Rüştü TAFRALI tarafından yazılmış tüm yazılar

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hayattayken onun eserlerini tanıyan, ancak görüşme imkânı bulamayan Rüştü Tafralı Ağabey, 1935 yılında Rize’nin Pazar ilçesinde doğdu, 2015’te İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. Hayatının neredeyse tamamını Risale-i Nur hizmetlerine adayan Rüştü Tafralı ağabeyin, merhum Zübeyir Gündüzalp ve Tahiri Mutlu gibi ağabeylerin yanında uzun yıllar kaldığı ve Kur'an hizmetinin usûl ve üslûbunu onlardan ders aldığı bilinmektedir. Envar ve Sözler Neşriyatların tashih kadrosunu teşkil etmiş ve Külliyattan mevzu müzakeleri ve derlemeleri yapmıştır.

ADEMİN CEHENNEM’DEN EŞEDDİYETİ

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

ADEMİN CEHENNEM’DEN EŞEDDİYETİ

Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zeval ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş’um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir. (Sözler:65)

…Rahmetin cilvelerinden ve latif âsârından olan aşk ve şefkat ve akıl nimetlerine dikkat et. Eğer firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalîye, hayat-ı insaniye incirar edeceğini farz etsen; görürsün ki: O latif muhabbet, en büyük bir musibet olur. O leziz şefkat, en büyük bir illet olur. O nurani akıl, en büyük bir bela olur. Demek rahmet, (çünki rahmettir) hicran-ı ebedîyi, muhabbet-i hakikiyeye karşı çıkaramaz. (Sözler:521)

Aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki: “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “âh” diyecek ve teessüf edecek. (Sözler:88)

Muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder. (İşarat-ül İ’caz:55)

Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır.

Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdi, Sâni’ ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı? (İşarat-ül İ’caz:28 )

Alem-i İslâm, bütün beşer ve bütün zîşuur; Cehennem’den daha acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, i’dam-ı ebedîden, fena-i mutlaktan kurtulmak için daimî aşk ve şevkle her zamanda ve câmi’ mahiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanları ile, bütün dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi kuvvetli ve kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ve hakikat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) şehadet edip nev’-i beşerin medar-ı iftiharı ve eşref-i mahlukat olduğuna imza bastığı gibi.. (Şualar:261)

“Birinci Nükte: Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin. Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.

Şu halde sen ey mülhid, dalaletin itibariyle ya i’dam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl u neslin seninle beraber i’dam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer.

Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır. Evet Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir. (Şualar:229)

Birincisi: İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır ve akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddî ve fıtrî münasebetdardır. Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi. (Şualar:222)

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünki ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuzbin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara; hem şahsın i’dam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da i’dam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennem’den on defa daha fazla dehşetli Cehennem azabı çeker. Demek o Cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünki herbir insan akrabasının saadetiyle mes’ud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azablar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır. (Emirdağ Lâhikası-2:244)

İnsaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir i’dam senin başına gelecek.” Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve intibaha gelmiş o insanın hayali; sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. (Hutbe-i Şamiye:25)

 

Selam ve dua ile..

Rüştü Tafralı

 

www.NurNet.org

Adem Yokluk

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ADEM  (عدم)

Lügat manası olarak adem: Yokluk, olmama, bulunmama. Vücudun zıddıdır.

Bu ders, beşeriyetin en müdhiş meselesidir. Çünkü fıtraten ebedilik isteyen insanların nazarında zahiren göründüğü gibi insanların ölümle ebedî yok olmaları, sonsuz derecede korkunç bir azabtır. Onun için ebediliğin varlığını bilmek, herkesin en büyük meselesidir. Evet bu bahis, ince ve derin olmakla beraber çok ehemmiyetlidir. Biraz dikkat gerekiyor.

