hatice başkan tarafından yazılmış tüm yazılar

“Mutluluk “

Mutluluk Nerede?

 

Herkesin en büyük özlemi olan mutluluk acaba nerededir? Herkesin kendince bir anlam yüklediği ve hayallerini süslediği mutluluk neden birçoğu için sadece bir özlem olmaktan öte gidememektedir? Hiç şüphesiz değerli olan bir şeyin elde edilmesi zordur. İnsanlar, değerli bile olsa kolay kazandıkları şeylerin kıymetini bilemezler. Buna göre insanların çoğu, herkese kısmet olan bazı geçici mutlulukların farkında değildirler ve kalıcı mutluluğun ise adresi ya bilinememekte ya da yanlış yerlerde aranmaktadır.

Mutluluk, şu üç şeyin elde edilmesine bağlıdır: Kanaatkârlık, özgürlük ve güvenlik. Kanaatsizliğin zıddı olan ihtiras, insanın içini bir kurt gibi kemirir ve mutluluk için gerekli olan gönül genişliğini yok eder. Özgürlüğün zıddı olan esaret, mutluluğu keşfedecek olan aklı ve onu yaşayacak olan benliği tahrip eder. Güvenliğin zıddı olan korku, kaygı ve tehlikeler ise mutluluğun giriş kapısı olan aklı ve gerçekleşme alanı olan gönlü felç eder ve mutluluk duygusunun hissedilmesini imkânsız hale getirir.

 

Hayatta ihtiyaçların sınırı yoktur. Mutluluğu, çok mala sahip olmada arayanlar, akıl almaz bir yarışın içine girmektedirler. Arapça menşeli bir kelime olan fakir, ihtiyacı olan kimse anlamına gelir. Zengine ise ğani denilir. Buna göre bir milyon

TL’si olduğu halde bir milyon YTL’ye daha ihtiyacı olan kimse, bin TL ile yetinen kimseden daha fakirdir. Çünkü ilkinin hissettiği ihtiyaç daha fazladır ve kanaatkârlığın en büyük hazine ve mutluluk vesilesi olduğunun farkında değildir. Mutlu olmasını becerenler, malı mutluluk ortamına malzeme yaparlar, maldan mutluluk kotarmaya çalışanlar ise malın stres yapan ağırlığı sebebiyle o mala sahip olmanın vereceği geçici hazzı bile hissedemezler.

 

Bir zamanlar adamın biri birden bire gözlerini kaybeder. Hiçbir doktor onun gözlerine çare bulamaz. Erenlerden biri, “Hiç derdi olmayan birinin gömleğini gözüne sürersen gözlerin açılır.” şeklinde bir tavsiyede bulunur. Adam dertsiz birini aramaya başlar. Bir yerde hiçbir derdinin olmadığını söyleyen bir çobanın varlığından bahsedilir. Adam çobanı bulur ve bir derdi olup olmadığı sorar: Çoban, “Allah’a hamdolsun hiçbir derdim yok” deyince âmâ adam, “O halde şu gömleğini çıkar da gözlerime süreyim.” der. Çoban, “İyi de benim gömleğim yok ki” diye karşılık verir. Çoban üzerine giyecek bir gömlek bulamayacak kadar yoksuldur ama onun bu yoksulluğu huzur yoksunluğuna sebep değildir. Buna göre mutluluğun ilk şartı eldeki ile yetinmek, kanaatkâr olmak ve ardı arkası kesilmeyen ihtiraslardan sıyrılmaktır.

 

Özgürlük; insanın kendisi hakkında istediği kararı verebilmesi, iradesini istediği gibi kullanabilmesi ve faaliyetlerinde herhangi bir engelle karşılaşmaması şeklinde tarif edilebilir. Özgür insan, kişisel yeteneklerini geliştirebilir ve kendisini saygın bir birey olarak gerçekleştirebilir. Aklı ve fikri özgür bir insandan sağlıklı ve isabetli düşünceler ortaya çıkar. Ayrıca mutluluğun felsefesi, mutluluğa talip olanın dünya görüşünde merkezi bir yere sahip olmalıdır. Mutluluğun felsefesini şöyle özetleyebiliriz: “Hep güzel ve doğru olanın özlemini taşımak, gerekeni yapmak, işini sevmek, paylaşmasını bilmek ve özverili olmak.”

