hatice başkan tarafından yazılmış tüm yazılar

“YAŞAMAK”

YAŞAMAK

AKIP GİDEN günleri, geçip giden zamanı ve uçup giden ömrü, öncesi ve sonrası olan bir çizgi gibi algılar insan. Günler deyince, dün-bugün-yarın çizgisi belirir bu yüzden önümüzde. Zaman deyince, geçmiş-şimdi-gelecek çizgisi çizer muhayyilemiz. Ömür deyince, doğumla başlayıp ölümle son bulacak bir çizgi çizilir hayalimizde.

Gerçekte, insanın elinde yalnız ‘şimdiki zaman’ vardır oysa. Yirmidört saatlik bir zaman olarak ‘bugün’ bile değil, şimdiki zaman, yani yalnızca şu an. Bir dakika öncesi bile geri getirilemez biçimde gitmiştir ve bir dakika sonra yaşıyor olacağımızın garantisi yoktur. Koca dünya için dahi bir dakika sonrasının garantisi yoktur.

Kala kala insanın elinde bir ‘ân-ı seyyale’nin, akıp giden bir ‘şu an’ın, bir ‘şimdiki zaman’ın kaldığı dünyada yaşıyor olduğumuz halde dün-bugün-yarın, geçmiş-şimdi-gelecek tasavvuruyla zamanı yayıp genişlettiğimiz için, kararlarını verir, yönlerini belirler, davranışlarını ayarlarken kendilerini daha geniş bir zaman dilimi içinde kurgular insanoğlu. Elindeki yegâne sermaye yalnızca şu andan, uzayıp gidiyor sandığı ömür gerçekte yalnızca şu dakikadan ibaret olduğu halde, dünden yarına, geçmişten geleceğe upuzun bir çizginin ortasına oturtur şu andaki varoluşunu.

Sonuç?

Dün veya yarın adına bugünün, geçmiş ya da gelecek adına şimdiki zamanın terkidir sonuç.

İnsanın şu an için yapması gereken birşey vardır, işte şu tam önümüzde duran meselede Rabbimizin rızası doğrultusunda alacağımız karar apaçık ortadadır; ama ya geçmiş, ya gelecek, zihnimizi o noktadan alır, dağıtır; ve böylece, odaklanmamız gereken o nokta, o şimdiki ana bakan vazife-i ubudiyet belirsiz hale gelir, flulaşır. Şimdiki zamanın derdine düşmesi gereken insan, ya geçmiş adına, ya gelecek adına şimdiki zamanda yapması gerekeni terkeder, şu an yapmaması gereken kimi şeyleri ‘geçmiş’e yaslanan izahlar ve ‘gelecek’e yaslanan maslahatlarla meşrulaştırır.

Son üç asırda âlem-i İslâm’da düşünce ve aksiyon adına ortaya konulan verimleri, çabaları, teşebbüsleri, bu zaman sarkacı içinde değerlendirmek mümkün.

Ortadaki teşebbüslerin ekserisi, ‘şimdi-odaklı’ değil maalesef. Bir kısmı kutsal geçmişe hapsolmuş, diğer bir kısmı kutsal bir geleceğe.

Biri esnemesi gereken yerde ‘kutsal geçmiş’ adına kaskatı, öbürü dik durması gereken yerde ‘kutsal gelecek’ adına gevşek.

Biri ‘değişken’lerde bile sabitfikir, öteki ‘sabite’lerde bile değişken.

Biri geçmiş hatırına bugünü doğru okumuyor, diğeri gelecek adına bugün dimdik duramıyor.

Şanlı bir geçmiş adına ‘dün’ü olduğu gibi bugüne taşıyan ‘gelenekçi’lere bedel, şanlı bir gelecek adına dünün bunca birikimini reddeden ‘modernist’ler bunun en uç örnekleri…

Bu dün-yarın sarkacında bugünkü vazife-i ubudiyetten savrulma tablosunun, bu raddede olmasa da, Risale câmiası içinde de örneklerine rastlanıyor.

