı aleyhinde konuşturmamaya çalışmaktadırlar. Onların bu hali, İspanya’yı 50 yıl diktatörlükle idare etmiş olan General Franko ile alâkalı bir nakli hatırlatmaktadır:

General Franko’ya 50 yıl koskoca İspanya’yı diktatörlükle nasıl idare ettiğini sormuşlar; General Franko:

“- Büyük arenalarda (boğa güreşlerinin yapıldığı yerlerde) ve büyük futbol sahalarında insanları uyutarak…”(!)

cevabını vermiş.

 Aynı mevzuyla alâkalı olarak söylenebilecek başka şeyler de olabilir.

“-Daha kötü işlerle uğraşmaktansa..” yanlış hoşgörü cümleciğine karşı, boş bir kabın doldurulması ile alâkalı şu duruma dikkat çekilebilir:

Boş bir kabı, “Daha kötü bir şeyle doldurmaktansa..” yanlış hoşgörüsüyle herhangi bir şeyle doldurursak, o boş kap “dolu” duruma geleceği için, onu daha sonra “iyi” bir şeyle dolduramayız. Bunu yapabilmek için, daha önce doldurulmuş olanın bir kısmını veya tamamını boşaltmamız icap eder. İnsanın ruhî, aklî, hissî alâkalarının mazharı bir “kab”ın var olduğu farz edilirse “o kab daha kötüsü ile dolmasın” diye “futbol hastalığı”yla doldurulursa, onun daha iyisiyle doldurulmasını kısmen veya tamamen engellemiş oluruz!. 
Ancak önceden doldurmuş olduğumuzu kısmen veya tamamen boşaltmak suretiyle, o “kab”a daha iyi bir şeyi doldurmamız mümkün olabilir. Bu ise pratikte hem zordur, hem de önceden doldurmuş olduğumuzu tamamen boşaltmadıkça, yeni doldurmuş olduğumuzla karışınca belki; “müşevveşiyet” (karmakarışık bir vaziyet) husule gelecektir. Nitekim, asrımızın insanlarında bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerine çok rastlanmaktadır. 
Bu “müşevveşiyet” hâlinin misallerinden birini, tanıdığım yüksek dereceli ve beş vakit namazını kılan fakat “futbol hastası” bir memurun, futbol maçlarına namaz seccadesi ile gitmesinde, maça gelmiş seyircilerin tezahüratı esnasında namazını da aksatmamaya çalışmasında; fakat futbol sahasındaki, İslâmî tesettüre uymayan kısa şortlu futbolcu ve hakemlere en az 90 dakika  bakmanın günahını yüklendiğini düşünmemesinde görmüştüm.  

“Futbol hastaları” manevî değerlere de sahip olsalar, o hastalıklarının derecesine göre bu müşevveşiyet ile, zihinleri bazı futbolcular ve futbol maçları üzerinde yapılan fuzulî yorumlar ve değerlendirmelerle meşgul olur; boş zamanlarında ve bulabildiği bazı fırsatlarda İslâm’ın âyetlerle ve hadislerle yasakladığı “mâ-lâ-ya’nî” (mânasız, faydasız, boş şey) günahı sayılacak hâller ve sözlerle de günahlara girerler..

Böyle yanlış hâller ve sözleriyle de,  “futbol hastaları” –belki aslında öyle olmasa bile- kendilerini bu dünyaya sanki futbol oynamaya, futbol seyretmeye, futbol üzerinde konuşmaya, futbol münakaşası yapmaya ve hattâ bazıları daha da ötesinde “spor toto”, “spor loto” gibi şansa dayandığı için haram olan kumarları oynamak için gelmiş zanneder gibi davranırlar.

Bu mevzudaki manevi tehlikelere bir misâl de vermiş olmak için, Türkiye’de yıllarca “Gol Kralı  unvanını muhafaza etmiş, “futbol hastası” binlerce hayranını kendisine gıpta ettirmiş, küçük çocuklara büyüdükleri zaman onun gibi olmak özentisini vermiş meşhur bir futbolcuyla yapılmış ve basında yer almış eski bir röportajdan da bahsetmek istiyorum.

Röportajı yapan gazetecinin muhtelif soruları arasında,

“- Hayat görüşünüz nedir?” sorusuna, o meşhur “Gol Kralı”:

“- Hayat hoş ve boştur, gerisi loştur; al dizginleri koştur da koştur!..” (!) cevabını vermiş…

Meşhur ve muteber bir sözdür:

“- Hayat görüşünün ne olduğunu söyle; senin kim olduğunu söyleyeyim.”

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmetini ve gayesini şuurlu olarak anlamış her mü’min, bu “hayat görüşü (!)”nün yanlışlığına çok kolaylıkla hükmedebilir. Onun bu çok yanlış sözlerine tepki göstermeyen insanların bu sözlerle ilgili manevî tehlikeleri ve zararları anlayabilmeleri için ise, önce hakikî ve şuurlu bir mü’min olmaları icab eder. Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine gerektiği gibi iman etmemiş, insan olarak bu dünyada bulunuşunun hikmetini ve gayesini tam idrak edememiş bir “futbol hastası” ise, aklı bazı meşhur futbolcuların hayat hikayeleriyle, şimdiye kadar oynadıkları takımlarla ve attıkları gollerle geveze, ruhu da bunlar gibi faydasız şeylerle sersem olmuş bir halde ve hakikat gözü de bu sebeple kısmen kapanmışken, kendisinin en büyük alâka mevzuuna yapılan haklı tenkitleri kabul edemez ve onlara karşı haksız tepkiler gösterir.