 

İnsanın aradığını bulabilmesi için öncelikle neyi, niçin istediğini bilmesi gerekir. Bu aranan mutluluk olunca aklın, önce mutluluğu doğru tanımlaması, kendi mahallinde araması, keşfetmesi ve onun gerçeğine talip olması gerekecektir. Birçok insana göre mutluluk Kafdağı’nın arkasındadır ve ona ulaşmak hayaldir. Mevlâna’nın şu hikâyesi, mutluluğun adresine işaret ediyor:

 

Bir zamanlar Bağdat’ta yaşayan biri bir rüya görür. Rüyasında kendisine Mısır’ın Kahire şehrinden bir adres verilir ve bu adresteki evin temelinde büyük bir hazinenin olduğu söylenir. Adam rüyaya aldırmaz ama aynı rüyayı iki kez daha görünce bunun bir işaret olabileceğini düşünerek yola koyulur. Kahire’de adresi bulur. Ne var ki adreste oturan vardır, burada altın olsa bile ev sahibi bunu sahiplenecektir. Bağdatlı birkaç gün Kahire’de bekledikten sonra boş dönmektense durumu haber vermesi halinde en azından ödül olarak bir miktar altının kendisine verilebileceğini düşünerek adreste oturan kişiye bu konuyu açmaya karar verir. Ev sahibi ile konuşur. Ev sahibi ise “Senin aklına şaşarım, bir rüyaya itibar edip ta Bağdat’tan kalkıp gelmişsin.” der ve ekler: “Ben de bir zamanlar Bağdat’ta şöyle bir adreste altın olduğunu hem de üç kez gördüm ama bir rüyaya itibar ederek ta Bağdat’a gitmeyi düşünmedim.” Mısırlının Bağdat’ta tarif ettiği adres, Bağdatlının kendi adresidir. Adam kendi evinin temelinde bir hazine olmadığından emindir fakat rüyaların benzeşmesi bir anda zihninde şimşeklerin çakmasına yol açar ve şöyle düşünür:

 

İnsanın rüyasında gördüğü ev kendi gönlüdür. Evet bu rüya ilâhî bir işarettir ama gördüğüm hazine içinde altınların değil mutluluğun bulunduğu bir hazinedir. Simyacı romanında da benzer bir olay hikâye edilmektedir ve muhtemelen Simyacı yazarı da Mevlâna’ya ait bu hikâyeden esinlenmiş olmalıdır.

 

Güvenlik; insanın can, mal, namus ve şerefinin güvende olması ve her türlü tehlikeden korunmasıdır. Güvenin olmadığı yerde korku ve endişe vardır. Yarınından emin olamayanlar ve kaos ortamında serseri bir kurşunun hedefi olabileceğini düşünenler nasıl mutlu olabilirler? Müslüman, elinden ve dilinden herkesin güvende olduğu kimse ise, Müslüman olmak, hem mümin hem de başkaları için bir mutluluk ve güven vesilesi olması icap eder.

 

Mutluluğun en yoğun yaşandığı yer olan ailede, her bireyin titizlikle üzerinde durması gereken nokta, güven ve sadakattir. Ayrıca şu üç şeyin insicamı ve birlikteliğiyle, isteyen ve becerebilen herkes mutlu olabilir:

 

  • İnanca uygun bir yaşam tarzı,

 

  • Kabiliyete uygun bir meslek,

 

  • Gönüle uygun bir eş.

 

W.Ellery Channing, mutlu bir hayat için şunları öngörür:

  • Ufak şeylerden zevk alın,

 

  • Lüksü değil zarafeti gözetin,

 

  • Zenginlikten ziyade muhtaç olmamayı hedefleyen biri olun.

 

  • Saygı istemek yerine değerli olun.

 

  • Sessizce düşünüp dürüstçe konuşun.

 

  • Yıldızları, kuşları, bebekleri ve bilgeleri sessizce dinleyin.

 

İnsanların en önemli yanılgıları, mutluluğu olağanüstü olaylarda ve kimsede olmayan eşsiz değerlerde aramalarıdır. Oysa yolunda giden rutin işlerin her biri, kadir kıymet bilen birisi için birer mutluluk vesilesidir. Bir çocuğun, babacığım ya da anneciğim demesi, bir insanın ailesi ile birlikte yemek yemesi, bir esnafın akşam dükkânını az ya da çok kârla kapatması, bir işçi ya da memurun ay sonu maaşını alması belki sıradan bir olaydır ama mutluluklar da bu sıradan olayların ahenkli gelişiminden ve birikiminden doğar. Öte yandan yolunda gitmeyen bazı gelişmeler, zamanında önlem alınamaması halinde içinden çıkılmaz bir hal alabilir ve bütün neşemizi alt üst edebilir.

