eymen akca tarafından yazılmış tüm yazılar

1980 Samsun doğumluyum. İstanbul Üniversitesi İktisat ve İlahiyat mezunuyum. İslam Tarihi bölümünde yüksek lisans yapıyorum.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-3

4) Fiziksel Engellilik… Kişinin doğuştan gelen veyahut sonradan meydana gelen kalıcı engelleri onun maneviyatını bozabilir ve onun dine girmesini engelleyebilir. Çünkü böyle birisi için dünya küçük bir cehennem halini alır. Bu fizikî engelin hikmetini bilemezse, dünyanın geçici bir imtihan yeri olduğunu kavrayamazsa, Âhiret hayatının tesellisini dinden almazsa Allah’a düşman kesilir. Hem dünyası hem Âhireti berbat olur.

Bu mevzuda en çarpıcı misal Ebu’l-A’la-i Maarri’dir. “A’ma” olması, teselli için felsefeye dalması ve Kur’anı dinlememesi onun Allah’a düşmanlık taşımasına yol açmıştır.[1] Fakat Hz. Eyyub’un (AS) yıllar süren ağır hastalığı, Hz. Musa’nın (AS) konuşmasında aksaklık olması, Hz. Yakub’un (AS) yıllar süren evlat acısı ve gözlerinin a’ma olması gösterir ki engellilik ümitsizliğe yol açmayabilir. Hem ilk Müslümanlardan olup Abese Suresinin inmesine vesile olan, Allah’ın Elçisinin de (ASM) müezzini bulunan Abdullah bin Ümmü Mektum’un (RA) a’ma olması gösterir ki, bedendeki engeller akıl ve gönül canlılığına ve yüceliğine engel değil, bilakis destektir. Abese Suresinin inişi nazara alınırsa “Engellilerin imanı ve ilmi, Allah için çok değerlidir.

Doğuştan ve sonradan engelli olmak, o yönünü Allah’a kurban etmek gibidir. O yön onun ebedî Cennetinin anahtarı olur. Bir savaşta elini kaybeden Zeyd bin Suvahan için Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Zeyd’in eli, kendisinden önce Cennet’e girecek.”[2]

Zeyd, kendi iradesiyle Allah yolunda elini feda etti; Cennet’i kazandı. Oysa dünyaya doğuştan elsiz gelenin elini ise, Külli İrade keser. Kulun iradesi ve niyeti, kirli ve şerre açık olabilir. Fakat Külli İrade daima hayrı tercih eder. Fakat bu hayır, ebedî Âhiret hayatı noktasındandır. Bu açıdan bakılırsa engelliler, fıtrat âleminin doğuştan gazileridir. Eğer engelli kişiler bu hallerine sabrederler ve hikmetlerini çözüp şükrederlerse, ebediyet âleminin kahramanları olacaklar… Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) doğuştan veya sonradan bir şekilde engelli hale gelenlere, gözü örnek göstererek, Allah’tan şöyle bir müjde getirir: “Ben kulumu –iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihan ettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarak ona Cennet’i veririm.[3] Yeter ki kişi “Allah verdi, Allah aldı” şuurunda olsun…

 5) Fakirlik… Bir insanın maddi imkânlarının kıtlığı ile fiziksel ihtiyaçlarının devamlı yenilenmesi çarpışırlar. Çarpıştıkları durumda, insan iradesi sıkışır. Böyle bir kişi başkasından bir şey dilenme gibi ezici veyahut başkasının malını çalma gibi karalayıcı bir tavra mecbur olur. Bu tavırlar, fıtratı zedeler ve sağlıklı düşünmeyi bozar. Allah’ın rahmeti ve hikmeti hakkında sorgulamalara ve suçlamalara yol açar. Bu mevzua Allah’ın Elçisi (ASM) dikkat çekerek şöyle der: “Fakirlik, küfür olayazdı.”[4]

Kur’an bu fıtrat yaralanmasını engellemek için şöyle emreder: “İnsana çalıştığından başkası yoktur. Neyin uğrunda çalışırsa karşılığını mutlaka görür.” (Necm Sûresi, 39-41) Geçimini ağlamak için çalışmak isteyen herkese Allah mutlaka bir iş kapısı açar. Çünkü kişinin fiziksel ihtiyacı, ağaçların yağmura ihtiyacı gibi Hakk katında makbul bir duadır. Ağaçları ve çimenleri yaşatmak için bulutları istihdam eden rahmet-i İlahiye fakir bir kişinin rızık duasını ve iş talebini karşılıksız bırakmaz. Herhangi bir işte çalışmak, kişiye asgari de olsa bir gelir getirir. Bu geliri kullanma noktasında Hz. Peygamber (ASM) şöyle rehberlik yapar: “İktisad eden, asla sefillik yüzü görmez.[5] İktisad, az dahi olsa, elindeki imkân ve gelirini önce en hayatî ihtiyacına sonrasında hayat açısından ikinci derece ihtiyaçlara baz alarak şuurluca harcamaktır. Diğer bir hadis ise ufuk açıcıdır ve asıl fakirin kim olduğunu gösterir: “Kanaat, bitip tükenmek bilmeyen bir zenginliktir.[6] Asgari gelir elde edip elindekiyle yetinen, kul hakkı yemeyip harama girmeyen bir kişi, ayda milyon lira kazanan, hırs ve ihtirasının verdiği sarhoşlukla başkalarının hakkını yiyen bir zenginden hakikatte daha zengindir. Kanaatkâr kişiye Hz. Peygamber (ASM) bir müjde daha verir: “Kanaat eden zengin olur, izzet bulur. Aç gözlülük eden fakir düşer, zelil olur.[7] Allah’ın bir âdeti dünün azizlerini bugün zelil, bugünün zelillerini yarın aziz etmektir. Mâlikü’l-Mülk O’dur.

[1] Öylesine bedbinliği ve ümitsizliği ile meşhur olmuştur ki Arap dünyası onu atasözlerinde “Ebu’l-Ye’s” (Ümitsizliğin babası) olarak yad eder.

[2] Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:702; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:214; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 9:398; Askâlânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:91, no. 4047.

[3] Buhârî, Merdâ, 7.

[4] Beyhâkî, Şuabu’l-İman, Cilt-5, 267. Hadis.

[5] Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57.

[6] et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat: 7:84; el-Beyhakî, ez-Zühd: 2:88; el- Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:133.

[7] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Ğarîbi’l-Hadîs: 4:114; ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs: 22:90.

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-2

2) Günahlar... Hakka ve hakikate muhalif her bir fiil, düşünce ve duygu günahtır. Bu manada her bir günah, bütün icraatları hak ve hakikate dayanan Allah’a ve Onun dengeli düzenine bir isyandır. İnsan açısından da, insanın mahiyetini bozmakla onu insanlıktan düşüren kişisel bir âfet ve ibtiladır.

Günahlar, maddi ve manevi olmak üzere 2 kısma ayrılır:

  1. a) Manevi Günahlar… Bunlar yanlış fikirler, hakikate aykırı ön kabuller ve şartlanmalardır. Mesela Allah’ı şefkatsiz ve affetmez diye düşünmek…
  2. b) Maddi Günahlar… Bunlar Allah’ın yasakladığı fiilleri işlemek ve yapılmasını emrettiği şeyleri yapmamaktan meydana gelir. Mesela cinayet işlemek günah olduğu gibi, namazını kılmamak da bir günahtır…

İnsanın fıtratı düşünce, duygu ve fiziksel cephelerden oluştuğu ve bunlar arasında birbirlerini etkileme olduğu için herhangi birindeki dengesiz hal, aşırı veya yetersiz vaziyet fıtratı zedeler ve yaralar. Bu yaralar tedavi edilmezse kalır, yerleşir ve zaman içinde kökleşir.

Günahın fıtrat üzerindeki ilk belirtisi, kişiye olumsuzluk hissi vermesi, kişide bir gerginlik ve karamsarlık havası estirmesidir. Günahların fıtrata bu olumsuz etkisinin en hızlı tedavisi tövbe ve istiğfardır.