Futbol hastalığı, “manevî bir hastalık”tır, bütün dünya memleketlerinde salgın halinde oluşu, bunun aksine delil gösterilemez. Zira bir insan için normalliğin hakikî ölçüsü, “moda olan cereyanlara veya salgın manevî hastalıklara kapılmış olmak” değildir. Bütün kâinatı ve bu büyük kâinat içinde küçük bir kâinat olan insanı yaratan Allah, yarattıkları için ölçüler, kanunlar, nizamlar da koymuştur. Aklıyla muhayyer (seçmeli) olarak dünya imtihanına gönderilen insanlar, cüz’î iradelerini Allah’ın kendileri için koyduğu ölçülere, kanunlara ve nizamlara ne derecede uygun olarak kullanırlarsa, o derecede “hakikî bir insan” olmak vasfına ulaşabilirler.

Zamanımızda, kıyafetlerde ve ideolojilerdeki “yeni moda olanı taklid etmek” temayülü, futbol hastalığı mevzuunda da mevcuttur ve hakikî insanlık şahsiyetini bir ucundan da bu taklitçilik kemirmektedir.

Hayata boştur (!) diyerek iftira eden, dolayısıyla Kâinatın Yaratıcısını mânasız, abes ve maksatsız iş yapmakla (Hâşâ) itham edenlere, İyi top sürüyor veya Çok gol atıyor” diye muhabbet etmenin tehlikesi açıktır. Maalesef bu tehlikeye gereği ve yeteri kadar dikkat çekilmiyor.

“Gerçek değerler sistemini” bulabilmenin ve muhafaza edebilmenin daha zor olduğu bu âhirzamanda, çocukluğundan itibaren yavaş yavaş futbol hastalığının pençesine düşen bazı nesillerimizi, “masum bir spor alâkasının çemberine girenler” olarak mı göreceğiz? Onların, ruhlarıyla, akıllarıyla, bedenleriyle, zamanlarıyla aşırı şekilde top peşinde koşmalarının, tahlili icab eden bazı psikiyatrik yönleri de yok mudur?

Belli şekildeki ve büyüklükteki, içi etrafımızda çok bol ve her an teneffüs ettiğimiz havanın biraz daha yüksek tazyikli hali ile dolu meşin bir topun peşinden -çocukluk çağlarını çok geride bırakmış olmalarına rağmen- bazı insanlarımızın bütün mevcudiyetleriyle koşmaları, bu şekilde vakit geçirmeye, oyalanmaya, iç sıkıntılarından kurtulmaya, teselli bulmaya, deşarj olmaya çalışmaları, kendilerinin de teşhis edemedikleri, fakat teşhisi icap eden marazî bir ruh halini aksettirmiyor mu?

Bir zamanlar, imanla küfür arasındakilere onlardan farklı “üçüncü bir ekol” mânasında “ne sağcı, ne solcu; futbolcu” denilmesi çok yaygındı. Şimdi böyle denilmiyor; çünkü futbol alâkası bu mevzuda, yukarıda da bahsedilen yazılı basın ve diğer medyanın pompalama gayretlerinin neticesinde, imanla karışıp yukarıda da kısaca bahsedilen “müşevveşiyet” halini meydana getirmiş durumda! Bu mevzuda kendisinin hiçbir şikâyeti, endişesi olmayanlar ve bu halde yaşamakta mahzur görmeyenler de mevcut olabilir; fakat bu mevzuda şikâyeti, endişesi ve hassasiyeti olanlara, bilhassa çocuklarının küçük yaşlarından itibaren terbiyeleri esnasında, yukarıda bahsedilen “boş kabın doldurulması” misâlini dikkate almalarını tavsiye etmek yerinde olacaktır.

Çocuklarının midelerini, küçük yaşlarından itibaren besleyici çeşitli gıdalarla doldurmaya ve onların maddî bünyelerinin gelişmesine hizmete çalışmakla kalmayarak, onların akıllarının, hislerinin ihtiyaçları olan “en iyi manevî gıdaların da zamanında verilmesi” ihmal edilmemelidir. Onların ileri yaşlarında “futbol hastalığı” ile manevî tehlikelere ve zararlara girebilmesine karşı koruyucu bir aşılama böyle yapılabilir. Anneler ve babalar, çocuklarının manevî açlıklarının da doyurulması için onların akıllarını Mârifetullah, kalblerini Muhabbetullah ile beslemeye ve onlara tahkikî imanın neşesini tattırmaya çalışılmalıdır. 
O zaman, çocuklarının futbola “bir spor nev’i” olmaktan çok daha fazla değer vererek ondan çok daha mühim olan alâka mevzularına ise kayıtsızlık ve hattâ bazen de inkâr halleri göstermelerinin, çocukluk çağlarından itibaren önlenmesi de belki mümkün olabilir. Böyle bir terbiyeyi alan çocukları sadece  “zararsız bir oyun ihtiyacı ve gerçek spor maksadı” ile futbol oynarlar; ömürleri boyunca  müzmin “futbol hastaları” olmayabilirler..
Prof. Dr. Mustafa Nutku