 

Mutluluk, kalbin bütün gam, keder, tasa ve kaygıdan kendini arındırması hali değildir. Faal bir akıl ve duyarlı bir kalp, çevresinde meydana gelen olumsuz gelişmelere bigane kalamaz. Duyarlı bir insan, çevresinde yaşanan acı ve ıstırapları yüreğinin ta derinliğinde hisseder. Bununla birlikte cari sıkıntıların üstesinden gelme yönünde sarf ettiği çaba ve elde ettiği olumlu neticeleri görerek de mutluluğa erer. Örneğin, bir yetimin gözyaşı bize hüzün verir ve yüreğimizi burkar ama bu arada elimizi şefkatle yetimin başına koyduğumuzda ve sıkıntısını bir süreliğine de olsa giderdiğimizde yetimin yüzünde oluşan gülümsemeyi görmek, herhalde mutluluğun en güzel örneklerinden biri olsa gerek.

 

Eğer mutluluk para ile satılan bir eşya olsaydı, zenginler ondan istedikleri kadar satın alırlar ve gönüllerince tüketirlerdi. Fakirler ise dünyanın en mutsuz insanları olurlardı. Oysa mutluluk, kıvrak bir zekâ ile keşfedilir, gönüllerde üretimini yapılarak çoğaltılır ve dostlarla paylaşılarak kalıcı ve bereketli hale getirilir. Mutluluk, tüketilen bir meta değil, üretilen insanî bir değerdir. Bu sebeple hiç kimse mutluluğu dışarıda aramamalı, başkasından beklememeli, onu kendi içinde üretmenin yollarını aramalıdır. Mutluluğun dilencisi olanlar, problemin kaynağı haline gelirler. Hiç şüphesiz mutluluk arayışında aklını ve gönlünü kullananlar, rüyasında hazine gören ve rüyasında gördüğü hazine ile zenginlik hayali kuran Bağdatlı’dan daha şanslı durumdadır.

hatice başkan

“Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam ile ahlak arasındaki ilişki”

“Hz. Peygamber (s.a.v.) İslam ile ahlak arasındaki ilişki”

“Din (İslam), güzel ahlâktır;  ahlâk, İslam’ın hedefidir: “Ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.(1)

Ahlâk, imanla sıkı bir bağa sahiptir: “Müminlerin imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır.” Ahlâktan soyutlanmış bir iman kabul olunmaz:

 

“Güvenilirliği olmayanın imanı yoktur, ahde vefası olmayanın dini yoktur.”(2)

 

Ahlak, kıyâmet günü hasenât ile mizanı dolduran şeydir:

 

“Mizanda güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur.”3)

 

Yine ahlâk, insanların cennete girmesine sebeb olan şeylerdendir: Bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.v) insanların cennete girmesine en çok vesile olan şey soruldu, o şöyle dedi: “Allah’a takvâ ve güzel ahlâk.” 4 Yine güzel ahlâk, kıyamette Hz. Peygamber’in meclisine yakınlaştıran şeydir:

 

“Kıyamet Günü bana en sevimli olanınız ve yerce bana en yakın olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır.”5

Dolayısıyla, ahlâkın, imanın ve sahih itikadın semeresi olduğu söylenebilir.

 

Ahlâklılığın, rabbânîlik, âlemşümûllük, insânîlik, vasatlılık, tamlık-mükemmellik, hoşgörü ve çeşitlilik ile birlikte İslam’ın mümeyyiz vasıflarından biri olduğu söylenebilir. 6 İslam, ahlâkın bölünmesini veya insanlardan ayrılmasını tanımaz; helal ve hayır, herkes içindir, haram ve şer de böyledir. İslam, “Amaçlar, araçları mubah kılar” kaidesini tanımaz. Allah temizdir, sadece temiz olanı kabul eder.7

 

İbadetlerin gayesi, fazilet ahlâkını gerçekleştirmektir. Namaz, fahşâ ve münker işlerden alıkor:

 

“Namaz, edepsizlikten ve uygunsuzluktan nehyeder.” 8

 

Oruçta, organlar kötülüklerden alıkonulur:

 

“Her kim iftirayı ve onunla ameli bırakmazsa Allah’ın onun yiyip içmeyi bırakmasına ihtiyacı yoktur.”9

 

Zekât, “onları tathîr ve tezkiye” eder.10 Hacca gelince;

 

“Hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek ve kavga etmek yoktur.”11

 

Said Nursî, ahlâkın önemini ve imanla bağlantısını vurgular ve

 

“…gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber.”  der.

