hatice başkan tarafından yazılmış tüm yazılar

“İSLAMDA KADIN: KADININ ŞAHİTLİĞİ”

“İSLAMDA KADIN: KADININ ŞAHİTLİĞİ”

 

Bizleri yaratan rabbimiz, kadın erkek arasında ayrım yapmaksızın, kendi katında üstün olacakların, takva bakımından üstün olanlar olacağını söylemekle, kadın ve erkekleri; bazılarını, bazı konularda diğerlerinden üstün gelecek şekilde yaratmıştır. Ancak, Kadınlar ve erkeklerin, toplam özelliklerine göre yaratılış bakımından birbirlerine hiç bir üstünlükleri yoktur.

 

Örneğin genel olarak erkekler; güç, kuvvet isteyen konularda daha üstün durumdayken yine genel olarak kadınlarda, duygu, nezaket, şefkat gibi konularda erkeklerden daha üstündürler.

 

Dolayısıyla, kadın yada erkek başkaca bir şey yapmadan sadece yaratıldıkları şekliyle birbirlerine üstünlükleri yoktur.

 

Bu nedenle, erkekler ve kadınlara rabbimizce yaratılışlarına uygun olarak yapmaları ve yapmamaları gereken emirler verip, yasak ve serbestiler koymuş ve islam dini adı altında, en son kuranla sonlandırarak, elçileri aracılığıyla insanlara ulaştırmıştır.

 

Ancak, öncekilerin o zamanki kitaplardan uzaklaşarak, dini yanlış yaşamaları ve anlatmalarında olduğu gibi zamanımızda da kurandan uzaklaşarak, onu terk ederek yada onu insan kaynaklarına göre geri plana atıp, hükümsüz kılmaya çalışarak dini yanlış yaşamalara ve yanlış anlaşılmasına neden olunmuş ve olunmaktadır.

 

İşte bu yanlışlardan biri de şahitlik konusunda ve kadınların üzerinden dine sokulmaya çalışılan; kadınların erkekler karşısında şahitlik bakımından negatif ayrımcılığa tabi tutularak, küçük düşürüldüğü, iki kadının şahitliğinin ancak bir erkeğin şahirliğine ulaşabildiği yada başka bir anlatımla, bir erkeğin şahitlik konusunda iki kadına eşit olduğu iddiaları ile islam karalanmaya, kitap terk edilmeye, dine şüpheyle yaklaşılmasını sağlamaya çalışılmıştır.

 

Bunu imansızlar ve dini dünya menfaatine değişen ve kendine müslüman alim, ulema diyen bazı zalimler ile kuranı tam bilmeyen cahiller de şiddetle savunurlar.

 

Halbuki, kuranda kadın ve erkek şahitlikleri bakımından sadece bir konu haricinde her konuda eşittirler. Bu, bir konuda, kadının erkekle aynı derecede içinde olmadığı, intibak edemediği ticari hayatla ilgili olarak, borçlar hukuku kısmıyla ilgilidir.

 

Kadınlar, gerçektende hangi dönem de olurlarsa olsunlar, erkekler kadar ticari hayata imkan ve zaman ayırabilecek, bu husularda tecrübe edinebilecek durumda olamazlar. Çünkü, kadınların erkeklerden farklı olarak, hamilelik, ev hayatını yürütüp, ailedeki bireylerin yaşam ve eğitimlerinde daha çok rol üstlenmeleri nedeniyle, iş hayatına katılsa bile erkekler kadar zaman ve enerji harcayacak durumda olmaları mümkün değildir.

 

İşte bu gerçeği bilen rabbimiz, kadının bu alandaki dezavantajlı durumunun kendini zora sokmaması için ticaret hukukunun gereği, şahitlik konusunda en az iki erkek yada 1 erkek ve iki kadının şahitliğini ister. 2 kadının şahitliği ise sadece borçlanma ile kısımlarda şahitlik yapması esnasında unutkanlık (yeterince nüfuz edememe) gibi sebeplerle şahitliği yüzünden zora girmemesi için, başka bir kadınla birlikte şahitlik yapmasını gerekli görülmüştür.