Tövbe, gidilen yoldan geri dönmek ve yapılan yanlışı terk etmektir. İstiğfar ise, içteki bu olumsuz havayı temizlemesi için Allah’a yalvarmak ve Ondan temizlemesini istemektir. Tövbe ve istiğfarla kişi tekrar fıtratın olumlu iklimine girdiği ve iyileştiği için Allah’ın Elçisi (ASM) şöyle der: “Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.[1]

Kur’an-ı Kerim, istiğfar için en etkili zamanı “Seher vakti” olarak gösterir.[2] Hz. Peygamber (ASM) de tövbe için en uygun zaman olarak, akşam namazı ile yatsı namazı arası vakte işaret eder; “Evvâbîn namazı” (Allah’a tövbe eden günahkârların namazı) diye isimlendirdiği bir namazı tavsiye eder.[3] Bu namazın kurnasında yıkanan samimi tövbekârlar hakkında “Her kim akşam namazından sonra altı rekât namaz kılarsa denizin köpükleri kadar da olsa Allah Teâlâ onun günahlarını mağfiret eder[4] müjdesini verir.

3) Kötü Arkadaş Ortamı ve Sosyal Çevre… Kişi nasıl ki çocukluğunda anne–baba–kardeş şeklinde bir ailenin etkisi altında yaşıyordu. Aynen öyle de insan, gençlik–orta yaş ve yaşlılık dönemlerinde de “devlet” denilen babadan, “vatan” denilen anadan, kadın ve erkek kardeşlerden meydana gelen “ülke” denilen ailenin kucağında yaşar. Bu ülke hakikati, il-ilçe-kasaba-köy şeklinde geniş ve dar olarak o kişiye kendini hissettirir.

Bu büyük ailede zamanla insanın düşünce ve duygularını paylaşacağı, kendilerinden faydalanmakla zenginleşeceği, zihnen ve duygusal olarak kaynaşacağı arkadaşları ve dostları oluşur. Bu özel çevre kişinin kendini ifade ettiği, fıtratını bütün yönleriyle etkiye açtığı ortamdır. Bu ortam güzel, temiz ve sağlıklı dostlarla, gonca gibi fıtratlar için, bulunmaz bir fırsattır; güller gibi açılma ve miskler gibi kokulara bürünme yeridir. Fakat bu ortam bir o kadar da risklidir. Çünkü kötü arkadaşlar ve yanlış dostluklar o melek gibi temiz ve sağlıklı fıtratı, şeytan gibi zararlı, bataklık gibi kirli ve pis kokulu hale getirebilir.

İşte bu noktada Allah’ın elçisi (ASM) şöyle der: “Kişi, dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[5] Nice güzel ve masum insanlar, bu yanlış tercih ve kötü ortamın kurbanı olmuşlardır. Kimisi de son anda kurtuluşa ermiştir. 99 kişinin katili olan kişi ile ilgili hadis sosyal çevre-fıtrat ilişkisini çok çarpıcı olarak bildirir. Sahabeden Ebu Said (RA) anlatıyor:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: ‘Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tövbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib:

-‘Hayır, yoktur!’ dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı. Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü,kendisi için bir tövbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim:

-‘Evet, vardır, seninle tövben arasına kim perde olabilir?’ dedi. Ve ilâve etti:

– Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah’a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah’a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer.’ Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri:

-‘Bu adam tövbekâr olarak geldi. Kalben Allah’a yönelmişti’ dediler. Azab melekleri de:

-‘Bu adam hiçbir hayır işlemedi’ dediler. Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara:

-‘Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin’ dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar.[6]

Sosyal çevre ve arkadaş ortamının nasıl dünyevi ve uhrevi bağlar kurduğunu Hz. Peygamber (ASM) şu sözüyle bildirir: “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.[7] Allah rızası için birbirini sevme ve samimi gönül bağları kurmanın Âhiretteki mükâfâtını ise Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder: “Allah için birbirini sevenler mahşer günü karşılıklı olarak yakuttan tahtlar üzerinde oturacaklar.[8]

[1] İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150.

[2] Âl-i İmran Sûresi, 17 ve Zâriyât Sûresi, 18.

[3] El-Bahru’r-Raik, IV, 234. Sahabeden Abdullah bin Ömer’den (R.Anhuma) naklen…

[4] Bu hadis Ammar bin Yâsir’den (R.Anhuma) naklediliyor. (Ebû Nuaym el-İsfahanî, Ma’rifetu’s-Sahabe, XIV, 486.)

[5] Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45.

[6] Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).

[7] Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165.

[8] Bu hadisi aktaran sahabelerden birisi İstanbul’umuzun misafiri Ebu Eyyub el-Ensarî Radıyallahu Anh’dır. (Tâberânî)

Fıtratın Bozulması ve Manevi Hastalıklar-1

İnsan düşünce, duygu ve fiziksel merkez olmak üzere 3 merkezi bulunan bir canlıdır. Evet, insan bir bitki gibi beslenir, büyür, meyve verir, yaşlanır ve ölür. Hem insan bir hayvan gibi hisseder, korkar, kızar, sever, acır, şefkat eder. Hem insan bir melek gibi düşünür, bulur, anlar, heyecan duyar, anlatır, düşündürür, paylaşır. İnsan bu manada ne tam soyut bir canlıdır, ne de tamamen somut bir canlıdır. Kur’an ve din, soyut ve somut 2 boyutu birden içeren bu mükemmel yapıya “Fıtrat” der. Rum Suresi 30, “Din, fıtrattır” diyerek insanı, soyut ve somuttan meydana gelen bu çift yönlü haliyle ele alır.

Kur’an, insanın fiziken bir bitki gibi olan yönüne “Nefs”[1]; hayvani duyguların oluşturduğu merkezi yönüne “Fuad” (gönül)[2]; melekî düşünce merkezi yönüne ise “Akıl”[3] der. Mükemmel bir insanı da, nimetlerden nefsiyle faydalanıp “Şükreden”; güzellikleri ve İlâhî San’atı gönlüyle görüp “Muhabbet eden”; hikmeti ve mükemmelliği aklıyla görüp “Mârifet elde eden” olarak sunar.

Her insanın girdiği bu mükemmellik yolu, uzun ve çetrefillidir. Bu kemalin yolculuğunda olan her bir insanın fıtratı olumlu ve güzel etkilere açık olduğu gibi olumsuz ve zararlı etkilere de açıktır. Çok hassas ve kolay zedelenir bu yapı, kalıcı hastalıklar taşır hale gelebilir.

İnsan ve cinler gibi hür bir iradeyi taşıyan şuurlu canlılarda manevi sağlıklarının bozulması neticesinde ortaya çıkan ilk hastalık “Yeis” (ümitsizlik) tir. Sonraki aşamalarda ucub (kendini ve yaptıklarını beğenme), gurur (kendini, kendine yeterli görme), su-i zan (her şeyi kötüye yorma) hastalıkları ortaya çıkar. Bu hastalıkların temeli ümitsizliktir. Eğer ümitsizliğin kaynakları bilinirse, bütün manevi hastalıkların köklü bir tedavisi için imkânlar da elde edilmiş olacaktır. Ümitsizliğin başlangıcı olan ve manevi sağlığı bozan en temel unsurları kısaca ele almak gerekiyor. Ta ki mesele bütün yönleri ile incelenmiş olsun. Bu en temel unsurlar şunlardır:

  • Kötü Aile Ortamı
  • Günahlar
  • Kötü Arkadaş Ortamı ve Sosyal Çevre
  • Fiziksel Engellilik
  • Fakirlik
  • Kendini Tanımamak
  • Yanlış Din Algısı
  • Fakir Düşme Korkusu
  • Aşırı Öfke
  • Aile Pasifliği
  • Liderlik Tutkusu
  • Güçlülük ve Güç Tutkusu

Fıtratı Bozan Temel Unsurların Sebepleri ve Tedavi Yolları

1) Kötü Aile Ortamı… Fıtrat, elastik bir yapıdadır. Şekillenmesi, ilk anda anne–babasının veyahut o çocuk açısından eğitici ve öğretici olacak kişilerin elindedir. Bu mevzuu Allah’ın Elçisi (ASM) Freud’dan yaklaşık 1.300 sene daha önce psikanalizin temellerini tesbit eden bir hadisiyle şöyle bildirir: “Her doğurulan çocuk, sağlıklı bir fıtrat üzere doğar. O çocuk, dil öğrenip konuşmaya başlayana kadar ana–babası onu ya Yahudi (yani sırf maddeci), ya Hıristiyan (yani sırf ruhani) veyahut Mecusi (madde ve ruhaniliği ayrı gören bir kişi) haline getirir.”[4] Hem Kur’anın “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan’dı; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslümandı; müşriklerden de değildi[5] âyeti de bu manaya işaret eder.

Evet aile, çocuk açısından bir ilkokuldur. Baba, öğretmen; anne ise, eğitmen ve mürebbidir. Anne–babanın fıtrattan uzak fikir, his ve uygulama sahibi olması, çocuk açısından manevi hastalıkların ilk başladığı yeri aile kılar.

