hamitderman tarafından yazılmış tüm yazılar

Dava Adamı Olmak

Bir çok insan çalıştığının hakkını alamamaktan şikayet eder. Bazen biz de şikayet ederiz. Ben çalışıyorum, yoruluyorum fakat çalışmamın karşılığını alamıyorum diye şikayet ederiz. Bu düşünce genelde maddiyatla çok fazla haşir neşir olan insanın fıtratında vardır.

Fakat; bazı insanlar da vardır ki; yaptıklarını dünyevi maksatlar için yapmazlar. Onlar mana aleminde beklentilerin en yüce beklentisi için çalışırlar. Hiç bir zaman yılmazlar, hiçbir zaman korkmazlar, hiçbir zaman verilen görevden kaçmazlar.

Hiç bir zaman şikayet etmezler. Her yaptıkları işte Allah rızasını gözetirler. Dünyevi beklentileri olmaz. Uhrevi beklentileri ön plandadır. Onlar kudsi bir davaya inanmışlardır. ’’Onlar dava  erleridirler.’’

Dava adamı olmak kolay değildir.

Dava adamı olmak yerine gelince işkenceyi, hakareti, açlığı, susuzluğu, uykusuzluğu yerine gelince hicreti yerine gelince uzleti ve her şeyi göze alabilmektir.

Dava adamı olmak ölüm meleği geldiği zaman bile ‘’ah davam ‘’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak bütün zorluklar karşısında bile “Eğer, inanıyorsanız üstünsünüz… „ ( Al-i İmran 139 ) ayetini hatırlayarak yılmamaktır.

Dava adamı olmak Hz Ebubekir gibi “Ya Rabbi! Benim vücûdumu cehennemde o kadar büyüt ki, başka kullarına orada yer kalmasın! Diyebilmektir.

Dava adamı demek Üstad Bediüzzaman gibi ’ Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünki; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur’’ diyebilmektir.

Dava adamı olmak kuldan değil Allah’tan korkmaktır. Ve bu korku ile hayatına yön vermektir.

Dava adamı olmak tohum olmaktır. Kendisi çürürken yerine meyveleri yetiştirmektir.

Dava adamı olmak hayatta kendisine zulm edenlere bile beddua etmemektir. Onların ıslahı için Allah’a dua etmektir.

Dava adamı olmak firavunlar kucağında büyüyen çocuk musa’ları safına almaktır.

Dava adamı olmak on sene sonrayı değil yüz seneyi görüp ona göre yaşamaktır.

Dava adamı olmak makamlar ve servetler karşısında  nefsini unutmaktır.

Evet, dava adamı olmak  Üstadın deyişiyle: Benim dilim ölümle susturulsa, pek çok kuvvetli diller benim dilime bedel konuşacaklar, o hizmeti idame ederler. Hattâ diyebilirim: Nasıl ki bir tane tohum toprak altına girip ölmesiyle bir sümbül hayatını netice verir; bir taneye bedel yüz tane vazife başına geçer. Öyle de, mevtim, hayatımdan fazla o hizmete vasıta olur düşüncesi ile hem hal olmaktır.

Ne mutlu davasını hakkıyla yaşayan ve yaşatanlara. Selam ve dua ile…

Hamit Derman

www.NurNet.org

Başımıza Gelen Musibetlerin Sebepleri Nelerdir?

Peygamberler tarihine baktığımızda Allah (c.c.) ın emirlerine uymayan kavimlerin helak oldukları görülür. Bu durum Müslümanlar için Felaket ve musibetler olarak tezahur eder diyebiliriz .

Hz. Ali (ra) anlatıyor: Resûlullah Efendimiz (SAV) bir gün:

“Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belâlar iner!” buyurdu. Yanındakiler:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular.
Resûlullah Efendimiz (SAV) şöyle buyurdu:

 
1- Millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında gidip gelen bir metâ haline gelirse,
2- Emanet ganimet ve fırsat bilinip hıyanet edildiği zaman,
3- Zekât (ödemeyi ibadet bilmeyip bir angarya ve) ceza telâkki ettikleri zaman.
4- Kişinin karısının kötü emirlerine itaat ettiği zaman,
5- Anne hukuku sıkça çiğnendiği zaman,
6- Baba hukuku sıkça çiğnendiği zaman.
7- Arkadaşın kötü emirlerine itaat arttığı zaman,
8- Mescitlerde (rızay-ı İlâhî gözetmeyen husûmet, alış-veriş, eğlence ve siyaset vs. ile ilgili sesler yükseldiği zaman.)
9- Kavme, onların en alçağı reis olduğu zaman;
10- Zorba kişiye zararı dokunmasın diye hürmet edildiği zaman;
11- Şarap meşrû sayılarak içildiği zaman,
12- İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği zaman;
13- Şarkıcı kadınlar arttığı zaman;
14- Türlü çalgı âletleri arttığı ve sıkça çalınır olduğu zaman,
15- Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, zelzeleyi, yere batışı veya suret değiştirmeyi ya da gökten taş yağmasını bekleyin.
(Kütüb-ü Sitte, 14/340; Tirmizî, Fiten 31, (2307)