“Hakikat nokta-i nazarında adem-i mutlak yoktur. Ancak adem-i haricî var­dır. Evet “Cenab-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir. Hen adem-i mutlak zaten yoktur; çünki bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahînin harici yok ki birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye1 bazı ehl-i tahkik Ayan-ı Sabite tabir etmişler.2 Öyle ise, fenaya gitmek, muvakka­ten haricî libasını çıkarıp, vücud-u haricîyibırakıp, mahiyetleri bir vücud-u ma­nevi giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.4 ” M.59

Hem “eşya, zeval ve ademe gitmiyor; belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyor, âlem-i şehadetten âlem-i gayba gidiyor, âlem-i tagayyür ve fena­dan âlem-i nura, bekaya müteveccih oluyor. Hakikat nokta-i nazarından eşya­daki cemal ve kemal; Esma-i İlahiyyeye aittir ve onların nukuş ve cilveleridir. Madem o esma bakidirler ve cilveleri daimidir; elbette nakışları teceddüd eder, tazelenir, güzelleşir. Ademe ve fenaya gitmiyor; belki, yalnız itibarî taayyünleri değişir; ve medar-ı hüsün ve cemal ve mazhar-ı feyz ve kemal olan hakikatları ve mahiyetleri ve hüviyet-i misaliyeleri bakidirler. Ziruh olmayanlar; doğrudan doğruya onlardaki hüsün ve cemal, esma-i İlahiyeye aittir; şeref onlaradır, medih onların hesabına geçer, güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider, o âyinelerin değişmesiyle onlara bir zarar iras etmez. Eğer ziruh ise, zevil-ukulden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil; belki vücud-u cismanî­den ve vazife-i hayatın dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin semere­lerini, baki olan ervahlarına devrederek; onların o ervah-ı bakiyeleri dahi birer esma-i İlahiyeye istinad ederek devam eder; belki kendine lâyık bir saadete gi­der. Eğer o ziruhlar zevi-l-ukuldan ise, zaten saadet-i ebediyeye ve maddi ve manevi kemalata medar olan âlem-i bekaya ve o Sâni-i Hakim’in dünyadan daha güzel, daha nurani olan âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i ervah gibi di­ğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdir; bir mevt ü adem ve zeval ü firak değil, belki kemalata kavuşmaktır.” M:287

Yani, anlatıldığı tarzda yeniden yeniye tazelenip istihale geçirmek, daha sağlam ve mükemmel vücuda sahib olmaktır. Bu sebeble ahirete giden varlıklar hakkında şöyle deniliyor:

“Evet وَمَا هذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ  (29:64) sırrınca, şu dâr-ı dünyada, camid ve şuursuz ve hayatsız maddeler, orada şuurlu hayatdardırlar. Buradaki insanlar gibi orada da ağaçlar, buradaki hayvanlar gibi oradaki taşlar; emri anlar ve yapar. Sen bir ağaca desen “Filan meyveyi bana getir”, getirir. Filan taşa desen “Gel”, gelir.” S:499

Hem “Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hatta ademe gittiklerini zannetti­ğimiz kelimatelfaztasavvurat gibi seri-üz-zeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassunla adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i ce­dide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı za­manda “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır” diye ifrat ve hata etmiştir. Çünki, âlemde Cenab-ı Hakk’ın sun’uyla terkib vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır. (14:27) يَفْعَلُ اللّٰهُ مَا يَشَاءُ  وَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ 5  Ms:128

Her şeyin yeniden yeniye ve an be an icad edilişine işaret eden bir âyette de şöyle buyruluyor: “(50:15) فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ yeni bir halktan iltibastadırlar.” Yani, yanan elektrik, sür’atli sönüp yandığı halde, gözün sürekli yanar görmesindeki iltibası gibi… Âyetin metninde geçen “halkın cedîd” tabirini, bazı ilim adamları da kullanırlar. İslam Prensipleri Ansiklopedisi’nin Halk-ı Cedid maddesinde bu mesele hakkında bir küçük izahat var.

Mevzumuza devam ediyoruz.

“Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem baki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.L:242

“Risale-i Nur’un müteaddid yerinde nasıl isbat etmiş ki, ehl-i dalalet için, zaman-ı hazırdan maada herşey madum ve firakların elemleriyle doludur. Ehl-i hidayet için mazi, müstakbel müştemilâtıyla mevcuddur, nurludur. Aynen öyle de, fâniyatta, yani geçmiş muvakkat vaziyetler, ehl-i dünya için fena-yı mutlak karanlıklarında madumdur, ehl-i hidayet için mevcuddur, diye gördüm. Çünki eski zamanda çok alâkadar olduğum zevkli veya kıymetli ve şerefli muvakkat vaziyetleri mütehassirane hatırladım, müştakane arzuladım. Neden bu mübarek vaziyetler mazide kalıp fâni olsun, düşünürken, İman-ı Billah nuru ihtar etti ki; o vaziyetler gerçi sureten fânidirler, birkaç cihette mevcuddurlar. Çünki Cenab-ı Hakk’ın bâki isimlerinin cilveleri olan o vaziyetler, daire-i ilimde ve elvah-ı mahfuzada ve elvah-ı misaliyede bâki oldukları gibi; nur-u imanın verdiği bâkiyane münasebet noktasında fevkazzaman bir vaziyette mevcuddurlar. Sen, o vaziyetleri çok cihetle ve çok manevî sinemalarla görebilir ve girebilirsin diye anladım. Ve dedim: “Madem Allah var, her şey var” darb-ı mesel cümlesi, bu büyük hakikatı da ifade eder. Kimin için Allah varsa, yani Allah’ı bilse, herşey mevcuddur; kim Allah’ı bilmezse, ona herşey madumdur, diye delalet eder. Demek elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, aynı yerde yüz derece ziyade daimî, elemsiz bir zevke, sefahetle tercih edenler, aksi maksudlarıyla aynı zevkte elîm elemleri alır.” Ms:106

Evet “madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur. İşte bu hakikatı, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der: “Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.” Ş.254

“Bir zaman küçüklüğümde hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşme­sini mi istersin? Yoksa, baki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.” Ş.222

“Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır. Ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hatta yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evladının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.

Şu halde sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i Mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl ve neslin seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır.” Ş:229

Adem-i sırfdan icad meselesi:

“Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’tâ-i vücuddur. İ’tâ-i vücud ise; i’dam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.”

Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zira icad ve ibda-i İlahîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umûr-u itibariye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.

Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üss-ül esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlahiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcib-ül Vücud’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temaşa etmek gerektir.” Mu:129

Eşyanın icadı, ya ademden olur, ya terkib suretinde sair anasırdan ve mev­cudattan toplanır. Eğer birtek zata verilse, o vakit her halde o zatın herşeye mu­hit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette onun il­minde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zâhir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne ge­çirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki sureti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette Saniin ilminde planları ve proğramları ve manevi mikdarları bulunan eşyayı, “Emr-i Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır. Eğer inşa ve terkib suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa; yine nasılki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efradlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda, bütün ordu kendi kumanda­nının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi…

Aynen öyle de: Sultan-ı Kâinat’ın kumandası altındaki zerreler, Onun ka­derî ve ilmî düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi, o Sultan’ın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerreler sevkolunup gelirler. Bir zihayatın vücudunu teşkil etmek için ilmî, kaderî birer manevi kalıp hükmünde bir mikdar-ı muayyen içine girerler, dururlar. Eğer eşya, ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde bütün ehl-i aklın ittifakıyla; hiçbir sebeb hiçbir cihetten, hiçten ademden icad edemez. Çünki o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti ol­madığından, o adem ise, yalnız zahirî ve haricî bir adem olmaz belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, her halde terkib edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini cismini zemininin yüzünden toplamak ve ince bir elek ile eledikten sonra binler müşkilatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için -manevi ve ilmî kalıpları bulunmadığından- maddi ve tabii bir kalıp, belki azaları adedince kalıplar lâzımdır; tâ ki o gelen zerreler, o cism-i zihayatı teşkil etsinler.” Ş:24

Netice: İnsanlar nazarında zahiren görünen ademler varsa da, sonsuz ilm-i İlahinin ihatası ve hakimiyeti cihetleriyle eşyada asl olan bekâdır.

(Bakınız: İslam Prensipleri Ansiklopedisi Beka maddesi)

 

Selam ve dua ile..

Rüştü Tafralı

 

Allah’ın ilmindeki varlıklara.

Yani, zamana, mekâna ve sebeblere göre değişmeyen sabit varlık demişler.

Yani, maddi cesedi.

Yani, gerçek manada yokluk yok, varlık asıldır.