Herhangi bir ailede baba, şefkatli gücüyle çocuğa güven veren bir “Dayanak noktası” dır. Anne ise, merhamet dolu sevgisi ile çocuğun bütün ihtiyaçlarını gideren bir “Medet ve ümit noktası” dır. Bu istinad ve istimdad noktaları Kudret-i İlahiye ve Rahmet-i İlahiyeyi arayan birer pusuladır. Geçici bir süre anne-babayla tatmin ve teskin olurlar. Fakat zaman içinde bu arayış, yönünü bütün mekan ve zamanı içine alacak şekilde dışa açar. Nihayetinde Mutlak Kudret ve Ebedî Rahmet Hakikatlerini bulur, sükûnete erer. Bu yönleriyle baba ve anne çocuğun dünyasında Allah’a ve Âhiret’e İman konusunda birer ayna ve sembol teşkil ederler. İsterse bunun farkında olmasınlar…

Manen sağlıklı anne-babalar çocuğun Allah’a ve Âhirete imanının sağlıklı bir şekilde oluşmasına vesile olurlar. Buna mukabil manevi açıdan sağlıksız baba ve anneler, çocuğun Allah’a ve Âhirete imanı mevzusunda 2 derin yara açarlar.

Mesela; eşi ve çocukları ile ilgilenmeyen, aileden uzak, şefkatsiz bir baba, çocuğun ruhunda aynen bu figürde bir Allah’a iman imajı oluşturur. Böyle bir çocuk manevi bir yetimlik hisseder; sırtını dayayacak kimseyi bulamadığı için de, kendine dayanır. Eğer çocuk manevi bir gelişme ve düzelme göstermezse, Allah’a hep bu hayâlî pencereden bakar.

Hem manen sağlıksız bir anne de, çocuğun dünyasında merhametsiz, ilgisiz, bencil bir Âhiret ve Cennet hayâli örgüler. Böyle bir çocuk, manevi bir öksüzlük hisseder. Ümit bağlayacağı kimseyi göremediği için, herkese öfkelenir ve düşman olur. Eğer bu çocuk manevi bir gelişme göstermezse, Âhirete ve Cennete hep bu hayâlî pencereden bakar. Bu ince noktaya Hz. Peygamber (ASM) sağlıklı bir anne modelinde şöyle işaret eder: “Cennet annelerin ayağı altındadır.[6] Hadisteki bu ifade bir çocuğun veya çocuksu düşünen kişinin manevi dünyasındaki Allah ve Âhiret algısını bize açıyor. Kur’andaki Cehennemlerden bahseden bütün âyetlerin dişi kipte kullanılması da bu meseleyi te’yid ediyor. Mesela “ Fe ümmühü hâviyeh ” ( İnançsız kişinin annesi ise, hâviye denilen Cehennemdir ) âyeti…[7]

Bu hayalî algı, Allah’ı tanıdıkça ve Âhireti bildikçe değişir ve olması gereken hale doğru değişir. Sağlıksız anne-babaların sebep olduğu manevi hastalıkların tedavisi için Kur’an, Allah’ın Elçisini (ASM) bütün ümmetin “Şefkatli babası”, O’nun eşlerini de “Ümmetin merhametli anneleri” olarak gösterir.[8]

Ayrıca İslam ve İnsanlık tarihi bize gösteriyor ki, o kuşatıcı şefkat ve kudsî merhameti ailesinde bulamayan milyonlarca kişi, Allah dostu maneviyat büyüklerinde bulmuşlar. Onlara “Baba” ve “Ana” diye seslenmişler. Onların kalp ve ruhundan, o kudsi şefkat ve merhameti kana kana içmişler.

Diğer bir çareyi ise, Hz. Peygamber (ASM) bizzat kendi tecrübeleriyle yaşamıştır. Kişinin babasının erkek ve kız kardeşleri eğer o şefkati sunuyorlarsa, o kişi için “Baba” vazifesini görürler. Hem kişinin annesinin kız ve erkek kardeşleri o merhameti sunuyorlarsa, o kişi için “Anne” sayılırlar.[9] Daha ötede abla ve ağabeyler, dede ve nineler, yengeler ve sütanneler, dadılar ve hizmetçiler de aynı şefkat ve merhamet hizmetini yapıyorlarsa o çocuk, ruhundan ve kalbinden gelen bir hürmetle ve sevgi ile onlara “Baba” ve “Anne” der.

Bu manada Hz. Peygamber (ASM) yetim doğmuş ve 6 yaşında da annesiz kalmıştır. Bunlara rağmen O (ASM), sütannesi Halime’nin, yengesi Fâtıma bint-i Esed’in[10] ve dadısı Ümmü Eymen’in[11] kalbinde o anneliği bulmuş ve onlardan beslenmiştir. Hem baba şefkatini sütbabası Hâris’de, dedesi Abdülmuttalib’de ve amcası Ebû Tâlib’in ruhunda bulmuş ve kana kana içmiştir.

[1]Her nefis ölümü tadacaktır” âyetinde (Âl-i İmran, 185) ve diğerlerinde olduğu gibi… Nefs tabiri, etimolojik olarak “ nefes ” ile aynı kökten gelmesiyle, nefes ise fizik hayatın temeli olduğundan, bu tespiti doğrular.

[2]De ki: ‘Sizi yeryüzünde bir hayata çıkaran, size işitecek kulak, görecek gözler ve hissedecek gönüller veren O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!’” âyetinde (Mülk Sûresi, 23) ve diğerlerinde olduğu gibi…

[3]Uzun ömürlü yaptığımızın hilkatini tersine çevirmişizdir. Acaba akılları ermiyor mu?” âyetinde (Yâsin Suresi, 68) ve diğerlerinde olduğu gibi…

[4] Buhârî, Cenâiz 92; Ebû Dâvut, Sünne 17; Tirmizî, Kader 5.

[5] Âl-i İmran Sûresi, 67.

[6] Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 3642; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:335; el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmii’s-Sağîr ve Ziyâdetuhu, 1259,1260.

[7] Karia suresi, 9.

[8] Ahzab Sûresi, 6.

[9] Buharî, Sulh, 6; Tirmizî, Birr, 6; Ebu Davud, Talak, 35; Mecmeu’z-Zevâid, 9:269.

[10] Amcası Ebu Tâlib’in hanımıdır.

[11] Ki, Hz. Peygamber (ASM) bu Habeşistanlı mübarek cariye kadın hakkında “Annemden sonra annem” der. (el-İsâbe, 4: 432; Tabakât, 8: 223.)

Kutsal ve Bencil İnsanın Görüntüleri ve Mukayeseli Hayatları

Din, kutsallaşma ve bencillik zindanından kurtulmadır. İnançsızlık, Ali Şeriati’nin anlattığı gibi, kendi zindanında boğulmaktır.[1] Hakiki bir iman, her insanı bir ârif ve hak âşıkı eder. Ârifin fikri, Allah olduğu gibi; âşıkın zikri de, Allah’tır. Böyle bir bilge ve âşık için en büyük zevk, lezzet ve haz, Allah’ı tanıtan ve sevdiren bir ayna halini almaktır. Evet insanın iç dünyasına iman ve namaz penceresiyle İlahî nur girdiğinde insan bir metamorfoz yaşar. Yerde zor hareket eden, çirkin bir manevi tırtıl iken sonsuzluk semalarında uçan güzeller güzeli, nurlu ve sanatlı manevi bir kelebek halini alır. İnsanın her bir organı ve duygusu, iman ve islam nuru ile bir kelebek ve bir serçe gibi gelişir, güzelleşir; sonsuzluk semalarında helezonlar çizerek yükselen bir kartal ve bir zümrüd-ü anka halini alır.

Mesela akıl, insana geçmiş ve gelecek zamanın kapılarını açan ve insanı diğer canlılardan ayıran en temel yön ve cihazdır. Eğer Allah’ın nuru ile aydınlanırsa, kişiyi kâinat denilen muazzam memleketin Eğitim ve Öğretim İşleri Bakanı konumuna yükseltir. Çünkü insana sonsuz sırları, değişmez hakikatleri keşfettiren bir kâşif ve kaptan olur. Hem insanın ruhunu ebedî mutluluğa hazır hale getiren hikmetli bir mürşid vazifesi yapar.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa o akıl, insanın başına geçmiş zamanın alevli hüzünlerini, gelecek zamanın karanlık korkularını toplamakla hayatı ona zehir eden bir bela olur. Hem her şeyi ona bir düşman, dünyayı ona bir cehennem olarak gösteren bir münâfık olur. Hem daima kötülük düşünen ve kötülüğü yayan fitnebaz bir İblis olur.