 

Belîğ üslûbuyla müminden, Kur’ân’ın emirlerine imtisal eden Müslüman’dan bahseder ve onu kâinât ağacının meyvesi olarak görür.

 

Ahlâkın insanlar için önemi Allah, insanı Rahmân’ın sûreti üzere yaratmasından kaynaklanır ki, bu, “sîret ve ahlâk” anlamına gelir.13 Bunun yanısıra Allah Teâlâ, Resûlünü (s.a.v.) güzel ahlâkı sebebiyle sevmiştir. Bu muhabbet, Allah’ın kendi cemâline, san’atına ve mahlûkâtının ahlâkına muhabbeti zımnında yer alır. Nursî şöyle der:

 

“Hem kendi mahlûkâtının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil-ittifak en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâmı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. En yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâma mahsustur ki, ‘Habîbullah’ lakabı ona verilmiş.”

 

Müslümanlar için mühim olan ahlâk nedir?

 

Ahlâk bakımından en faziletli ve en iyi olanı araştırdığımızda, ahlâkî hasletler arasında tercih yapmamız zor olmakla birlikte en faziletli olana ulaşmak mümkündür; nitekim o, bu zamanda ahlâkın esasının takvâ olduğu görüşündedir:

 

“Her zaman def-işer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahat ve câzibedâr hevesât zamanında bu takvâ olan def-imefâsid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup büyük bir rüchâniyet kesbetmiş.”

Nur talebelerinin takva ile silahlanmalarını tavsiye ederek bunu vurgular ve şöyle der:

 

“Risâle-i Nûr şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı ictimâiyede yüz günah insana karşı geliyor; elbette takvayla ve niyet-i i ctinabla yüzer amel-isâlih işlenmiş hükmündedir.”16

Âyette geçen “umulur ki sakınırsınız” şeklindeki ibarenin tefsirinde beşerin yaratılış hikmetinin takva olduğunu ifade eder. Aynı şekilde ibadetin neticesinin takvâ mertebesi olduğuna işaret eder. Yine takvânın mertebelerin en büyüğü olduğuna imâda bulunur.17 Ardından takvânın mertebelerini zikreder: Şirkten takvâ, bunun ardından Allah’ın gayrından -mâsivâdan- kalbi hıfz ile takvâ, cezâdan kaçınma ile takvâ, gazaptan sakınma ile takvâ.18

Said Nursî, birbirine yakın olup karıştırılabilecek ahlâkî hasletler arasındaki sınırları ve farklılıkları ortaya koyar. Mesela izzet-i nefis, kuvvetli kişide tekebbür olur; tevâzu’ tezellülden, vakar tekebbürden farklıdır. O şöyleder:

“Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zayıfa karşı tevâzuu, zayıfta tezellül olur. Mesela, bir ulu’l-emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevâzudur.”

“Mizana konan ameller arasında güzel ahlaktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur.İnsan güzel ahlakı sayesinde oruç tutan namaz kılan kimseler derecesine yükselir.

Başka bir hadiste “Bir baba evladına güzel ahlaktan daha büyük bir miras bırakamaz.”diye buyurulur.İslamın güzel ahlakıyla ilgili daha verilebilecek yüzlerce binlerce örnek vardır.Önemli olan bunları bilmemiz değil hayatımıza uygulamamızdır.Yüce Allah ahlakımızı güzelleştirsin hayırlı ameller nasip etsin…

 

Selam ve dua ile…

Hatice Başkan

DİPNOTLAR:

  • Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/381; Mâlik, Muvattâ, s. 651.
  • Ahmed, Müsned, 3/135.
  • Buhârî, el-Edebu’l-mufred; Ebû Dâvûd, 7/172. Tirmizî
  • Buhârî, el-Edebu’l-mufred; Tirmizî. Ayrıca bk. Fethu’l-bârî, 10/458.
  • Tirmizî, 4/370. O, bu rivayetin hasen olduğunu söyler. Ayrıca bk. Câmiu’l-usûl, 4/6.
  • es-Sekâfetu’l-arabiyyeti’l-İslâmiyye beyne’l-asâle ve’l-muâsara, s. 26.
  • g.e., s. 27. Hadisin rivayeti için bk. Müslim, hd. no 1015; Tirmizî, hd. no 2989; Ahmed, 2/328.
  • el-Ankebût, 29/45.
  • Müslim hariç Kütüb-ü Sitte’deki diğer eserler rivayet etmiştir. Ayrıca bk. et-Tâc, 2/61.
  • et-Tevbe, 9/103.
  • el-Bakara, 2/197.