Kendisine bir ‘kutsal geçmiş’ inşa etmiş bir cemaate rastlıyoruz sözgelimi. Bediüzzaman’ın bütün mirasını ve tefekkürünü önce onun tek bir talebesine, sonra o tek talebeyi görmüş ve bir parça ders almış başka bir kişiye tevarüs ettiren ve bu şekilde ‘dokunulmazlık’ kazandırılmış bir ‘şanlı geçmiş’ tasavvuru, bir ‘tavizsiz istikrar’ söylemi ile burnunun dikine gitmeyi, değişkenleri sabitleştirip değişimi görmemekte inat etmeyi ‘erdem’ gibi sunan bir çizgi bu. ‘Olacakları önceden görmek’ gibi büyük iddialar barındırıyor üstelik. Bir ‘hatasızlık’ söylemiyle öyle bir cemaatî enaniyet tablosu çıkıyor ki karşınıza, “Tek kusurumuz kusursuzluk” demeye ramak kaldığı farkediliyor.

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz edilmez” diyor Bediüzzaman. Zaman kaç kere tefsirini yapmış, kaydını kaç kez izhar etmiş; ama zamanın takdim ettiği her kayd-ı ihtirazî ‘inadına’ bir duruşu tetikliyor sanki.

Diğer tarafta ise, ‘kutsal gelecek’ adına bugünü feda edenleri, kutsal gelecekte yapılacak büyük hizmetler adına bugün tatbiki gereken ölçülerden taviz verenleri görüyor gözümüz. Beri taraf ‘geçmişi kurtarmak’ adına iradelere ipotek koymuş iken, bu taraf ‘geleceği kurmak’ adına iradeleri rehin alıyor. Bu tarafta da, ‘lider’in uykusundaki o büyük rüya ve zihnindeki o büyük gelecek kurgusu adına bir teslimiyet bekleniyor. Şimdiki zaman bir dik duruş istiyor olsa da gevşek durmanın açıklaması, ‘dik duruşla heba edilecek bir mutasavver kutlu gelecek’ oluveriyor. Mertlik dahi, böylece, ‘davaya ihanet’e dönüşebiliyor! Bir yanlış vâki olduğunda, öbür tarafta ‘geçmiş’ adına susulurken, bu tarafta ‘gelecek’ adına konuşulmuyor.

Özetle bizi ‘geçmiş’e davet edenler de var, ‘gelecek’e davet edenler de.

Bizim de onları bir davetimiz var.

Elimizdeki, bir ‘şimdiki zamanda yaşama’ davetiyesi…

Hatice BAŞKAN (Nuryarenleri571.blogcu.com)

www.NurNet.org

Risâle-i Nûr’da Hüsün ve Kuhbû

Risâle-i Nûr’da Hüsün ve Kuhbû

“Cenab-ı Hak, birşeye emreder, sonra hüsün olur; nehyeder, sonra kabih olur.” Demek emir ile güzellik, nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Demek hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına(bilgisine,öğrenmesine) bakar.(Mesnevî-i Nuriye)

Beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvâlinden müteessir olduğu gibi, sıfât-ı İlâhiye müteessir olmaz. Sıfât-ı İlâhiyeye göre hepsi müsavidir.(İşârâtü’l-İ’câz)

Evet, Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef’, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbâbı vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Sâniini görür ve hakikî Mâlikini bilir.(İşârâtü’l-İ’câz)

Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubh ve batıl ise, tebeiye ve mağlûbe ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de, muvakkattir.(Muhakemat)

Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesle olmak için kâinatta halk edilmiş.

İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır.(Hutbe-i Şâmiye )

Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. (Otuzuncu Lem’a)

Kâinatın iki ciheti var-aynanın iki vechi gibi: Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsün-kubh, hayır-şer, sağîr-kebîr gibi umurun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umur-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş; vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir; teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlıka müteveccihdir. Terettüp, teselsül yoktur. İlliyet, mâlûliyet giremez. İ’vicâcâtı yoktur. Avâik müdahale edemez. Zerre, şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenâhi, hem zâtî; mahall-i taallûk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüçhanı, küll cüz’e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.

Hatice BAŞKAN (Nuryarenleri571.blogcu.com)

www.NurNet.org