Mesela insanın gözü, Allah’ın nuruyla aydınlandığında âlem, sonsuz sanat harikalarının sergilendiği bir galeri, sayısız güzelliklerin temaşa edildiği bir mesire, sınırsız rahmet çiçeklerinin hediye edildiği bir bahçe olarak görünür. Göz ise, bu sonsuz harika sanatların mütefekkir bir hayranı; hem bu sayısız, çeşitli güzelliklerin âşık bir seyircisi; hem bu kıymetli rahmet çiçeklerinden ibret ve hikmet ballarını süzen mübarek bir arı olur. Bu yüce seviyesi ile maddeten bir yağ parçası olan o göz, kâinat krallığında Kültür ve Sanat Bakanı haline yükselir.

Eğer Allah’ın nuruyla o göz aydınlanmazsa geçici, fani ve haram güzellikler ile sahibini buluşturan âdi bir ırz düşmanı, hem herkesin ve her şeyin kusurunu arayan hâin bir casus, hem iğrenç ve pis şeylere konarak zihni kirleten bir karasinek alçaklığına düşer.

Mesela insanın dili, Allah’ın nuruyla aydınlandığında kudret-i İlahî mutfağının birer mucizesi ve rahmet-i İlahi sofrasının birer ikramı ve hediyesi olan hoş kokulu, lezzetli, güzel görüntülü sayısız yiyecek ve içecekleri tadan, onları tartan, onları derecelendiren, onların sanatkârının maharetini fark eden ve hisseden şükredici bir müfettiş, hamd edici yüce bir bakan olur. Hem konuşması yönüyle de ebedî hakikatlerin, ölümsüz sırların, köklü gerçeklerin ilancısı, yayıcısı ve ulaştırıcısı bir merkez olur. Bu iki mukaddes yönüyle maddeten bir et parçası olan o dil, maddi ve manevi sofraların sonsuz nimetlerinin tadıcısı olduğu gibi, başkalarının tatmasına da vesiledir. Yolunu şaşırmışlara bir deniz feneri, hidayet kandili olur. Böylece kâinatın yüce hükûmetinin Gıda, Tarım ve Köy İşleri Bakanı ve Haberleşme ve Ulaştırma Bakanı seviyesine yükselir.

Eğer Allah’a satılmaz ve Onun nuruyla aydınlanmazsa o dil, karın denen fabrikanın bir yasakçısı olur; her şeyin içeri girmesine izin vermez. Hem nefis denen atın önüne yem koyan bir kapıcı seviyesizliğine düşer. Ayrıca konuşmalarında da söylediği yalanlarla câhilleri kandıran ve aldatan bir deccal, attığı iftiralarla herkesi karalayan bir şeytan, laubali ve edepsiz sözleriyle şaklabanlık yapan bir maymun rezilliğini yaşar.

Mesela cinsellik, Allah’ın nuruyla aydınlandığında insana çocuk denilen mukaddes hediye ve sırrı, nesil denilen ebedî hayatı ve aynaları, babalık ve annelik denilen şefkatli ve merhametli ölümsüz makamları kazandıran yüce bir araç olur…

Evet, çocuk vasıtayla erkek aynasında, babalık denilen mukaddes ve ulvi makamda İlahî celal ve ihtişam, izzet ve şefkat güneş gibi yansıdığı ve göründüğü gibi, kadın aynasında da, annelik makamında İlahî cemal ve güzellik, merhamet ve kerem sıfatları dolunay gibi ışıl ışıl parlar ve görünür. Kendi evladına karşı merhamet ve şefkati yoğun olarak hissetmeye başlayan kalp ve ruhunu daha da geliştirip bütün yavrulara, insanlara ve canlılara şefkat ve merhametle yönelten bir erkek, evrensel bir baba olduğu gibi, kadın da evrensel bir anne olur. Bu yüce seviyesiyle erkek ve kadın kâinat iktidarının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olurlar.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa o cinsellik, anlık hevesler ve geçici zevklerde boğulan hedonist bir eşcinseli; hem ebedî mutluluk vesilesi olan evladını kaybeden zinacı bir erkeği mahsül verir. Hem bataklığa dönüşmüş ve kokuşmuş çamurlu bir tarla, sahipsiz ve kimsesiz bir hane, gün geçtikçe kararan ve çürüyen bir yarım elma haline düşen perişan bir kadını netice verir.

Mesela kulak, Allah’ın nuruyla aydınlandığında âlem denilen memleketin kuşlarından böceklerine, rüzgârlarından denizlerine, insanlarından şimşeklerine kadar geniş ve evrensel orkestrasını dinleyen bir şef; yaratılan her şeyin Allah’ı anışını duyan ve kavrayan bir alıcı; meleklerin ve Rabbinin ilham ve vahyini duyabilen ve hissedebilen bir manevi radar ve şifre çözücü olur. Mukaddes manalar, sırlı meseleler, sonsuz hakikatler onun ile insanlara ulaşırlar. Bu yüce seviyesi ile maddeten kıkırdaksı bir yapı olan o kulak, kâinat saltanatının İletişim ve Müzik Bakanı olur.

Eğer Allah’a satılmazsa ve Onun nuruyla aydınlanmazsa o kulak, laf getirip götüren bir gammaz ve fitneci, kusur arayıp soran bir ajan ve kötülük merkezi, hep çirkin ve karanlık şeyleri haber yapan ve yayan bir şeytan kanalı ve santrali haline gelir.

Hem mesela kalp, Allah’ın nuruyla aydınlanınca bâki güzellik ve mutlak mükemmelliği arayan, bulan, gören ve Ona tapan bir âşık; kâinatı zerrelerinden galaksi kümelerine kadar sahiplenen ve onunla bütünleşen bir mâlik; bütün yaratılmışları adalet ve merhametiyle kuşatan ve kaplayan bir hak elçisi ve aynası seviyesine yükselir. Bu yüceleşen haliyle kalp, kâinat krallığının Diyanet İşleri Bakanı ve Adalet Bakanı haline gelir.

Eğer Allah’ın nuruyla aydınlanmazsa ve Ona satılmazsa o kalp, kadın heykelleri ve putlar ile dolu bir Cahiliye dönemi Kâbesi, anarşist duyguların ve habis ruhların içinde toplandığı bir hücre evi, geçmiş zamanın üzüntüleri ve ayrılıklarıyla yanıp kavrulan bir cehennem çukuru haline düşer.[2]

Evet Bediüzzaman’ın dediği gibi: “İnsan nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne (yücelerin en yücesi seviyesine) yükselir, Cennete layık bir kıymet alır. Zulmet-i küfür (inançsızlığın karanlığı) ile esfel-i sâfilîne (aşağıların en aşağısına) düşer, Cehenneme ehil bir vaziyete girer. Çünkü iman insanı Sâni-i Zü’l-Celâline (Muhteşem Sanatkârına) nisbet ediyor. İman bir intisaptır (kulun Allah ile bağını kurmadır).[3]

İnsan denilen İlahî, canlı ve şuurlu heykelin kıymeti ona, onun sanatkârının gözüyle bakmakla ancak anlaşılabilir. Onun bakışını ise, bize kelâmı olan Kur’an göstermekte ve öğretmektedir.

[1] Bkz. İnsanın 4 Zindanı, Fecir Yayınları…

[2] Bu, Allah’a adanmış hayata dair yazılanlar, Üstad Bediüzzaman’ın Tevbe Sûresi, 111. âyeti tefsir eden 6. Söz Risalesi’nden alıntı ve ilhamdır. Detaylar için Sözler kitabına müracaat ediniz.

[3] Sözler, 23. Söz, 1. Mebhas, 1. Nokta.

Hadis Usûlü Ekseninde Kertenkeleler ve Öldürülmesi İle İlgili Hadisler

Hz. Peygamber’e (ASM) ait olduğu ifade edilen sözlere terim olarak “ hadîs ” deniliyor. Hadis konusu çok kapsamlı ve çok detaylı olduğundan hadisler konu uzmanlarınca sınıflandırmalara tabi tutularak ele alınmış ve incelenmiştir. Osmanlı Devleti’nin 1918-1922 yılları arasında şeyhülislâmlığa bağlı olarak faaliyet gösteren, İslâm akademisi hüviyetinde ilmî kuruluşta görev alan Said Nursi hadis-i şeriflere nasıl bakılması gerektiğine dair, şöyle ilmî bir tasnif yapar:

“ Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, hem beşerdir, beşeriyet itibarıyla beşer gibi muamele eder; hem resuldür, risalet itibarıyla Cenâb-ı Hakkın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti, vahye istinad eder. Vahiy iki kısımdır:

Biri vahy-i sarihidir ( açık vahiy ) ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir ( tebliğci ), müdahalesi yoktur: Kur’ân ve bazı ehâdis-i kudsiye ( kudsi hadisler ) gibi…

İkinci kısım, vahy-i zımnîdir ( gizli, kapalı vahiy). Şu kısmın mücmel ve hülâsası ( özeti ve özü ), vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasvirâtı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde, zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadıyla yaptığı tafsilât ve tasvirâtı ya vazife-i risalet noktasında ulvî kuvve-i kudsiye[1] ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme ( kamuoyu ) seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.