 

Gerçektende, eğer 1 erkek ve 1 kadın şahitliği ile yetinilseydi, şahitlerin ayrı görüşte olmaları halinde; erkeğin tecrübe ve diğer şartları bakımından ticari hayattaki şahitliği daha akla yakın bulunabilecek, bu defa haklı olsa bile kadın bu yüzden hem zora düşerek sıkıntı yaşayabilecek, hem de kadın erkek sürtüşmesi halinde fiziken yıpranabilecektir. İşte kadını bu durumdan korumak için başka bir kadınla birbirini desteklemek üzere iki kadın şahitliği kabul edilmiştir.

 

Üzerinde dikkatlice düşünülürse, iki kadının şahitliği erkeği üstün görmekten değil, olası tehlikeleri, sakıncaları bakımından kadını zora düşmekten kurtarmak amaçlıdır. Böylece, 3 şahitten en az ikisi aynı tarafta görüş bildireceği için şahitler zarar görmeden ticari uyuşmazlık çözülebilecektir.

 

İşte, ticari borçlar gibi özel tecrübe gerektiren konu dışında kadın ve erkekler her bakımdan eşit şekilde şahit olabilir. Yani diğer konularda istenen şahitliklerde, kadın ve erkekler eşit sayıda olabilir, yada kadın veya erkek daha fazla olabilir veyahutta tüm şahitler kadın veya erkekten oluşabilir.

 

Örneğin kuranda zina şahitliğinde dört tane şahit istenir. Bu dört şahitin hepsi kadın yada erkekten olabileceği gibi, kadın yada erkeğin daha çok olması şeklinde de olabilir.

 

Yine miras konusunda vasiyette bulunurken iki şahit bulundurulması istenirken, kadın yada erkekler arasında fark gözetilmez. Boşanma esnasında da kadınların bekleme msürelerinin sonuna gelindiğinde boşanmaya tanıklık etmek için iki şahit istenir.

 

İşte kadının şahitliği konusunda, kadının yeterince bilgi sahibi olmadığı bir alanda, şahitlik yapması halinde zarar görmemesi için korunmasına yönelik şahitlik müessesesi bile imansızlarca istismar edilip tersine çevrilerek, kadın küçük düşürüldüğü, erkeğin kadına üstün kabul edilmesi olduğu iddiaları ile müslümanların, islama bakışlarının değişmesine, islamdan soğumalarına çalışılmıştır.

 

Nitekim, islamı kurandan yeterince bilmeyen çok kimse de imansızların bu ve benzeri iddialarına kanarak, dini terk edip, imansız olabilmektedirler.

 

 

KURANDAN AYETLERLE ŞAHİTLİK KONUSUNDA DELİLLER:

 

1- “ …Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun. İki erkek yoksa, kabul edeceğiniz şahitlerden bir erkek ile iki kadın da olabilir. Biri yanılırsa, diğeri hatırlatır. Şahitler çağrıldıklarında gelmezlik etmesinler. Borç, ister büyük, ister küçük olsun, vâdesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böylesi Allah katında daha doğru, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygun olur…” (Bakara 2/282)

 

2- “Kadınlarınızdan zina edenlere karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse onları ölünceye veya Allah onlar için bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.” (Nisa 4/15)

 

 

3- “Müminler! Sizden biriniz ölüm döşeğinde vasiyet edeceği zaman içinizden güvenilir iki şahit tutsun. Eğer bir yerde yolcu iken ölüm gelip çatarsa sizden olmayan iki kişi de olabilir. (Şahitliği yerine getirdikleri zaman) şüphelenirseniz onları namazdan sonra alıkoyarsınız. Şöyle yemin ederler: ‘Vallahi, isterse en yakınımız olsun, buna karşılık hiçbir şey almayız. Allah için yapılan şahitliği gizlemeyiz. Öyle olsa biz, elbette günaha gireriz.’