 

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Kalbin İbadeti Muhabbetullah

Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan Rasûlullah (s.a.v)şöyle buyurdu: “Allah bir kulu sevdiğinde Cebrail’i çağırır: “Ben filanı seviyorum, sen de onu sev” der. Bu sebeble Cebrail aleyhisselâm onu sever. Sonra sema ehline nida eder ve der ki: “Muhakkak Allah filan kulunu seviyor. Siz de onu sevin. (Bu sebeble de) sema ehli onu severler. Sonra da yerde kabul görür. Yer ehlide onu severler”Hadis, (Buharî)

Muhabbet, kâinatın hem nuru, hem hayatıdır. Muhabbet dünyanın rengi, kainatın ahengi, kalplerin feyzidir…

İnsan, kainatın en şerefli mahluku olduğu için kâinatı kapsayacak muhabbeti, Allah-u Zülcelal insanın kalbine yerleştirilmiştir.

Seveceğiz, istesek de istemesek de. Allah-u Zülcelal, kalbimize sevgi, muhabbet koymuş. Sevgi kuvveti; insanın kalbinin derinliklerine yerleştirilmiş köklü bir histir.

Sevmek, insana Allah-u Zülcelal’in ilahi bir lütfu olduğu gibi, asli bir ihtiyaçtır. Önemli olan muhabbetin dengesini ve adresini iyi ayarlamak.

İnsan, dünyevi ve nefsani duygularla sevgisini yönelttiği bir kimsenin kendisini üzmesi veya terk etmesi halinde, hiç bitmeyeceğini sandığı sevgisinin, bir anda büyük bir nefrete dönüşmesini neyle izah edebilir?

Bir insanı “Allah belanı versin, Allah seni kahretsin YAR!” diyecek hale getiren duyguya, nasıl “sevgi” diyebiliriz? Peki, insan bu kadar sevgi yoğunluğunu yaşadığını düşünürken, bu ani dönüş nasıl olabilmektedir?..

Cevabı çok basit! Çünkü sevmeyi bilmiyoruz!.. Muhabbetteki dengeyi kuramıyoruz. Neyi, ne kadar sevmemiz gerektiğini bilemiyoruz?

Korku-Sevgi Dengesi

Allah-u Zülcelal insana korku ve sevgi gibi iki temel duygu vermiş. İnsanın yaşamı boyunca bu iki duygu, ya insanlara ya da Allah-u Zülcelal’e dönük olacaktır.

İnsanlardan korkmak bizim için bir beladır. Çünkü, insan dünyada öyle şeylerden korkar ki, korkulan ona merhamet etmez, korkanın ricalarını kabûl etmez. İşte, o haldeki korku, insan için beladır.

Korkuyu öyle birine yöneltmeliyiz ki, bizim korkumuz lezzetli bir boyun eğme olsun. Allah-u Zülcelal’den korkmak, O’nun rahmetine ve şefkatine iltica etmek demektir. Allah’tan korkmakta büyük bir lezzet vardır. Bir yavrunun korktuğunda koşup anne kucağına sığınması gibi.

Korkuyu anne verir “Bak sana şu olacak, sen şu zarara uğrayacaksın!..” der uyarıcı ve şefkat veren bir edayla. Hatta çocuğuna “Gel kucağıma, öcü var orda” dediğinde, çocuğun annenin kucağına koşmasını düşünün. Böyle bir korku, o yavruya gâyet lezzetlidir. Halbuki, bütün annelerin şefkatleri, İlahi Rahmet’in ufak bir yansıması, sadece küçücük bir parıltısıdır. Allah-u Zülcelal’den korkmakta bu kadar lezzet varsa, O’nu sevmekteki lezzeti nasıl tartabilir ve ne ile izah edebiliriz?..

Faniye Muhabbet Beladır

Fani şeylere sevgi ise hem bela hem musibettir. Dikkat edilirse, mecâzî âşıkların yüzde doksan dokuzu sevdiğinden şikayet eder. Çünkü sevgi duyulan şey fanidir, seveni tanımaz, esirgemez, ahde vefa göstermez. Gençlik gibi, dünya gibi, sağlık gibi, güzellik gibi mecazi sevgililer de bir gün arkasına bakmadan ‘hoşça kal’ bile demeden, çeker gider. Hatta bu yetmemiş gibi kendisine duyulan muhabbet için seveni aşağılar, horlar.