İşte, her hadîste, bütün tafsilâtına vahy-i mahz ( katıksız vahiy ) noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında ( düşünceler ve uygulamalarında ), risaletin ulvî âsârı ( izleri ) aranılmaz. Madem bazı hâdiseler mücmel olarak, mutlak bir surette ona vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve tearüf-ü umumî ( genel örf ) cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihâta ve müşkülâta ( iç içe benzetmelere ve anlaşılmazı zor ifadelere ) bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir[2] lâzım geliyor. Çünkü, bazı hakikatler var ki, temsille fehme takrib edilir ( misal vererek akla yakınlaştırılır ). Nasıl ki, bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: ” Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevap geldi ki,” Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.[3] Zât-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın beliğ bir temsille beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi. ”[4]

Hadis uzmanı olan Said Nursî’nin belirttiği bu düsturlar ve sınıflandırmalar çerçevesinde kertenkelelerin ve yılanların öldürülmesi hakkındaki hadisleri incelemeye başlamadan önce belagata dair bir kuralı ele almak gerekir. Ta ki Hz. Peygamber’e (ASM) isnad edilen ve tarih bilimi kuralları noktasında isnadı sahih olan sözler hakkıyla anlaşılabilsin.

Belagat ilminde bir söz ele alınacağı zaman söz 4 yönden incelenir.

  1. Bu sözü kim söylemiş?
  2. Sözün sahibi bu sözü kime söylemiş?
  3. Sözü söyleyen bu sözü hangi makamda söylemiş?
  4. Sözü söyleyen bu sözü niçin söylemiş?

Birinci yön sözün bağlayıcılığının kaynağı olduğu gibi, anlaşılamadığı durumlarda anlamaya çalışan kişiyi tevazua sevk eden bir özellik taşır. Çünkü bir söz, herhangi bir ilim adamına ait olduğunda bağlayıcı olmaz. Fakat Hz. Peygamber’e (ASM) ait olduğu kesin olan bir söz, sünnet-i seniyyeye kaynaklık ettiği için sıhhat derecesine göre amel edilmesini gerektirir. Ayrıca Hz. Peygamber (ASM) sıradan bir şahsiyet olmadığı, ilmini doğrudan doğruya Alîm-i Külli Şey ve Allâmu’l-Guyûb olan Allahu Teala’dan ders aldığı için, söylediği sözün vahy-i zımnî olma ihtimali kavi olduğundan cüz’î aklı ve tefekkürü ile o hadisi anlayamayan kişi, kendi zihnî kapasitesini eleştirip “ Bu sözün ufku benim kuşatamayacağım kadar yüksek ” der. Bu mutedil tavrıyla, ne hadisi inkâra gider, ne de hadis senedini zayıflıkla veya mevzu olmakla itham eder.

İkinci yön ise, benzer veya aynı manalı sorulara verilen farklı cevapların hikmetini bize açar. Aksi takdirde “ Aynı sorunun tek bir cevabı veyahut yakın manalı cevabı olur. Bu kadar birbirinden uzak cevaplar aynı soruya cevap olamaz. O halde bu hadislerin bir kısmı uydurulmuştur ” şeklindeki bir yola insanların akılları alâküllihal girerler. Bu belagat yönü, insanların akıllarının çapını büyüterek hadisleri tenkide varan bu kapıyı kapatır. Mesela Hz. Peygamber (ASM) “ Bana beni kurtaracak bir tavsiyede bulun ” diyen farklı sahabelere bir manevi hekim olarak hastalıklarının ilacı mahiyetinde bir sahabeye “ Kızma! ”[5] diye art arda 3 defa söylemiştir. Bir diğeri, çirkin sözleriyle kendisi ve çevresine zarar verdiği için ona “ Sövme! ”[6] demiştir. Bir diğeri ise evhamlı bir yapıda olduğu için ona “ Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol ”[7] demiştir.

Üçüncü yön ise, sözün ruhunu yakalamaya fırsat veren bir kural olduğu gibi kişiye, âyet ile hadisler arası münasebetleri, dinin ahkâmı arasındaki dengeyi gösteren bir göz verir. Mesela “ Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır ”[8] hadisi ile “ Gıybet, katl gibidir ”[9] hadisleri eğer Terğib ve Terhib makamında söylenmiş sözler olarak ele alınmayıp Hakikati Ta’lim makamında ele alınırsa farz olan haccın kıymeti ve 7 büyük günahtan birisi olan cinayetin dehşetli günahı konusundaki algı bozulur. Bu tutarsızlık hadislerin tenkidine de haklı bir gerekçe olur. Eğer bu tarz hadisler Terğib ve terhib makamında ele alınırsa hiçbir eleştiriye mahal olmaz. Terğib, yapılacak nafile bir ibadetin çeşitli şartlar dahilinde verebileceği, zaman zaman da verdiği en yüksek sonucu göstererek insanları bu konuda teşvik etmek içindir. Terhib ise işlenecek küçük bir günahın yol açabileceği ve zaman zaman da yol açtığı en feci akıbeti göstererek o insanları işlemeyi düşündükleri günah konusunda tehdit etme amaçlıdır. Hâfız el-Münzirî “ Et-Terğib ve’t-Terhib ” isimli eserinde bu tarz hadisleri toplamıştır.

Dördüncü yön ise, sözün söylenmesindeki asıl maksadı bildirir. Bu yön iyi anlaşılmazsa “ Meddahların [herkesi övenlerin, yağcıların] yüzüne toprak saçın! [10] gibi hadisleri olduğu gibi ele alıp bu kişilerin yüzüne toprak saçmak gerekir. Oysa belagat ve edebiyat dâhisi Zemahşerî (ö. 538/1143), “Yüzüne toprak serpin!” ifadesinin, mecazî olarak “Onu mahcup edin!” demek olduğunu söyler.[11]

Hadislere dair sınıflandırmaların yardımı ve belagate dair bu perspektifin penceresiyle kertenkelelerin ve yılanların öldürülmesi ile ilgili hadisleri araştırdığımızda görüyoruz ki:

Kertenkelenin öldürülmesi ve onun fuveysika ( fâsıkçık ) diye isimlendirildiği hadisler, sahabeden Ümmü Şerîk (ra), Hz. Aişe (ra) ve Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra) tarafından nakledilmiştir.

Ümmü Şerîk (ra) rivayeti şu şekilde: Hz. Peygamber ona kertenkeleleri öldürmesini emretmiştir.

Hz. Aişe’den gelen iki rivayet vardır. Birinde “kertenkelenin öldürülmesi” söz konusu değildir. Rivayet şöyledir:

Resulullah (asm) keler/kertenkele için fuveysık (fasıkcık) dedi ama ‘Öldürün!’ diye emrettiğini işitmedim.”[12]

Diğer rivayette ise Hz. Peygamber, “ Fâsıkcıkları (yani kertenkeleleri) öldürün” buyurmuştur.

Sa’d b. Ebî Vakkâs (ra) da der ki:  Hz. Peygamber, “ Fâsıkcıkları (yani kertenkeleleri) öldürün ” buyurmuştur.

Bu hadisleri sağlıklı ele alabilmek için kertenkelelerin özellikleri, yaşam koşulları ve insanlarla ilişkileri hakkında geçmiş zamandaki İslam bilim dünyasının ve günümüz dünya bilim adamlarının sözlerini aktarmak gerekir. Aksi takdirde hadisler ile Hz Peygamber’in kasdettiği mana yeterince anlaşılamayacaktır.

Kertenkelenin Arapça karşılığı الوزغة” el-Vezağa”dır. Onun büyüğü  أبرص   سام ” Sâmmu Ebras”  diye isimlendirilmiş olup Türkçe karşılığı zehirli alaca keler ya da zehirli iri kelerdir. İslam zooloğu Kemaleddin ed-Demirî (ö.808/1405) Hayâtu’l-Hayevân isimli eserinde bu hayvan hakkında, “Pis ve zehirli olduğu, insana alaca hastalığı bulaştırdığını”[13]  ve “Bu hayvanın tuzu bulduğunda içine girip yuvalandığını, onun temas ettiği tuzlarda da insanlara alaca hastalığı veren bir madde oluştuğunu”[14] söylemektedir.