Yani, eşya ilm-i İlahîde sâbit ve ebedi olmakla beraber, ayette “halkın cedid” ile tabir edilen zaman geçmeden maddi cihette yok edilip var edilme vardır.

 

www.NurNet.org

AFFETMEK VEYA AFFETMEMENİN MAHİYETİ

AFFETMEK VEYA AFFETMEMENİN MAHİYETİ

“Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim!

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ: Birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musalaha etmektir.

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O katil ise, o kaza-i İlahiyeye vasıta olmuş. Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor. Eğer o katl, bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuş ise; çabuk barışmak elzemdir. Yoksa o cüz’î musibet büyük olur, devam eder. Eğer barışsalar ve öldüren tövbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır. Kaza ve kader-i İlahîye teslim olup düşmanını afveder ve bilhâssa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler, elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmağa hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor.” (Sözler  152 – 153)

“Acaba, bir gün adavete değmeyen bir şey’e, bir sene kin ve adavetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar? Halbukimü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünki evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlub olduğundan acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek afv u safh ile ve ulüvvücenablıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye; güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedid bir hırs ile ve daimî bir kin ile mütemadiyen bir adavetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.” (Mektubat 266 )

“Cehennem’in vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünki nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de; Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarınıtekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat’î isterler.” (Şualar  230 – 231)

“Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksad beşer olduğu ve Hâlık’ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: “Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk’a ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?” Sâmiin bu vesvesesini def’ için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedîa bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ülGuyub’un ilmindeki bir hikmet içindir.” (İşarat-ül İ’caz  198 – 199)

“اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً : Cenab-ı Hak müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:

1- Melaike ne dediler?

2- Taaccüble hikmeti sordular.

3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gazabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır. İşte Kur’an-ı Kerim قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi’, Cenab-ı Hak’tan verilecek cevabı beklerken Kur’an-ı Kerim قَالَ اِنِّى اَعْلَمُمَالاَ تَعْلَمُونَ cümlesiyle cevab vermiştir. Yani “Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam.” ferman etmiştir.” (İşarat-ülİ’caz  199)

“Birincisi: Bu asrın acib bir hâssasıdır. {(Haşiye): Yani elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.} Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabaneafvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler. Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, tokada müstehak eder. Hem âlîcenabaneafvetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini afvedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik” (Kastamonu Lahikası  25)

“Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemînZât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkâranetarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.

Risale-i Nur’da kat’iyyetleisbat edilmiş ki; küfür ve dalalet, kâinata büyük bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azîmdir ve rahmetin ref’ine ve âfâtın nüzulüne vesiledir. Hattâ deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki; “İstirahatımızın selbine sebeb oldular” diye rivayet-i sahiha vardır. O halde kâfirin azab çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkate lâyık hadsiz masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız bu var ki, müstehaklaraâfât geldiği zaman masumlar da yanarlar, onlara acımamak olmuyor. Fakat cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet var.

Bir zaman, eski Harb-i Umumî’de, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhâssaçoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azab çekerdim. Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi’ olan malları sadaka hükmünde olup, bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyeninhazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, “Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah” diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (Kastamonu Lahikası  75 – 76)

 

Selem ve Dua ile..

Rüştü TAFRALI

ADAVET | Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ADAVET

Bazı seyyiatı sebebiyle muhlis bir mü’mine adavet etmek, fesadcılıktır:

Evet, “insanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” L:88

“Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.” H:52

“Hem Kur’an-ı Kerim diyor ki: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adaveti, müsi’den müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.” Ni:46

İstila eden fitnenin tesiriyle faziletin yetersizliğinden enaniyet hükmeder ve İslam dairesinde muarazalar çıkar. Bu sebeble Hazret-i Üstad i’tidal-ı demmi tavsiye edip diyor ki:

“İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.1 ” K:196

Yukarıda geçen ehl-i irşad ve ehl-i hak tabirleri ile, hizmet ve diyanet dairesinde görünen bazı kişiler kasdedilir.