Bunun sebebi Allah-u Zülcelal’in insan kalbinin derinliklerine yerleştirdiği ve yaratılışında var olan, kendisine duyulan sevginin çekirdeğinin hiç yok olmamasındandır. Kişi ne halde olursa olsun, kalbin derinliklerinde kalmış olsa da gizli bir sevda ile Allah-u Zülcelal’i sever.

İnsan, kalbini dünyevî sevgililere tahsis edip, onlara adeta taparcasına, “kulu, kölesi” olmak şeklinde ifrata çıkardığında, “sahte sevgililerin” nazarında da aşağılık bir duruma düşer. Zira onun kalbinin derinliklerinde de ilahi sevgi cılız da olsa, tüm kalbi aydınlatamıyor da olsa Allah-u Zülcelal’e ruhtan gelen bir aşk vardır. O bunu fark edemese de, sebebini anlamasa ve izah edemese de böyle bir kişiyi aşağılar ve reddeder.

Zira insan fıtratı, fıtrî olmayan her şeyi reddeder. Sevginin sınırsızlığı, sevilenin de ezeli ve ebedi olmasını gerektirir. Ezeli ve ebedi olan ve sevgiyi yaratan Cenab-ı Hak olduğuna göre, sınırsız sevilmeye layık olan da yalnız Allah’tır. İşte muhabbeti öyle birine yöneltmeliyiz ki, muhabbetimiz zilletsiz bir mutluluk olsun. Muhabbeti ‘muhabbetullah’ olanın, muhabbeti ayrılıklı ve elemli olmaz.

Peki ‘muhabbetullah’ halini, kalbimize, içimize ta ruhumuza nasıl yerleştireceğiz? Kulun Allah’ı sevmesi için Allah’ın da kulunu sevmesini icab eder. Ayet–i kerimede “Allah onları, onlar da Allah’ı severler” buyrulmaktadır. (Maide: 54). O halde, Allah-u Zülcelal’in sevgisini kazanmanın yollarını aralamalıyız.

Muhabbetullahta Samimiyetin Ölçüsü

Kişinin Muhabbetullah’a giden yolda atacağı ilk adım, haram ve helal sınırlarına riayet etmektir. Allah’ı seven bir insan, Allah’a kavuşmayı da sever. Allah’ı çok zikreder, Allah’ın emirlerine riayet etmekte tereddüt göstermez, Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı ve Allah’ın sevdiklerini sever. Allah’ın peygamberini ve evliyalarını sever. Allah’ın sevdiklerinden bahsetmek, ona haz verir, mutluluk verir.

Bunlar kişinin Allah sevgisinde samimi olduğunun işaretleridir. Böyle bir insanın kalbinde şu hadis-i şerif tecelli eder: “Kimde şu üç haslet varsa o gerçek imanın tadını almıştır: Allah-u Zülcelal’i ve O’nun Resulünü her şeyden çok sevmek, sevdiklerini Allah rızası için sevmek, ateşe düşmekten korkar gibi küfre düşmekten korkmak.”

Muhabbetin, ‘muhabbetullah’a dönüşebilmesi için, insanın Allah-u Zülcelal’i bilmesi ve tanıması lâzım! Kişi, bilmediğini, nasıl sevecek?..

Hatice  başkan

“Hadis-i Şerifelerle (Sıhhat ve Boş Vakit)”

Allah Rasülü’nün (sallallahü aleyhi ve selem) amcazâdesi,

habrul-ümme (ümmetin âlimi) Hz. Abdullah b. Abbas (radıyallâhu anh),

Efendiler Efendisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurduğunu naklediyor:

“İki nimet vardır ki insanların çoğu bunlar hususunda aldanmıştır, kıymetini takdir edip onları değerlendirmekten mahrumdur. Bu iki önemli nimet; sağlık ve boş vakittir.”

(Buhari, Rikak, 1, 60; Tirmizi, Zühd, 1; İbn Mâce, Zühd, 15; Müsned, 1/344)

Sıhhat ve Boş Vakit

Allah Teâlâ’nın insanoğluna bahşettiği dünyevî nimetlerin en büyüklerinden ikisi sağlık ve boş vakittir. İnsan bunları rıza-i ilahi istikametinde kullanmasıyla hem dünya hem de ahiret mutluluğuna ulaşırken, yine bu iki nimeti yanlış yerde kullanmasıyla ahiret cihetiyle büyük bir vebalin altına girdiği gibi, dünya cihetiyle de pek çok sıkıntılara düçar olacaktır.