Günümüz bilim adamlarından John Lloyd ve John Mitchinson ise şöyle der: “Kertenkelenin vücudu uzun olup, genellikle dört üyesi vardır. Bazılarında üyeler körelmiş veya tümüyle kaybolmuş olabilir. Günümüzde yaşayan 21 familyası ve 3200 kadar türü bulunmaktadır. Kertenkeleler neredeyse gıda bulabildikleri her ortamda yaşarlar. Genellikle örümcek ve böcekleri avlayarak beslenirler. Evlerdeki sebze ve meyveleri yedikleri de görülmüştür. Bu anlamda sıcak ülkelerdeki evlerin yaygın misafirleridirler.” [15]

Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Akyüz “ Kertenkelenin Öldürülmesi ile İlgili Hadislerin Tahlil ve Tenkidi ” isimli makalesinde Ümmü Şerik’ten aktarılan hadisin 9 tarikini ve bütün varyantlarını incelemesi sonucunda şöyle bir tarihî tespit yapar: “ Ümmü Şerik, Hz. Peygamber’e (ASM), sâmmu abras denilen zehirli iri kertenkelenin öldürülmesi konusunu sormuştur. Hz. Peygamber (ASM) de bu zehirli kertenkelenin evlerin içine girip ev halkına, sokaklarda dolaşarak çocuklara, insanlara ve Medine ahalisine zarar vermesini engellemek için öldürülmesini emretmiştir. ” Buradaki öldürme emrinin sebebi bu kertenkelenin zehirliliği, Kemaleddin ed-Demirî’nin ifade ettiği üzere alaca hastalığını insanlara bulaştırması ve gıda maddelerini tahrip etmesidir.

Hz. Aişe ve Sa’d bin Ebi Vakkas’ın aktardığı 2 hadiste ise kertenkele için Hz. Peygamber (ASM) “ füveysıka ” nitelemesini kullanır. Yani insanların sebze, meyve ve benzeri gıda maddelerini çalan, yiyen, harap eden ve ev içi düzeni bozan küçük hırsız manasında…  Hz. Aişe, evde görülen zehirsiz küçük kertenkelelerin öldürülmesi konusunda Hz. Peygamber’den izin istemiştir. Hz. Peygamber (ASM), bu zehirsiz ev kertenkeleleri konusunda isterse öldürülebileceği isterse öldürülmeyeceğinden bahsetmiş fakat onu fuveysıka olarak nitelemiştir.

Sa’d bin Ebi Vakkas’tan aktarılan hadiste de Hz. Peygamber (ASM) kertenkeleleri füveysıka olarak nitelemiştir. Demek ki konu evde görülen kertenkelelerdir.

Kıtlığın geçerli olduğu çöl ikliminde evinde bulunan az bir yiyeceğin kertenkeleler tarafından yenildiği veya yenilemez hale getirildiğini gören bir kişiye niçin hırsız bir kertenkeleyi öldürüyor veya öldürme izni veriyor, denilemez.

Ayrıca insan psikolojisi açısından ve özellikle böcekler, fareler v.s. küçük hayvanlardan aşırı derece korkan kadınların hassas ruhî yapısı açısından bakıldığında Hz. Aişe’nin sorusu Onun duyduğu rahatsızlığın şiddetini ifade etmektedir. Rivayetlerdeki farklılık gösterir ki, Hz. Aişe 2 defa Hz. Peygamber’e (ASM) bu konuyu sormuş. Her ikisinde de Hz. Peygamber (ASM) Ona kertenkelelerin eve girme gayesinin yiyecek bulma amaçlı olduğunu füveysıka ( küçük hırsız ) tabirini kullanarak ifade etmiştir. Bununla beraber Hz. Peygamber ilk seferki soruda “ Sana zararı olmayan veya zararı çok belirgin olmayan bu canlıyı öldürmeyebilirsin ” demiştir. Hz. Aişe aynı konuyu ikinci sefer sorunca evde kertenkele görmek Onda ruh sıkıntısına yol açmasına ve kendini evi içinde huzursuz hissetmesine binaen “ Öldür ” demiştir.

Ayrıca Hz. Aişe sosyal ve aktif bir karakter olduğu, Medine halkının hanımları ile sık sık görüştüğü nazara alınırsa Onun, Medineli hanım sahabelerin sözcüsü konumunda aynı soruyu tekrar tekrar Hz. Peygamber’e (ASM) sormuş olması büyük ihtimaldir. Hz. Peygamber (ASM) önce kertenkelelere şefkatle muameleyi tavsiye etmiş; sonra problemin devam etmesi üzerine hikmet gereği olan uygulamaya izin vermiştir.

Sa’d bin Ebi Vakkas rivayetine bakarsak Onun gibi kahraman ve cesur birisinin aynı soruyu Hz. Peygamber’e (ASM) sormasının ve Hz. Peygamber’in (ASM) Ona doğrudan “ Öldürün ” cevabını vermesinin arkasında da Hz. Sa’d’ın kendi adına değil de eşinin ve ev halkının kertenkelelerden rahatsızlığı anlaşılıyor.

Rivayetlere topluca bakılırsa Medine’de kertenkelelerden umumi bir rahatsızlık olduğundan farklı kişilerce sorulan veya sordurulan aynı soruya Hz. Peygamber (ASM) büyüyen probleme çözüm olarak ortak cevap vermiştir.

Hz. Peygamber (ASM) Medine’de kurulan şehir devletinin güvenliği, sağlık politikası ve şehir düzeni noktasında vahşi, yırtıcı, zehirli ve tehlikeli canlı türlerini Medine’den uzaklaştırmayı bir devlet politikası olarak belirlemiştir. Hz. Peygamber (ASM) bu tatbikatıyla şehir idareciliği noktasında Kamu Yönetimi Bilimi açısından her asırda geçerli model bir uygulama yapmıştır. Bu uygulamanın ne kadar yerinde olduğunu günümüzde yaşanan sokak köpeklerinin yol açtığı çok sayıdaki saldırı desteklemektedir. Tarihe baktığımızda sokak köpeklerinin yol açtığı tehlikeler İstanbul’dan köpeklerin sürgün edilmesi şeklinde Sultan II. Mahmud zamanında ve 1910 yıllarında yaşanmış 2 vak’aya İstanbul idarecilerini mecbur etmiştir.

Kertenkelenin Öldürülmesinin Sevabı Hakkındaki Hadisler

Bu konuya dair kaynakları araştırdığımızda karşımıza şu hadisler çıkmaktadır:

Ebu Hureyre aktarıyor, Resulullah (ASM) dedi ki: “ Her kim bir kertenkeleyi ilk vuruşta öldürürse, ona şu ve şu kadar sevab vardır. Her kim onu ikinci vuruşta öldürürse, ona şu ve şu kadar sevab vardır ve her kim de onu üçüncü vuruşta öldürürse, ona da şu ve şu kadar sevab vardır. ”[16]

İbn Mes’ud (ra) aktarıyor, Resulullah (ASM) dedi ki: “ Her kim bir yılanı öldürürse ona yedi sevab yazılır. Her kim bir kertenkeleyi öldürürse ona bir sevab yazılır. Kim akıbetinden korkarak, yılanı öldürmeyi terk ederse bizden değildir. ”[17]

Bu hadisler tarih bilimi noktasında şüphe getirmeyecek derecede kesinlik içeren Hz. Peygamber’e (ASM) isnadı sahih sözlerdir. Bu açıdan inkâr etmeye çalışmanın veya uydurma diyerek göz kapatmanın bilimsel bir tavır olmadığı barizdir.