Yukarıda Hz. Ali (ra) den rivayet edilen hadislerin gösterdiği gibi Müslümanların da musibet ve belalardan uzak olmadıkları açıktır.

Bediüzzaman Hazretleri de Müslümanların başına gelen musibetleri Namaz, Oruç, Zekat ve Hac gibi İslamın şartlarının yerine getirilmesinde gevşeklik göstermek ve yerine getirmemek gibi nedenlere bağlar.

Üstadın bu rükünlerden Namaz, Oruç ,Zekat ve Hac gibi İslamın şartlarının yerine getirilmemesinde gevşeklik göstermenin acısını ve sonucunu 1. Dünya savaşı sırasında gördüğü rüya ile çok güzel açıklar.Rüyada Ona alimlerden oluşmuş bir meclis soruyor.

“SORU: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?

“Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.”

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. El cezâu mincinsi’l-ameli

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

“Rüyanın zeyli”

Rüya hacda sükût etti. Çünkü, haccın ve ondaki hikmetin ihmali, musibeti değil, gazap ve kahrı celb etti. Cezası da keffâretü’z-zünub değil, kessâretü’z-zünub oldu. Haccın bahusus taarrüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.”

“İşte Hint, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor. İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçare valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.”

“İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.”

“İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.”

“İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü fîzar ediyor.”

Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatlar ettirildi. Fa’tebirû.

Rüyada meclisin sorusuna verilen cevapta Üstad, İslam’ın namaz, oruç ve zekat gibi terk edilen ibadetleri; bazı musibetler vasıtası ile ümmetin günahlarına kefaret olup affına sebebiyet verdi diyor. Ama aynı kefaret ve af, hac ibadetinin terki için vuku bulmadı.

Üstad meclise karşı hac hususunda cevap veremiyor, sükut ediyor. Haccın en önemli hikmet ve siyaseti; muhtelif kavimlerin bir araya gelip, orada kardeşlik bağlarının kuvvetlenmesidir. İşte ümmet bu ibadeti terk etmek ile, bu önemli hikmet ve siyaseti de terk ettiği için, ceza olarak ümmet manasından uzaklaşıp, güç ve birliğini yitirmiş ve zalim Avrupa devletlerine yem olmuştur. Cezası günahlara kefaret değil, günahların artmasına sebep oldu. Hakikaten İslam ümmeti en şiddetli tokadı hac ibadetinin terkinde gördü. Bugün Filistin’in ve koca Arap aleminin, bir avuç İsrail karşısında aciz kalması bu sırdan ileri geliyor.

Hamit Derman

www.NurNet.org

Allah (C.C.) Her Duaya Cevap Verir mi?

Dua; Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, çağırmak, yardım dilemek anlamlarına gelmektedir. Kelime anlamıyla da çağırma demektir. İnsan dua ile Allah’a yakınlaşır ve ruhen rahatlayıp huzura erer.

Dua aynı zamanda bir ibadettir. Bu konuda ayet ve hadisler oldukça fazladır. Bunlardan bazıları şunlardır:

Cenab-ı Hak, “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar” “De ki: (Kulluk ve) Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin?

Numan İbnu Beşîr (r.a)’den nakledildiğine göre “Rasulullah (s.a.v): ‘Dua ibadetin kendisidir’ buyurup sonra şu âyeti kerimeyi okumuştur: Rabbiniz: ‘Bana dua edin ki size icâbet edeyim. Bana dua ve ibadet etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir” buyurdu.

Üstad Bediüzzaman, duanın manası ve hikmeti konusunda şöyle diyor: “Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam, duası ile gösteriyor ki: Bütün kâinata hükmeden birisi var ki; en küçük işlerime ıttıla’ı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir.

Öyle ise; bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de ondan bekliyorum, ondan istiyorum. İşte duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın halâvet ve safîliğine bak, “Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin?”ayetinin sırrını anla ve “Bana dua edin cevap vereyim” fermanını dinle. Eğer vermek istemeseydi, istemek vermezdi.

Eğer desen:

Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir; ‘Her duaya cevap var ifade ediyor.”

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.

Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevâperestâne (nefsinin isteklerini)ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu(istek) veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem dua bir ubûdiyettir(ibadet). Ubûdiyet ise, semerâtı(meyvesi) uhreviyedir(ahirettedir). Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil.

Meselâ, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa, o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyetle olsa, o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurubu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, “küsuf ve husuf namazları” denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla(örtünme) bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını(kullarını) o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir.

Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Dua kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duanın vakti kaza olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle belâyı ref etse, nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur.

Demek, dua bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. (Sözler, 23. Söz)

Üstad Hazretleri hadis va ayetlerden yola çıkarak Muzdar (çok zor durumda kalmış) insanların duasının kabul olduğunu ve geri çevrilmediğini söylüyor.

Muzdar durumda kalmış bir kadının hikayesini aktarmaya çalışacağım:

Kocasının çok hasta olduğunu,çalışamaz duruma düştüğünü ve yedi çocuğu ile birlikte aç kaldıklarını ve yiyeceğe ihtiyaçları olduğunu söyler.

Manav ona ters bir şekilde bakarak derhal dükkanını terk etmesini ister.Kadın ailesinin ihtiyaçlarını düşünerek:

– ‘Lütfen efendim’ der. ‘paramız olur olmaz getirip borcumu ödeyeceğim.’

Manav kendisine bir kredi açamayacağını çünkü onun eski müşterisi olmadığını,kendisinde bir hesabının bulunmadığını söyler.

O sırada dükkanın dışında bekleyen bir müşteri ikisinin arasında devam eden bu konuşmayı dinlemektedir.İçeriye girerek manava yaklaşır ve: ‘ben o kadının almak istediklerine kefilim’ der. “Ailesinin ihtiyacı olan şeyleri ona ver.”

Bunun üzerine manav çok isteksiz bir şekilde kadına döner ve ‘bir alışveriş listen var mıydı? Diye sorar.Kadın ‘evet efendim’ der. ‘tamam’ der manav. ‘şimdi onu terazinin şu kefesine koy,onun ağırlığınca diğer kefeye istediklerinden koyacağım’

Kadın bir an duraklar,sonra başını önüne eğer ve çantasını açarak üzerine bir şeyler karalanmış bir kağıt parçasını çıkartır ve manavın kendisine gösterdiği kefeye özenle bırakırken başı hala öne eğiktir.

Manavın ve diğer müşterinin gözleri terazinin kefesine dikilirken hayretle büyümüştür.Manav müşteriye dönerek,kısık bir sesle ‘inanamıyorum’ der.İnanılacak gibi değildir.

Müşteri manava gülerken manav çoktan diğer kefeye eline geçeni doldurmaya başlamıştır ama nafile,diğer kefeyi yerinden bile kıpırdatamamıştır.

Terazinin kefesi artık üzerindekileri alamayacak kadar doldurduğunda çaresiz hepsini bir torbaya doldurarak kadına verir.Şaşkınlıkla üzerinde bir şeyler çiziktirilmiş kağıdı eline alır ve okur. Bir de bakar ki orda bir alışveriş listesi yoktur.Sadece bir dua yazılıdır.

Duada;

ALLAH’IM

‘Neye ihtiyacım olduğunu ancak sen bilirsin

Kendimi senin ellerine teslim ediyorum.’

Manav taş gibi bir sessizliğe bürünmüştür.Kadın kendisine teşekkür ederek dükkandan ayrılır.Müşteri manavın eline bir miktar para tutuştururken ‘her kuruşuna değdi’ der.Daha sonra manav terazisinin kefelerinin kırılmış olduğunu görür.

Yukarıdaki hikaye de olduğu gibi Allah zor durumda kalmış kendisine dua eden hiçbir kulunu geri çevirmez.

ALLAH BÜTÜN DUALARIMIZI KABUL EDİLEN DUALARDAN EYLESİN AMİN….

Hamit Derman

www.NurNet.Org

Hayata Güzel Bakabilmek

‘’Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır’’diyor Bediüzzaman Hazretleri. Evet hayattan zevk almak için bu vecizeyi kendime düstur etmişimdir. Şu kısacık fani ömürde ,insan dünyaya hep güzel bir bakışla bakmalıdır.

Bir çok insan yaşadığı hayattan memnun olmaz. “Allah beni niye zengin yaratmadı?.. Neden beni  daha güzel veya yakışıklı yaratmadı?..” gibi soruları kendine sorar. Bu soruları sorarken hep kendinden üstün gördüğü ve üstün  kabul ettiği insanlara bakarak sorar. Bu durum  insanın bakış açısının yanlışlığını gösterir. Eğer bir kişi kendinden daha kötü durumda olanları görseydi belki bu yanlış düşüncelere kapılmazdı.