“Enaniyetine mağlub kişi ehl-i hak olabilir mi?” diye akla gelebilen sual sebebiyle, zamanımızda mevcud müslüman ekseriyetinin İslâmî durumlarına bakan birkaç cümleyi, kaydetmek gerek. Mesela:

“…dost ve ahbab ise: Eğer onlar iman ve amel-i sâlih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler, “El-hubbu Fillah” sırrınca o muhabbet dahi, Hakk’a aittir.” S:639

Keza, “Dünyada “El-hubbu fillah” hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi…” S:648

İhlas Risalesinde de enaniyeti yenmek için şu tavsiye var:

“Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı: “El-hubbu fillah” sırrıyla, tarîk-ı hakta gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak3 ….” L:153

“Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ   âyetinin bir tokadını yer.” L:275

Evet, asrın müslüman ekseriyetini tavsif eden şu ifadeler de dikkat çekicidir. Şöyle ki: “…bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar…” K:252

Hem “…zâhirde ve isimde müslüman!…” BMs:626 görünenler.5

Ahirzamandaki müslümanların durumunu tavsif eden bir rivayette de mealen şöyle buyrulur:

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur’anın merasimi ve müslümanlığın da ismi kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar. Halbuki kendileri müslümanlıktan, insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zaman âlimleri, gök kubbesi altındaki âlimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner.”

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da, içlerinde hâza mü’min bulunmayacak.” (Ramuz-ül-Ehadis, sh.301)

Evet, ahirzaman fitnesinin “medeni hayat” diyerek aşıladığı anlayış ve yaşayışlardaki haram bid’atların haramiyetine, “medeni yaşayış” anlayışiyle bakmak, imana dokunur.

Hazret-i Üstad diyor ki: “günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:203

Ahirzaman fitnesinin sebeb olduğu tereddilere karşı ikaz eden bu tarz beyanlar hayli çoktur.

Hazret-i Üstadın bu gelen şiddetli ifadeleri de, henüz fitnenin yerleşmediği Osmanlının son devrelerine aittir. Şimdi ise fitne-i ahirzamanın en ifsadkâr devresindeki durumla kıyas etmek gerek.

Hazret-i Üstad diyor: “Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmiye davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..6 ” Mü: 49

Eski Said devresinde İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr manadaki müslümanların halini görünce, üzülerek memleketine dönüşünü şöyle anlatılıyor:

Karışmış İstanbul’un hava-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me’yus ve müteessir; vahşetzâr fakat munis, vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü.” D:8

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan memleketine dönüş sebebini şöyle anlatır:

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. D:46

Evet, enaniyetlileri daireye sokmamak gerektiğini tavsiye eden Hazret-i Üstad diyor ki:

“…..bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfüruş ise, Risale-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar.” K:202

Hizmet dairesine niyet-i hâlise ile girmeyenleri nifak cereyanının alet edeceğine dair Risale-i Nurda ikazlar vardır. Ezcümle Hz. Üstad diyor:

“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” M:269  diyerek hizmet dairesinde görünen mezkûr vasıftaki kısım şiddetle karşılar.

Evet, enaniyet ve garazkârlık hissiyatını muannidane takib edenler, Hazret-i Üstadın tavsifiyle, “insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olurlar.” L:88

“Eğer dersen:”İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” M:267

Risale-i Nur’un mesleği, “Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.” L:151

Elhasıl, “… geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim ….. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.” D:45

Kur’anda bizlere nümune-i imtisal gösterilen sahabelerin sahib oldukları şiddet ve nefret; tevazu ve merhamet hisleri hakkında (5:54 ve 48:29) ayetleri örnek gösterilebilir.

وَالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

Bütün levm ve itab ve nefretheva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…” H:62

(Bakınız: Muhabbet Derlemesi; İslam Prensipleri Ansiklopedisi Adavet maddesi)

Yani, Allah’a havale ve tevekkül edip, hakikatları neşir ve tebliğ etmek gerektir.

Yani, zahir hayatında imanlı ve amel-i salih sahibi olmak şartiyle, onlarla dostluk yapılabilir.

Burada da tarik-i hakta gidenlerle, yani kitabtaki esaslara samimiyetle bağlı olanlarla beraber olmak nazara veriliyor.