Bu hadisleri belagat kaideleri çerçevesinde birkaç yönden ele alabiliriz:

Birinci yön: Bu tarz hadisler, terğib hadisleri sınıfına giriyor. Bunu şu temsille anlatabiliriz: Bir şehirde bir köpek kuduz olsa, akabinde şehir halkına saldırıp birçok kişiyi ısırmakla kuduz edip öldürse, bu durumda şehrin vâlisi “ O köpeği öldüren kişiye 100 sevap vardır ” derse bu söz bir abartı değil hakikatin kendisi olur. Çünkü Kur’anın açıkça bildirdiği üzere “ Bir kişiyi ölüm tehlikesinden kurtaran ve ihya eden kişi, bütün insanları ihya etmiş gibidir. ”[18] Bir kişiyi ölümden kurtaran kişiye, bütün insanları ihya etmiş sevabını vaad eden Kur’anın şümullü rahmetinin yanında Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz terğib hadisleri abartı değil, sönük kalmaktadır. Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz hadisleri bu manada zehirli kertenkelelerden bir tanesinin verebileceği en büyük zararı ifade etme noktası için geçerlidir diyebiliriz. Mesela bir zehirli kertenkele, büyük bir İslam âliminin ve bilim adamının ölümüne yol açsa, sonra bir kişi o kertenkeleyi öldürse hadisin manası ve kertenkelenin verdiği zararın büyüklüğü gözle görünür. Hiçbir itiraz söz konusu olamaz.

Hz. Peygamber’in (ASM)

  • Medine’de salgın hastalıklara yol açan…
  • tehlikeli mikrop, bakteri ve zehirler taşıyan…
  • böcekler ve haşereler gibi mikroplu canlılarla beslenen…

kertenkelelerin zararından kurtulmak için koruyucu hekimlik manasında Medine’nin idarecisi, İslam Devleti’nin başı ve bütün canlıları yaratan Allah’ın yeryüzü halifesi sıfatlarıyla böyle bir karar vermesi ne idarecilik, ne de peygamberlik noktasında reddedilebilecek bir durum değildir. Ayrıca Hz. Peygamber (ASM) bir katliam yapılmasını emretmiyor; Medine’den, diğer İslam şehirlerinden ve insanların yerleşim alanlarından bu zararlı hayvanların uzaklaştırılmasını hikmet gereği emrediyor.

Yüz milyonlarca insanını veba salgınlarında fareler yüzünden kaybeden Ortaçağ Avrupası’nın acı tabloları Hz. Peygamber’in (ASM) bu tarz uygulamalarının ne kadar yerinde olduğunu gösterir. Ki Hz. Peygamber (ASM) bir hadisinde fâreyi de fâsıkçık olarak nitelemiş ve hayvan öldürmenin genel kural olarak yasak olduğu Harem bölgesinde dahi —verebileceği müthiş zarardan dolayı— farenin görüldüğü yerde öldürülmesini emretmiştir.[19]

İkinci yön: Bu hadislerdeki bazı ince ifadeler bu hadislerin mecaz manada olduğuna karineler içeriyor: “ Kertenkele gibi küçük bir canlının 2-3 darbede öldürülmesi ”, “ Âkıbetinden korkarak yılanı öldürmekten vazgeçme ”, “ Vazgeçenin İslam toplumundan sayılmaması gibi… ” Bu konuyu aydınlatacak manada Nuaym bin Hammad tarafından şöyle bir rivayet aktarılıyor:

“ Hz. Peygamber, Mervan b. el-Hakem’e (ö.65/685) keler ( kertenkele ) oğlu keler diye isim koymuştur. ”[20]

Mervan bin Hakem’in babası Hakem bin Ebi’l-As, Mekke fethiyle İslam’a teslim olmuştur. Fakat Hz. Peygamber’in (ASM) evinin kapısına kulağını dayayarak Onun sırlarını elde etmek istemiş ve öğrenmiş; fakat durum Hz. Peygamber (ASM) tarafından fark edilmiş ve bir rahatsızlığa yol açmıştır. Bu manada Hakem, Hz. Peygamber (ASM) tarafından, insanların evlerinin kapısına ve duvarlarına yapışan “ keler ” e benzetilmiştir. Oğlu Mervan da babası gibi bir ahlaka sahip olduğu için keler oğlu keler olarak Asr-ı Saadet’te kabul edilmiştir. Ayrıca Hakem, Hz. Peygamber’in (ASM) arkasından Onunla alay etmek için hareketlerini taklit etmiş; bu durum Hz. Peygamber’ce (ASM) görüldükten sonra Hakem yüz felci geçirmiştir. Bütün bu yaptıklarından dolayı Hakem, Hz. Peygamber (ASM) tarafından Taif’e sürgün edilmiştir. Her ne kadar Nuaym bin Hammad’ın aktardığı bu hadis sened yönünden sıhhatli görünmese de o devir İslam toplumunda var olan zararlı kişilerin lakab verilmesi ile teşhiri konusunda bir kanaat veriyor. Karakteri dolayısıyla insanları hayvanlara benzetme özelliğini Kur’an-ı Kerîm’de de görüyoruz. Kur’an, küfür ve iman arasında zikzak çizen kişileri, yuvasını iki delikli yapan, düşmanı saldırdığında bir delikten girip öbüründen çıkan tarla faresine benzeterek onlara “ münâfık ” ( tarla fâresi ) adını verir. Kur’anın bu benzetmeyi kullanması da gösterir ki, Asr-ı Saadet’te ve Hz. Peygamber’in (ASM) dilinde dine zarar veren münafık, kâfir ve müşrik kişiler sergiledikleri karaktere göre çeşitli hayvanlara veya Kur’anda ismi ve sıfatı geçen belirli meşhur kişilere benzetilmişlerdir.

Mesela Hz. Peygamber (ASM) bu manada Mekke ve Medine yıllarında İslam’ın en büyük düşmanı olan Ebu Cehil için “ Bu ümmetin firavunudur ”[21] diyerek benzer bir uygulama yapmıştır. Medine yıllarında ise münâfıkların en başında bulunanlardan biri olan ve İslam aleyhinde yaptığı hilelerle tanınan Ebû Âmir için Hz. Peygamber (ASM) “ el-fâsık ” tabirini kullanmıştır.[22]

Bu çerçevelerden bakılınca kertenkelenin ve yılanın öldürülmesinin sevabı hakkında olan hadisler, kertenkele karakterinde olup kendisiyle temas edeni zehirleyip İslam aleyhine çeviren, yılan karakterinde olup dili ile İslam toplumuna zehir saçan kişi veya kişiler hakkında vârid olmuş dyebiliyoruz. Hz. Peygamber (ASM) bu yapıda olan Ka’b bin Eşref, Sellam bin Ebi’l-Hukayk, Ebu Afak, Esma bint-i Mervan gibi İslam aleyhine çalışan, düşmanları kışkırtan, müşriklerle işbirliği yapan kişilerin öldürülmesini emretmiştir.

Ka’b bin Eşref’in öldürülmesini anlatan kaynaklara baktığımızda şu tarihî bilgileri görüyoruz: Kâ‘b, Bedir Gazvesi sonunda müşriklerin mağlûp olduklarına ve 70 ölü verdiklerine dair haber Medine’ye ulaşınca bunun doğruluğuna inanmamış, “Gerçekten Muhammed bu kadar kişiyi öldürmüşse yerin altı üstünden daha hayırlıdır” diyerek tepki göstermiştir. Ancak haberin doğru olduğu ortaya çıkınca tâziyede bulunmak ve Kureyş’i Müslümanlar aleyhine kışkırtmak için 40 kadar adamıyla birlikte Mekke’ye giderek Müslümanlara karşı savaşmak üzere Ebû Süfyân ile anlaşır. Söylediği şiirlerle Kureyşliler’in intikam duygularını tahrik eder.[23]

Medine’ye döndükten sonra boş durmayan, şiirleriyle Resûl-i Ekrem’i ve ashabını hicveden, etkili konuşmaları ve servetiyle müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtmaya devam eden Kâ‘b b. Eşref’in davranışlarından rahatsız olan Hz. Peygamber (ASM) bu duruma son verilmesini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme, Kâ‘b b. Eşref’in süt kardeşi Ebû Nâile b. Selâme, Abbâd b. Bişr, Hâris b. Evs ve Ebû Abs ile bir araya gelerek Kâ’b’ı ortadan kaldırmak için plan yaptılar ve 14 Rebîülevvel 3’te (4 Eylül 624) onu öldürdüler.[24]

Kâ‘b’ın öldürüldüğünü duyan Yahudiler hayatlarından endişe etmeye başladılar. Bir kısmı Resûlullah’a gidip onun suçsuz yere öldürüldüğünü söyledi. Hz. Peygamber (ASM) onlara:

“O kendi görüşündeki başka insanlar gibi yerinde dursaydı öldürülmezdi. Fakat o söylemiş olduğu şiirleriyle bize eziyet ediyordu. Sizden her kim aynı şekilde hareket ederse onun cezası da kılıçtır ” diyerek Kâ‘b gibi faaliyette bulunmamaları konusunda uyardı ve Yahudiler de bir daha böyle şiirler yazmayacaklarına dair söz verdiler.[25]

Şiir, o zamanki medya idi. Şairin şöhreti ise, medyanın gücünü simgeliyordu ve o nispette Arap toplumunda etkiliydiler. Yahudiler, Medine Vesikası imzalandığı zaman kurulacak Medine Devleti’nin kanunlarına uyacaklarına, düşmanla işbirliği yapmayacaklarına, müşrikleri İslam Devleti aleyhine kışkırtmayacaklarına dair söz vermişlerdi. Ka’b bin Eşref bu manada anayasaya aykırı davranıp askerî manada vatana hıyanet suçu işlediği için cezalandırılmıştır.