 

Eğer günaha girdiklerinin farkına varılırsa, ölenin, hak sahibi iki yakını onların yerine geçer, şöyle yemin ederler: ‘Vallahi, bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur, biz haksızlık yapmayız. Öyle olsa elbette zalimlerden oluruz.” (Maide 5/106-107)

4- “Kadınlar bekleme sürelerinin sonuna vardıklarında onları ya maruf ile tutun veya maruf ile ayırın. Sizden iki güvenilir şahit getirin, şahitliği Allah için yapın.” (Talak 65/2)

Kuranı terk ederek, başka kaynaklara göre din yaşamaya çalışan kardeşlerime, akıllarını kullanmalarını, iyice düşünerek kurandaki hükümleri doğru anlamaya çalışmalarını, buna göre yaşayıp, bunu savunmalarını, bunu anlatmalarını hatırlatırım.

 

Elfü elfi salatin ve elfü elfi selamin aleyke Ya Resulallah

Sana binlerce salât ü selam olsun Ey Allah’ın Resûlü

Elfü elfi salatin ve elfü elfi selamün aleyke Ya Habiballah

Binlerce salat ü selam Sana ey Allah’ın Sevgilisi

Elfü elfi salatin ve elfü elfi selamin aleyke ya Emîne vahyillah

Sana binlerce salat ü selam olsun ey Allah’ın vahyinin emîn temsilcisi.

SELAM VE DUALAR İLE…

HATİCE BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com

 

Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.

*Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.*

 

Evet, Allah’a abd ve asker olmanın lezzeti tarif edilmez, fakat Allah’a abd ve kul olmuş insanlara uzaktan uzağa bakarak bu lezzetli şeref bir parça anlaşılabilir. Bunu anlamak için bu lezzete ulaşan kimselerin sözlerine ve hayatlarına bakmak gerekir. Bizler bu makamda, örnek olması için Allah’a tam manasıyla abd ve asker olan ve bu lezzetli şerefe ulaşan kullardan bazı hadiseler nakledeceğiz.

Tâbiinden ve hanım velilerin büyüklerinden olan Rabia-tül Adeviyye Hazretleri, Allah’a kulluktan aldığı lezzeti bir duasında şöyle tarif eder: “Ya Rabbi, eğer sana ibadet etmem cehennem korkusundan ise beni cehenneme at! Eğer cennete girmek ümidi ile sana ibadet ediyorsam cennetini yasak eyle! Eğer sırf senin rızan için, sen sen olduğun için ibadet ediyorsam, baki olan cemalin ile müşerref eyle!”

Şimdi de bakın Hz. Ömer (r.a.)’in kulluğuna…

O büyük Ömer, ateşperest İranlının sırtına vurduğu hançer darbeleriyle yaralanmış ve koma hâlinde upuzun yatıyordu. Yediği içtiği şeyler yaralarından dışarıya çıkıyor; ne bir ses veriyor ne de seslere alaka duyuyordu. Hizmetçisi gelip yemek veya su isteyip istemediğini sorunca, ya cevapsız bırakıyor ya da sadece gözleriyle “hayır” deyip geçiştiriyordu. Fakat: “Ey Müminlerin emiri! Namaz vakti geldi.” denilince, “Ha işte kalkıyorum. Namazı terk edenin İslam’dan nasibi yoktur.” diyerek yaralarından kan aka aka namazını kılıyordu.  İşte bu, Allah’a kul ve O’na asker olmadaki lezzetin bir neticesidir.