İnsanın bakış açısı onun mutlu veya mutsuz olmasında en büyük etkendir.İnsan dünyaya pembe bir gözlükle baksa pembe görür, siyah bir gözlükle baksa siyah görür.

Kişinin kalp  gözü de öyledir.İnsanının kalp gözü dünyaya pembe gözle bakarsa insan her şeyden zevk alır. Ama siyah bir gözle bakarsa insan hiçbir şeyden zevk almaz.Her şeyi yanlış ve karanlık görür.

Bakış açısıyla ilgili  Fransa da yapılan bir araştırmayı aktarmak istiyorum. Fransa’da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir.

Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar :

“Ne yapıyorsun?”

“Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bağırır işçi.

Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum.Bu çok ağır bir iş, ölümden beter.

Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:

”Ne yapıyorsun?”

İşçi cevap verir: “Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum.Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli. Sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.

Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.

“ Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar.

Görmüyor musun?” der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak.“ Bir katedral yapıyorum.

Bu hikayenin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmalarıdır. Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır.Evet yukarıdaki hikayedeki gibi her üç işçi de aynı işi yapmaktadırlar. Fakat her üç işçinin yaptıkları iş hakkındaki  düşünceleri  çok farklıdır. Bunun da nedeni üçünün de farklı bakış açısıdır.

Hayatta misafir olan bizler her zaman her şeyin güzel tarafına bakmalıyız. Bir gözümüz yoksa iki gözü olmayanı görüp şükretmeliyiz.Kısacası bardağın boş tarafını değil dolu tarafına bakmalıyız. Eksiklerimizi değil sahip olduklarımıza bakmalıyız. Böylece şu kısacık fani ömürden zevk almayı öğreniriz. Vesselam…

Hamit Derman

www.NurNet.Org

 

Maddi ve Manevi Eğitimin Önemi

Güzel bir Çin atasözü vardır.“Bir yıllık varlık istersen buğday, on yıllık varlık istersen ağaç, yüz yıllık varlık istersen insan yetiştir”der. Evet bir toplumda eğitim toplumun en önemli varlık sebebidir. Eğitime önem veren toplumlar hem geçmişte hem de günümüzde hep güçlü olmuşlardır. Eğitim yönünden geri olan toplumlar hep güçsüz olmuşlardır. Avrupa ve Ortadoğu ülkelerini karşılaştırmak her halde yanlış olmaz.

Bir toplum için eğitim önemli olmakla birlikte, eğitimin mahiyeti de önemlidir. Eğitim insanı her yönden ihtiyaçlarına cevap verecek bir mahiyette olmalıdır. Yani eğitim insanın hem maddi hem de manevi yönüne seslenmelidir. Eğer eğitim insanın tek bir yönüne seslenen bir eğitim olursa eksik kalır. Çünkü insan yalnız bedenden oluşmuş bir varlık değildir. İnsanın beden dışında diğer  yönleri de vardır. Bu durumu Bediüzzaman hazretleri :

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir.  Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (Risale-i Nur / Münazarat) sözleriyle çok güzel açıklar.

Nasılki midemizin gıdası ayrıdır. Gözümüzün ve kulağımızın gıdası ayrı ayrıdır. Gözün gıdası güzel manzaralar, kulağın ise seslerdir. Aynen öyle de aklımızın gıdası ile kalbimizin gıdası da farklıdır. Aklın gıdası bilim, mantık ve fenlerdir. Kalbin gıdası ise sahibini (yaratanı) bulmak onu tanımak ve ona tesbih, namaz, dua ve ibadettir. Biri eksik oldu mu, insan da eksik olur.

Sadece kalbini besleyenler, mutaassıp olurlar ve  bazıları gibi Avrupa’da yapılan bir cam bardağı bile gavur icadı diye reddederler; inançlarını taklitten kurtaramazlar. Zira tahkiki bir iman ilimden geçer. Sadece aklını doyuranlar ise ittikadi konularda şüpheden kurtulamazlar. Bunlar da tamamen dinden uzak, her şeye şüphe ile yaklaşan helal haram düşünmeyen, ahirete imanı olmadığı için bu dünyada ne yaparsam kardır düşüncesiyle hareket eden insanlar olarak, yaşadığı topluma yarar değil çoğunlukla zarar verirler.

Sonuç olarak, eğitim insanın bütün insani yönlerini karşılayacak şekilde olmalı, hem akla hem de kalbe yer vermelidir. Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiştir. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet karanlığı, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme cahilliğidir. Kalp aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder.

Hamit Derman

www.NurNet.org