Yani, fiil ve hareketlerinde kendilerini beğendirip önde görünmek isteyenler, yani enaniyetlerine ileri derecede mağlub olanlar, tefrikalara sebebiyet verirler.

Kendi garaz ve temayüllerine göre hareket edip ahkâm-ı şer’iyeyi ve kitabdaki düsturları ölçü yapmayanların halini anlatan mezkûr beyanlar, aynı zamanda âyet ve hadislerin  haberleridir.

Yukarıda geçen “mezar-ı müteharrik” tabiri, ceseden diri fakat, ruhen, kalben ve fikren ölü olan müslümanların halini tarif eder.

İşte bu evsafta bozuk olan ismen müslümanların, muaşerete ve bilhassa hizmet beraberliğine liyakatları olmaz.

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye “ADALET”

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ADALET

Haklıya ve haksıza gereken muamelenin yapılması manasındadır. Fakat haklılığın ve haksızlığın; iyiliğin ve kötülüğün ölçüsü nedir? Bu derlemede bu meseleye bakan bazı noktalara temas ediliyor.

İlâhî Hukuka dayanmayan cezalar müessir ve makbul olmadığını anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

Cezalar “Emr-i İlahî ile olmadığından o cezalar da adalet değil. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi battal olur, bozulur.1 Demek hakikî adalet ve tesirli ceza odur ki: Allah’ın emri namıyla olsun. Yoksa tesiri yüzden bire iner.

İşte bu cüz’î sirkat mes’elesine sair küllî ve şümullü ahkâm-ı İlahiye kıyas edilsin. Tâ anlaşılsın ki: Saadet-i beşeriye dünyada adalet ile olabilir. Adalet ise doğrudan doğruya Kur’anın gösterdiği yol ile olabilir….

….Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.” H:78

“Eski zamanda, Hürriyetin başında2 bazı dindar meb’uslar, Eski Said’e dediler:

Sen her cihette siyaseti dine, şeriata âlet ediyorsun ve dine hizmetkâr yapıyorsun ve yalnız şeriat hesabına hürriyeti3 kabul ediyorsun. Ve meşrutiyeti de meşruiyet suretinde beğeniyorsun. Demek hürriyet ve meşrutiyet, şeriatsız olamaz. Bunun için seni de “şeriat isteriz” diyenlerin içine 31 Mart’ta dâhil ettiler.

Eski Said onlara4 demiş ki:

Evet millet-i İslâmiyenin sebeb-i saadeti, yalnız ve yalnız hakaik-i İslâmiye ile olabilir. Ve hayat-ı içtimaiyesi ve saadet-i dünyeviyesi şeriat-ı İslâmiye ile olabilir. Yoksa adalet mahvolur. Emniyet zîr ü zeber olur. Ahlâksızlık, pis hasletler galebe eder. İş yalancıların, dalkavukların elinde kalır.” H:74

Avrupaî anlayışa sahib olanların şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıl olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:

“Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emrişeriat-ı İlahiyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriattan istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır. Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilakis mehasinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevamis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir.5 Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuva-yı selâseyi6 hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.” Mu:141

“Cây-ı dikkattir ki; merkez-i Hilafet üleması ve Dâr-ül Hikmet ve zabıta-i ahlâkiye ile fuhuş, işret, kumar gibi kebairi izale değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükûmeti’nin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebairler men’ edildi. Demek desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.” Sti:80

1- Adalette şahıs değil, hukukun hâkimiyeti esastır.

Adliyede adalet hakikatı ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki; İmam-ı Ali (R.A.) hilafeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi bir memuru, kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit o memurun o zalim hırsıza hiddet ettiğini gördü. O dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pekçok zulmetmişler. Evet hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez, etse zalim olur. Hattâ kısas cezası da olsa hiddetle katletse, bir nevi katil olur diye o hâkim-i âdil demiş.7 ” Ş:379

Evet “İslâmiyet’in ikinci bir kanun-u esasîsi şu hadîs-i şeriftir: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hakikatıyla, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil. Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin8 za’fiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş.9 Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve müstebidane bir mertebe tarzına getirdiğinden; abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet adalet olmaz, esasıyla da bozulur ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçemiyor ki, hak olabilsin; belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.” Em:173