Şu unutulmamalıdır ki: Kulluk, Cenab-ı Hakk’ı bilmek ve tanımakla doğru orantılıdır. Allah’ı bilmeyen ve onu tanımayan kimselerin kulluğundan bahsetmek mümkün değildir. Bu konuda bizlere timsal olacak insanların başında peygamberler (aleyhümüsselam) gelir ki, o seçkin insanlar daha dünyaya gözlerini açar açmaz Allah’a abd ve asker olmanın zirvesinde bulunmuşlardır. O zirvelerin zirvesinde ise Hz. Muhammed (a.s.m.) Efendimiz’i görmekteyiz. Şimdi, Efendimiz (s.a.v.)’in hayatından birkaç enstantaneye bakarak, Efendimiz’in Cenab-ı Hakk’a nasıl bir abd ve asker olduğunu görelim:

Bir gün Kureyşli müşrikler, Resulullah (s.a.v.)’in amcası Ebu Tâlib’e bir heyet gönderip ya yeğeninin Allah’ın dinini tebliğ etmek vazifesine engel olmasını ya da onu kendilerine teslim etmesini isterler. Ebu Tâlib Resulullah (s.a.v.)’ı çağırarak müşriklerin niyetlerini ona bildirir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) gözlerinde yaşlar belirmiş olduğu hâlde amcasına şunları söyler: “Canımı elimde tutan Allah’a yemin ederim ki, şu ilahî tebliğ vazifemi terk edeyim diye Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verip bana bağışlasalar, sen bile beni terk edip gitsen onların bu dediklerini yapmam. Allah bana yeter!”

Hz. Aişe (r.a.) der ki: O (s.a.v.) namaz kılarken kaynayan bir tencere gibi ses çıkartır, ağlayıp gözyaşı döktüğünü görenler ve duyanların hemen rikkatine dokunurdu. Şüphesiz ki Al­lah’ın Peygamberi geceleyin namazda ayakları şişinceye kadar ayakta dikilirdi. Bunun üzerine Hz. Aişe ona: “Ya Resulallah! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını mağfi­ret etmiş olduğu hâlde niçin bu kadar meşakkatle ibadet ediyorsun?” dedi de, Resulullah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: “Ya Aişe! Ben çok şükre­den bir kul olmayayım mı?”

Allah’a abd ve asker olmanın nasıl lezzetli bir şey olduğu hakkında, bilhassa evliya menkıbelerinde birçok numune bulabilirsiniz. Bizler bu bahsi o menkıbelere havale ederek son olarak deriz ki:

Mevlana Hazretleri’ne sormuşlar: “Aşk nedir?” O demiş ki: “Ben ol da bil!”

AŞKI GERÇEK AŞIKLAR  ANLAR TADAR RABBİM LUTFEDİLENLERDEN EYLESİN….

HATİCE BAŞKAN

www.NurNet.Org

Kader ve İnsan İradesi Arasındaki İlişki

“KADER VE İNSAN  İRADESİ ARASINDAKİ İLİŞKİ”

 

Hiç şüphesiz, Biz her şeyi kader ile yarattık. (Kamer Suresi,49)

 

Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52)

 

Küçük büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 53)

 

De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim Mevlamızdır. Ve mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler.” (Tevbe Suresi, 51)

 

Kader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü’min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona “Mesul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, İmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.( Yirmi Altıncı söz)

İnsan akıl sahibidir. İnsanı meleklerden ve diğer varlıklardan ayıran yönü akıldır. Bu özelliği dolayısıyla dinin emir ve yasaklarına muhattaptır. Bunları kabul ya da red konusunda bir tercihle yüz yüzedir. Sonuç olarak insanlar arasında kullanılarak imanı ve taslimiyeti seçenler olduğu gibi, inkara sapanlar da bulunmaktadır.

İnsan özgürdür. İnsan tercih yapabilen bir varlıktır. Kendisine sunulan seçenekler içerisinden imanı da inkarı da tercih etmek onun özgürlük alanı içindedir. Bunu yapabilecek birirade kendisine yaratıcısı tarafından verilmiştir.

İnsan sorumludur. İnsan, inandıklarından ve inanmadıklarından, tercih ettiklerinden ve edilmediklerinden, yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumludur. Kendisine verilen akıl ve özgürlük onun bütün bunlardan sorumlu olması sonucunu doğurur. Şayet akletme ve tercihte bulunabilme durumu olmasaydı o zaman imtihana gerek kalmazdı, “sorumluluk”tan da bahsedilmezdi.