Ka’b bin Eşrefin öldürülme vakasını detaylıca anlatan kaynaklar onun ilk darbede değil, 2. ve 3. darbede öldürüldüğünü ifade ediyorlar.[26] Bu manada kertenkelelerin öldürülmesini anlatan hadisle beraber Ka’b bin Eşref’in öldürülmesine dair rivayetleri beraberce okuduğumuzda görürüz ki, Hz. Peygamber (ASM) bu sözü Ka’b bin Eşref hakkında söylemiştir. Hz. Peygamber (ASM) Onu zehirli bir kertenkeleye benzetmiş ve Onun birkaç darbede de olsa öldürülmesini emretmiştir.[27] Sellam bin Ebi’l-Hukayk, Ebu Afak ve Esma bint-i Mervan gibi hiciv ile İslam toplumu içine zehrini kusan kişileri ise yılana benzetip Onların bir yılan gibi öldürülmesini emretmiştir. Yahudilerin fitne ve fesadından korkarak bu yılan karakterli kişileri öldürmekten vazgeçen kişinin İslam toplumundan sayılmayacağını ifade etmiştir.

 Sonuç olarak diyebiliriz ki, Hz. Peygamber’in (ASM) köpek türü temelinde bütün canlı türleri hakkında da geçerli olan “ Şayet köpekler de diğer ümmetler gibi bir ümmet olmasaydı onların öldürülmesini emrederdim ”[28] hadis-i şerifini… “ Allahu Teala bin çeşit ümmet yaratmıştır; onlardan 600 tanesi denizde, 400 tanesi karadadır. Bu ümmetlerden biri tükenince artık arkasından diğer şeyler de helak olurlar ”[29] hadisini… “ Boynuzsuz hayvanın boynuzludan hakkı alınacaktır ”[30] hadis-i şerifiyle beraber göz önünde bulundurarak bütün bu tarz hadis rivayetlerine yapılacak dengeli, kuşatıcı, birbirini sınırlayıcı ve açıklayıcı bir bakış açısı bize Hz. Peygamber’in (ASM) sözlerindeki asıl maksadı görünür hale getirecektir. Hz. Peygamber’in (ASM) muradı anlaşıldığında Onun sonsuz bir ilim kaynağından ilmini alan, hadis ve sünnet denilen lambalarla sayısız âlemleri aydınlatan bir sirac-ı münîr olduğu akıllara görünecektir ve bu makaledeki birçok hadiste görüldüğü üzere… Bu manada rahatlıkla diyebiliriz ki, Hz. Peygamber (ASM) ve Onun kudsî sözleri eleştirilmeyi değil, anlaşılmayı bekliyor.

Eymen Akça

[1] Sözünü dinleyen kişilerin düşünce ve duygularını bir anda misal ve mana âlemlerine intikal ettirecek bir perspektif le söz söyleyebilme, insanları maddeci, parçacı ve bencilce bakıştan kurtarabilme gücü demektir. Bu manevi gücün verdiği ufuk, münâfıkları Cehennem’e yuvarlanan taşa, ihlaslı müminleri Cennet’e doğru yükselerek uçan kuşa benzetir. Biraz sonra göreceğimiz üzere…

[2] Tefsir, kapalı bir sözün açıklanması; tâbir ise, zahir manası aklı çok zorlayan veyahut akla muhalif görünen ifadelerin perde arkasına geçilmesi demektir. Rüyalarda olduğu gibi… Kuvve-i kudsiye ile sarfedilen sözlerin tabire ihtiyacı vardır.

[3] Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346… Bu münâfıkın ismi, Rifaa bin Tâbût’tur.

[4] Said Nursi, Mektubat, 19. Mektub, 4. Nükteli İşâret, 2. Esas.

[5] Buharî, Edep, 76.

[6] Mecma El-zevaid’te Heysemi, Ebu Davud ve Ahmed rivayet etmişlerdir.

[7] Müslim, İmân 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.

[8] bk. Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 7740; Müsnedü’l-Firdevs, 3:116, 117.

[9] Müsnedü’l-Firdevs 3, 116,117.

[10] Müslim, Tirmizî.

[11] Hüseynî, İbn Hamza, el-Beyân ve’t-ta’rîf fî esbâb-i vurûdi’l-hadîsi’ş-şerif, I, 33.

[12] Buhârî, Bed’ü’l-Halk 14, Cezâu’s-Sayd 7; Müslim, Selam; 145 (2239); Nesâî, Hac, 115 -Nesai’de Hz. Aişe’nin rivayetinde yalnız: “Kertenle fuveysik/fasıkcık” olduğu bildirilmiştir.

[13] Kemaleddin Muhammed b. Musa b. İsa ed-Demirî, Hayâtu’l-Hayevâni’l-Kübrâ, Dâru’lElbâb, Beyrut ts., c.II, ss.379-381.

[14] ed-Demirî, a.g.e., c.I, s.486.

[15] John Lloyd ve John Mitchinson, Hayvanlar Alemi (Cahillikler Kitabı), çev.: M. Evren

Dinçer, Nıvart Taşçı, NTV Yayınları, İstanbul 2009 ss.100-101; Mustafa Kuru, Omurgalı Hayvanlar, Palme Yayıncılık, Ankara 2009, ss.388-396.

[16] Müslim 2240/147, Tirmizi 1511, Ebu Davud 5263, İbni Mace 3229, Ahmed bin Hanbel 1/420.

[17] Ahmed b. Hanbel, a.g.e., c.I, s.420.

[18] Mâide suresi, 32.

[19] Buhârî, Bedu’l-halk, 16; Müslim, Hac, 9: 66-72.

[20] Ebû Abdullah Nuaym b. Hammad el-Mervezî, Fiten, tahk.: Semîr Emin ez-Züheyrî, Mektebetu’t-Tevhîd, Kahire 1412, c.I, s.131.

[21] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 1/403.

[22] İbn Sa‘d, III, 540-541.

[23] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 13.

[24] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 14.

[25] Prof. Dr. İsmail Güleç, Hz. Peygamber’in Müslüman Olmayan Şairlere Karşı Tutumu, s. 14.

[26] Bkz. İbn-i Sa’d ve diğer megazi kitapları.

[27] Kertenkelenin Hz. İbrahim (AS) ateşe atıldığı zaman ateşi söndürmeye değil destek vermeye çalışmasından bahseden hadis-i şerifi de burada olduğu gibi mecaz manasıyla almak gerekir. Bu perspektiften bakılınca hadis diyor ki, kertenkele karakterli kişiler İslam ve fıtrat dünyasında meydana gelen yangınlar ve savaşları söndürmeye değil, daima körüklemeye taraftar olacaklar… Bu durum sosyal bir kanun olarak hal-i hazırda da devam etmektedir. Bu manada o hadis-i şerif sosyolojik bir kanunun Hz. Peygamber’ce (ASM) tespitini sunar.

[28] İbn Mâce, “Sayd”, 2; Tirmîzî, “Ahkâm ve’l-Fevâid”, 4, “Sayd” 16; Ebû Dâvûd, “Sayd”, 1-3; Nesâî, “Sayd”, 10.

[29] Câbir bin Abdullah, Müsned-i Ebu Ya’la… Ebu Ya’ladan nakleden ise İbn-i Hacer el-Askalani, el-Metâlibu’l-Aliye, c. II. Bu hadiste verilen hayvanlara ait ümmet sayıları, oran vermek içindir; asıl sayıları değildir. Şu an ki bilim dünyası Hz. Peygamber’in (ASM) verdiği bu oranı doğruluyor. Hadis metninin son kısmı ise ekolojik dengenin varlığını veciz şekilde ifade ettiği gibi dünyada ekolojik bir kıyametin nasıl kopacağını haber veriyor. Oşinografi, biyoloji ve ekoloji bilimleri Hz. Peygamber’in (ASM) bu sözündeki mu’cizelerini tasdik etmektedir.

[30] bk. Müslim,1, h no: 2582.