Allah Rasülü (aleyhissalâtü vesselâm) konuyla ilgili benzer bir hadis-i şeriflerinde “Beş şey gelmeden evvel şu beş şeyi ganimet bilip değerlendir: İhtiyarlık gelip çatmadan evvel gençliğin, hastalıktan evvel sıhhatin, fakir düşmeden evvel varlıklı olmanın, meşguliyetten evvel boş zamanın ve ölüm gelmeden evvel hayatın kıymetini bil, bunların hakkını ver!” (Hâkim, Müstedrek) buyurmuşlardır.

Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini dikkatle incelediğimizde O’nun, hayatının her anını dolu dolu değerlendirdiğine ve sıhhatini Allah yolunda en güzel şekilde kullandığına şahit olmaktayız. Böylece O, hem üzerindeki Allah haklarını, hem de ailesi ve ümmetinin ihtiyaçlarını en güzel şekilde yerine getirmiştir. Günümüzde de müslüman olmadığı halde, vaktini en iyi şekilde değerlendirmek ve sağlığını korumak isteyen pek çok kimse, müslümanların ve özellikle de Allah Rasülü’nün yaşayış şeklini örnek almaktadır.

Sağlığımızın korunmasında en önemli hususların başında yeme-içmenin kontrol altına alınması gelmektedir. Sıhhatin korunup onun hayır yollarında kullanılması adına şu hadis-i şerif ne kadar geniş manalar ifade etmektedir:

“Hiçbir kişi, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Oysa insana belini doğrultacak bir kaç lokma yeter. Şayet mutlaka çok yiyecekse, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırmalıdır.” (Tirmizî, Zühd 47. Ayrıca bkz: İbni Mâce, Et’ıme 50)

Bir mü’minin vaktini ayırması ve yerine getirmesi gereken farklı sorumluluk ve mesuliyetleri bulunmaktadır. Bu sorumluluklar bir hadis-i şerifte şöyle ifade edilmektedir:

إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا

فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ

“Rabbinin senin üzerinde hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” (Buhârî, savm 51, edeb 86; Tirmizî, savm 45, zühd 64; Ebû Dâvûd, savm 57)

Bu hadisten hareketle bir mü’min yirmi dört saatini üçe bölerek her bir parçayı en güzel şekilde değerlendirmeye çalışmalıdır. Günün üçte biri Allah’a ibadete, Kur’an’a, namaza, zikir ve tefekküre, tebliğ ve irşad gibi hayırlı işlere ayrılmalıdır. Diğer üçte bir ise insan olmanın gerektirdiği bedeni istirahat, yeme-içme, dinlenme, temizlik, ticaret, alış-veriş ve maişet için bir işte çalışma gibi hususlara sarf edilmelidir. Son üçte birlik dilim ise anne-baba, aile fertleri, kardeşler, akrabalar, komşular, yakın ve uzak arkadaşlar ve muhatap olduğumuz insanlarla ilgilenmeye, onları ziyaret edip dinî ve dünyevî ihtiyaçlarını görmeye ayrılmalıdır. Çocukların ve genç nesillerin eğitim ve terbiyesi, kalbî ve ruhî hayatlarının rehberliği de buna dahil olmaktadır.

Aile efradına, dost ve arkadaşlara ayrılan vakit, onlarla sadece yemek yeyip çay içerek hoş vakit geçirmekten ibaret görülmemeli, birlikte geçirilen zamanlar sohbet-i Cânân, sohbet-i Kur’an, sohbet-i Rasül ile değerlendirilmelidir.

Her müslümanın daha baştan günlük, haftalık, aylık, yıllık ve ömürlük genel bir planı olmalı ve bu plan ve program, zamanın şartlarına göre güncellenerek detaylandırılmalı ve hayata geçirilmelidir. Böyle ciddi bir umumî plan dahilinde yaşayan insanlar “Acaba şimdi ne yapsam?” gibi bir kararsızlık ve boşluğa asla düşmeyeceklerdir.

Sıhhat ve boş vaktin hayırlı bir şekilde değerlendirilmesi adına şüphesiz en önemli husus; beş vakit namazın daima vaktinde ve cemaatle kılınması olacaktır. Başta nefse zor gelse de iradenin hakkının verilmesine Cenab-ı Hakk’ın bir armağanı olarak bu mesele gittikçe kolaylaşacak, zamanımız genişleyip bereketlenecek, Allah Teâlâ az zamanda çok işlere muvaffak kılacak ve böylece asrımızın en önemli sorunların da biri olan vaktin hızlıca ve boş olarak geçip gitmesinin önüne geçilmiş olunacaktır.