Hatice Başkan

Nuryarenleri571.blogcu.com

 

“Yaşamının sırlarını bilseydin,ölümün sırlarını çözerdin”

Yaşamın sırrını çözmek…. evet  neden dünyaya geldik?,neden dünyaya getirildik?,yaşamamızdaki amaç nedir? bu soruların cevabını çözmek demek,ölümün de sırrını çözmek demektir.

 

Dünyaya getiren kim? bizi ne amaçla dünyaya getirdi? bizde istediği şeyler nelerdir?

 

Bizi dünyaya getiren Yüce Allah! yaşamımıza izin verdi ve bize gerekli olan tüm nimetleri sağladı.Bizden ne ücret istedi nede kendi için bir şey.Sadece  geçici olarak getirildiğimiz bu dünyada yapacaklarımızla esas yaşayacağımız ahiret dünyasındaki yaşamımızın iyi olması için bize önerilerde bulundu.İster yaparsın ister yapmazsın,bunu sana bırakmış Yaratan..

 

Bizi bu dünyaya getiren Allah (c.c) bize akıl veriyor.İki yol gösteriyor bu yollardan biri seni ebedi mutluluga götürecek, diğeri ise sonsuz mutsuzluğa.Bu yollarda nasıl yürüyeceğimiz neler yapmamız  ve neler yapmamız gerektiğini apaçık anlatıyor ve seçimi sadece sana bırakıyor.

 

Hepimizin korktuğu ölüm aslında sırrını çözebilseydik ölümden kormazdık.Çünkü ölüm yok olmak demek değildir.Ölüm mekan değiştirmektir.misafir olduğumuz bu dünyadan asıl yurdumuza dönmektir.Eğer yaşantımız doğru ve istenilen doğrultuda olursa işte o zaman ölümden korkmayız.

 

Allah (c.c) bize bu dünyada hata yapabileceğimizi söyler.Günah işleyeceğimizi bilir.Ve derki sizler günah işlersiniz  ama benden af dilediğiniz zaman ve günahlardan döndüğünüz zaman hiç işlememiş gibi olursunuz.Ben affediciyim ve affederim, günahınız ne olursa olsun.

 

Bu nedenle de artık yaşamın sırrını çözen insanoğlu ölümün de sırrını çözer.Allaha inanan ve onun yolunda giden insan artık bu yoldan ayrılmaz,Allah ile dostluğunu kuvvetlendirmeye çalşır.O insan Allahtan razıdır zaten,onun isteği sadece Allah’ın ondan razı olmasıdır.

 

Gelin hep birlikte zamanı saati belli olmayan ölüm gelmeden Allahın yoluna girelim ve oradan hiç ayrılmayalım.Zaten onun bizden kendisi için istediği hiç bir şey yok ki,istedikleri sadece kendimiz için.Kim bizi bu kadar düşünür acaba,kim hata yapmayın cezasını çekersiniz diye defalarca uyarır bizi,Kim karşılık beklemeden bize yardım eder, bir düşünün bakalım.Bizi seven ve bizi düşünen  Yüce Allah’ı nasıl sevmez,nasıl hamd etmez ve şükretmeyiz….

Hatice BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com.

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel …

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel bâkî…

Ya Bâkî, entel bâkî… Ya Bâkî, entel bâkî…

 

İki mühim hakikat… İki mühim cümle… Bu iki cümlenin hülasası; “Ey Bâkî olan, bâkî kalacak ancak sensin” demektir. Evet, bu iki kelime Allah’ın cc. bekasına işaret eder  ve “O’nun cc. dışında ki her şey fanidir ve fani olmaya mahkumudur.” hakikatini ifade eder.