2- Şimdi hukukun din ve vicdan hürriyetleri bahsine geçiyoruz;

“Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartiyle, hiç kimse vicdaniyle, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.10

Dininde çok mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’an ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasraniler tâbi oldukları memleketin dinine, kudsî rejimine muhalif, zıd ve mu’teriz bulundukları halde o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki adalet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki; komünist olmıyan Şarkta, Garbda, bütün dünya adalet müesseselerinde câri ve hâkimdir.” T:651

Keza “Ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki: Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.” Em: 82

Şer’î Hukuk Kur’an ve sünnetten tesbit etmiş olan Dört Mezhebden Alınmalıdır;

“Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur.11 Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihracı mümkün olduğunu dava ettim.12 ” D:17

“İslâmiyet’in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular.13 ” Mü:43

3- Adaleti çiğneyen bir karar örneği:

“Eskişehir Mahkemesi tek bir mes’ele olan tesettür-ü nisa hakkındaki bir küçük risalenin beş-on kelimesini bahane ederek lastikli bir kanun ile hafif bir ceza verdiği zaman Mahkeme-i Temyiz’den sonra layiha-yı tashihimde kanunsuzluğun yalnız tek bir nümunesi olarak resmen Ankara’ya yazdım ki: Bin üçyüz elli senede, üçyüzelli milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir âdet-i İslâmiyeyi ders veren ve emreden tesettür âyetini, eskide bir zındığın Kur’anın bu âyetine itirazına ve medeniyetin tenkidine karşı müdafaa için üçyüzelli bin tefsirin icmaına ve hükümlerine ittiba ederek o âyeti tefsir edip bin üçyüzelli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden bir adama, o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dünyada adalet varsa elbette o hükmü nakzedecek ve bu acib lekeyi bu hükûmet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek diye layiha-yı tashihimde yazdım, oranın müddeiumumîsine gösterdim. Ondan dehşet aldı.” Ş:381

4- Adalet-i tamme için gereken murakabe-i küllî:

“”Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki bir hâkim-i adalet-pîşe, bir padişah-ı raiyet-perver; aktar-ı memleketine, her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes’uliyet-i maneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir. Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı remziyle manen diyor ki: “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.14  S:257

5- Adalet müessesesinin lüzumu:    

“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif bir mizac ile yaratılmıştır. O mizac yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan en müntehab şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, zînetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini, istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur ki; herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Evet “İnsandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i akliye Sâni’ tarafından tahdid edilmediğinden ve insanın cüz’-i ihtiyarîsiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-ı insaniye çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır. Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki; ferdler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.” İ:84

6- Adalet-i mutlaka:

“İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler.

Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.

Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” L:88

 

Yani, Kur’an nazarında, İlahî hukukun yerine beşerî kanunlar makbul olmuyor.

1909’larda.

Yani, meşrutiyeti.

Yani, sual soran mebuslara.

Yani, hikmetin gösterdiği maslahatları, devlet kuvvetinin icra etmesi lazımdır.

Yani, kuvve-i akliye, gazabiye ve şeheviyeyi.

Yani, resmiyette maddi ve manevi tecziye yalnız Allah’a aittir. Beşer araya giremez. Çünkü kişinin cezaya liyakat durumunu ancak Allah bilir. Ancak kihal, şeriatta bildirilen kötü fiil ve sıfatlardan nefret etmeli. Fakat şahıs fasık-ı mütecahir ise, hüküm değişir.

Yani, şer’î ahkâma uymanın.

Hâkimiyeti kişi kendine alıyor.

10 Evet düşünce ve anlayış fiile çıkmadıkça suç sayılmaz.

11 Cemiyetteki alenî yaşayış, diğer ferdlere tesir eder.

12 Her zamana bakan bu beyan, 1909’larda askerî mahkemede söylenmiştir.

13 Yani devlet idaresinde kişi veya komite hâkimiyeti değil, hukukun hâkimiyeti şarttır.

14 Yani, idare makamı zalim ve mazlumu, ferdî ve umumî hukuka yapılan tecavüzleri görüp adalet etmekle mükelleftir. Fakat önce adalet makamının âdil olması şart.

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

www.NurNet.org