Bu konuda diğer önemli bir nokta ise genç ve sıhhatli iken, farzların haricinde bol bol nafile ibadetle meşgul olunması, şayet varsa bir an önce kazaya kalmış namaz ve oruçların iade edilmesidir. Çünkü bunların hastalık ve yaşlılık zamanlarında kazası zor olacaktır.

Mevzumuzu Kanunî Sultan Süleyman’ın bir beytiyle bitirelim:

“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ وَبَارِكْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

وَعَلٰى اٰلِه وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينْ

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

HATİCE BAŞKAN

Rasulgulleri.blogcu.com

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Sünnet-i Seniyye -Manevî yaralara devadır

Mesâil-i şeriat ile Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimâiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum.

 

Sekizinci Nükte: “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter” (Tevbe Sûresi, 9:129.) âyetinden evvelki olan “Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki… (ilâ ahir)” (Tevbe Sûresi, 9:128.) âyeti, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmetine karşı kemâl-i şefkat ve nihayet re’fetini gösterdikten sonra, şu “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa…” âyetiyle der ki:

 

“Ey insanlar, ey Müslümanlar! Böyle hadsiz bir şefkatiyle sizi irşad eden ve sizin menfaatiniz için bütün kuvvetini sarf eden ve mânevî yaralarınız için, kemâl-i şefkatle, getirdiği ahkâm ve Sünnet-i Seniyyesiyle tedavi edip merhem vuran şefkatperver bir zâtın bedihî şefkatini inkâr etmek ve gözle görünen re’fetini itham etmek derecesinde onun sünnetinden ve tebliğ ettiği ahkâmdan yüzlerinizi çevirmek ne kadar vicdansızlık, ne kadar akılsızlık olduğunu biliniz.

 

“Ve ey şefkatli Resûl ve ey re’fetli Nebî! Eğer senin bu azîm şefkatini ve büyük re’fetini tanımayıp akılsızlıklarından sana arka verip dinlemeseler, merak etme. Semâvat ve arzın cünudu taht-ı emrinde olan, Arş-ı Azîm-i Muhitin tahtında saltanat-ı rububiyeti hükmeden Zât-ı Zülcelâl sana kâfîdir. Hakikî mutî taifeleri senin etrafına toplattırır, seni onlara dinlettirir, senin ahkâmını onlara kabul ettirir.”

 

Evet, Şeriat-ı Muhammediye ve Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın. Bu fakir, bütün kusur ve aczimle beraber bunu iddia ediyorum ve bu dâvânın ispatına da hazırım. Hem şimdiye kadar yazılan yetmiş seksen Risâle-i Nuriye, Sünnet-i Ahmediyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (asm) meseleleri ne kadar hikmetli ve hakikatli olduğuna yetmiş seksen şahid-i sadık hükmüne geçmiştir. Eğer bu mevzua dair iktidar olsa, yazılsa, yetmiş değil, belki yedi bin risâle, o hikmetleri bitiremeyecek.

 

Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübâtım var ki, mesâil-i şeriatla Sünnet-i Seniyye düsturları, emrâz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emrâz-ı içtimaiyede gayet nâfi birer devâdır bildiğimi ve onların yerini başka felsefî ve hikmetli meseleler tutamadığını, bilmüşahede kendim hissettiğimi ve başkalarına da bir derece risâlelerde ihsas ettiğimi ilân ediyorum. Bu dâvâmda tereddüt edenler, Risale-i Nur eczalarına müracaat edip baksınlar.

 

İşte böyle bir zâtın Sünnet-i Seniyyesine elden geldiği kadar ittibâa çalışmak ne kadar kârlı ve hayat-ı ebediye için ne kadar saadetli ve hayat-ı dünyeviye için ne kadar menfaatli olduğu kıyas edilsin.

Lem’alar, 11. Lem’a, s. 183

Ona (Hz. Muhammed’e) inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.”

A’raf/157.

“Madem Resûl–i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Hâtemü’l–enbiyâdır (peygamberlerin sonuncusudur) ve umum nev–i beşer (insanlık) namına muhatab–ı ilâhîdir (ilâhî vahye muhataptır). Elbette nev–i beşer onun caddesi haricinde gidemez; ve bayrağı altında bulunmak zarûridir.”

 

“…Ne zaman Sünnet–i Seniyye’ye ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, ‘Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır’ diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyorduk tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet acizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı (karanlık). Ne vakit Sünnet’e yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat (baskı) kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum.”

Hatice Başkan