 

Ya Bâkî, entel bâkî…

 

Bu ilk cümle bir cerrahi ameliyat hükmünde olup, öncelikle kalbi mâsivâdan yani Allah’tan cc. başka her şeyden ayırıyor, uzaklaştırıyor. Nasıl mı?

 

Şöyle ki; bilirsin, bir hastalığa müptela insan, o hastalığın defi için tabibin verdiği bir takım ilaçları kullanır. Oysa o ilaçları kullanırken, ilacın etkilerini genelde hissetmez. Ama bilir ki ilaç, Allah’ın inayetiyle hastalığına şifa olacaktır. İşte bu ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” aynen o tabibin verdiği ilaç gibidir. Etkisini muhakkak gösterecektir.   Çünkü insan, geniş mahiyeti itibariyle mevcudatın ekserîsiyle alakadardır. Hem o mahiyete, hadsiz bir muhabbet istidâtı yerleştirilmiştir. Yani insan, varlıklara bir muhabbet besliyor, onları seviyor. Dünyayı sevdiği gibi, ailesini de seviyor, yakın çevresini de seviyor ve sair varlıklara bir sevgi ve muhabbet duyuyor. Oysa muhabbet ettiği her şey fanidirler ve zevale mahkûmdurlar. Bu yüzden sevdiği ve muhabbet ettiği nispette  bir ayrılık acısı çekiyor ve üzüntü duyuyor. Kimisi kaybettiklerine üzülüyor, kimisi o kaybettikleri yüzünden kendisini hadsiz bir azaba düçâr ediyor. Bu kusur onlara aittir. Zira kendilerine verilen o hadsiz muhabbet istidâtı, fani olana değil bâkî olana layıktır. Fani olana sarf etmek insana acıdan ve elemden başka bir şey vermez. Bu yüzden firaktan gelen azabı, bîçare halde çekiyor. Bu yüzdendir ki; her bir sevgisi, muhabbeti onu bir acıya, hüzne müptela eder. Öyleyse bu kötü durumdan kurtulmak çaresi de; o ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” mühim hakikatinin tekrarıyla mümkündür.

 

Şayet insan, fani olana duyduğu muhabbetten teberri edip, kalbinden çıkarsa ve alakasını kesse yani o muhabbet ettikleri onu terk etmeden; o, onları terk etse  ve ona verilen hadsiz muhabbet istidâtını -Bâkî Olana cc.- tevcih etse, elbette ki firâkın acısını çekmez. Çünkü Bâkî Olan’a cc. muhabbet, firâk görmez… İşte bu ilk cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî” bu mühim hakikati nazara veriyor ve diyor ki; “Bâkî olan ancak sensin ve varlık ancak senin muhabbetinle sevilir. Sen dilersen onlar da beka bulur. Öyleyse onlar kalbin alakasına layık değillerdir.”

 

İşte bu hâlette kalb, sevdiği ve muhabbet beslediği ne varsa umumundan alakasını kesiyor. Şayet kesmezse, o sevdiği ve muhabbet beslediği varlıklar adedince kalbinde manevi yaralar oluşuyor. İkinci cümle olan “Ya Bâkî, entel bâkî…” bu yaralara merhem hükmünde olup “Ya Bâkî” kelimesi, manen der;  “Madem Sen cc. Bâkîsin. Bu yeter. Zira her şeye bedelsin. Madem Sen cc. varsın, her şey var.”

 

Evet, bizim mevcudata olan sevgimiz ve muhabbetimiz, o varlıkların güzelliğinden, ihsan edici ve kemal sahibi oluşundandır. Oysa bu güzelliklerin tamamı, Bâkî olan Allah’ın cc. güzelliğinin,  ihsanlarının ve kemalinin çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir.

 

Öyleyse mevcudata olan sevgi, muhabbet ve alakamız Allah cc. hesabına olmalıdır. Tâ ki, o sevgi ve muhabbet bekaya kalbolsun,  dönüşsün.

 

Selam ve Dua’lar ile  …

Hatice BAŞKAN

Nuryarenleri571.blogcu.com