Toprak tarafından yazılmış tüm yazılar

Hızır’ın Sırrında Saklı Musâ’nın Aklı

Bir zaman, bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki; sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı, ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu haliyle beraber uzun bir yolculuğu var.

Seni bugünden yarına taşıyan varlık geminde hiç yara olsun istemezdin. Teninde ne bir çizik olmalıydı ne bir sancı dokunmalıydı kalbine. Sürgünsün ömrünün darlığına. Sevdaların başını sokamıyor dünyanın kuytusuna. Bir tutam hırçın kırmızısın ağarmayan karanın bahtında. Nefesine dolanmış arsız çığlıklar. Sesini eşkıyalar yağmalamış; suskunun uçurumunda her hece tutunacağın son dal.

Sağır gecelerin ayazında kavrulmuş iç huzurunun nazlı tohumları. Eksilmişsin. Dünyanın ölümcül dalgalarında salınıp duran huzurun iki yanından delinmiş. Suçsuz yere irtifasından edilmiş umutların. Durduk yerde kalbin güvertesinde büyüttüğün neşveler hüznün sularına batmış. Acizsin; başına geleceklere karşı dayanağın yok. Yoksulsun; elinde tuttuklarını tutmaya mecalin yok; elinden tutanları saklayacak sığınağın yok. “…o biçare asker sensin. O iki yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir.” Mûsa’nın[as] hayreti gırtlağında düğüm düğüm büyüyor: “Halkını boğmak için mi deldin gemiyi?” *** Karşı kıyıya geçmeden tükeniyor varlığın.

Nefesin ecele yazılı. Derin bir mezar kazıyor zaman hatıranın üstüne. Taşa çiziliyor her akşam hüsrânının resmi. Göz bebeğinde büyüttüğün hâreler sönmeye hazırlanıyor. Ayaklarının altından giderek çekiliyor kumlar; seni süzüyor boğumunda dar vakitler. Ölüme b/akıyor göz bebeklerin. Ol hikâyenin kahramanısın ki arttıkça yitiyorsun şafağın koynunda. Ak örtülere sarıyor seni saatler. Her gece seni sessizliğe kefenliyor. Gövden (d)iri bir tabut gibi her daim toprağa, toprağa indiriliyor. Ensende nefesini tüketmeye kurulu o sıcak nefesi hiç eksiltemiyorsun. Akrep yelkovanla nöbetleştikçe bin akrep ısırığı yiyor ömrünü. Yırtıcı bir arslanın önü sıra nefes nefese koşar gibisin. “…o arslan ise eceldir.” Mûsa’nın[as]isyanı sarıyor nefesini: “Tertemiz bir canı katlettin ha!” ***

Hazların köşeye sıkışıyor.Lezzetlerin zevâlin uçurumuna düşüyor. Ayağının altında uçurumlar büyüyor. Yürüdüğün yerler kuyular açıyor kalbine. Yusufleyin gömleğin kanlanıyor; zaman bezirgânının elinde ucuza satılıyorsun. Ederini kimseler bilmiyor. Hiç sebepsiz, hiç zamansız bir ölüm gözlüyor yolunu. Seni ve sevdiklerini, seni ve sevdalarını dar ağacının gölgesine yanaştırıyor her an. Sen kaçtıkça, şah damarına daha sıkı sarılıyor vaktin urganı. Çırpınışın daha bir canlı kılıyor can hışırtısını. Can pareleniyor: tuğlaları düşüyor ömrünün. Keyfini çevreleyen duvarlar yıkılıyor. Hayal kulelerin yıkılıyor hüzünlerin vuruşuyla. Yıkılmak üzere olan bir duvarın önüne sürükleniyorsun. Gövdenin dem-be-dem toprağa yıkılıyor.

Gözünün karanlığa akışını görüyorsun. Kemiklerinin toz olmuş haline şaşıyorsun. “…o darağacı ise ölüm ve zeval ve firaktır ki, gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur.” Mûsa’nın[as] şaşkınlığı çarpıyor yüzüne. Yıkık duvarın onarılmasına şaşırması gibi, kurumuş kemiklerinin yeniden hayat bulmasına aklın ermiyor: “Nasıl yaparsın bunu?” *** Said Nursî’nin Yedinci Söz’ü her anına Hızır ile Mûsa kıssasının sancısını taşıyor aslında. İlk olarak, farkediyorsun ki, Rahîm olan Rabbin bir Hızır dokunuşuyla varlık gemini acz ve fakr ile yaralamış. O yaraların sancısıyla O’nun rahmetine koşuyorsun. İkinci olarak, anlıyorsun ki, Hakîm olan Rabbin ecelini ardın sıra koşturarak, Hızır’ın dokunduğu çocuk gibi canını katle yazmış. Ecelin telaşıyla, yolcu kalmaya değil, gitmeye ayarlı olduğunu anlıyorsun.

Şu dünyada bir ağaç altında gölgelenir gibi gölgelenen o kutlu yolcunun hâlini kuşanıyorsun. Son olarak, görüyorsun ki, Kadîr olan Sahibin ölümü ve ölümün beslediği ayrılıkları yıkık duvar gibi her daim gözünün önünde tutuyor. Hızır suskunluğu ile, kabrinin yıkık taşları altında, ömrünün dağınık yaprakları arasında senin için sonsuzluk sırrını saklıyor.

Senai Demirci

Yazıda bahsi geçen 7. Söz eserinin

İzmir Nur Gençlerinin İman Hizmeti – Foto

Risale-i Nurlardan vecizeler bulunan kitap ayraçlarını bastırıp kitapevleri aracılığıyla dağıtıyorlar

Sözler Köşkü İlim ve Kültür Derneği İzmir, Bornova’da üniversite talebelerinin bir araya gelerek başlatmış oldukları bir gençlik hareketi. İzmir Küçükpark’ta, İslamiyet hakikatlerini bütün dünyaya olanca güçleriyle haykırmak isteyen gençlerin kurduğu bir dernek.

Daha çok gençlere yönelik tarzı ve aktiviteleri ile ilk yılında binlerce kişiye ulaşıp dernekleşme sürecini tamamlayan gençler, Risale-i Nur’u anlatmak için gençlerin ilgisini çekebilecek bir çok aktiviteyi vesile ediyor. Bediüzzaman’ın sözünü rehber edinmişler; “Vesilenin mahiyetine bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rızâ-i İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o küçük değildir, büyüktür.”

Playstation 3 turnuvaları düzenliyor, go-kart yarışları yapıyor ve yat gezileriyle denize açılıyorlar. Çiğköfte partileri organize edip, maklube yapıyorlar… Gençlerin yoğun bulunduğu üniversite yakınındaki camilerde cuma namazı çıkışı tanıtıcı kartvizit ve broşür dağıtmaktan tutun içinde Risale-i Nurlardan vecizeler bulunan kitap ayraçlarını bastırıp kitapevleri aracılığıyla dağıtıyorlar.

Dershanelerinde haftada 10’u geçkin düzenli sohbet tertip ediyorlar. Okuma kampları ve Kur’an kursları düzenliyorlar. Sohbetlerini internetten canlı yayınlıyorlar. Ayrıca sohbetleri “Full HD” kalitesinde kaydedip internette binlerce kişiye ulaştırıyorlar. Facebook gibi sosyal ağlarda sayısı 250 bini geçen sayfalarında bu hakikatleri haykırıyorlar. İnsanların ilgisini çekmek için 6 ayda bir dernek dekorasyonunu yeniliyorlar.

Ders günü her çeşit insanı görmek mümkün salonda. Çeşitli nur meşreplerinden kardeşler, ehl-i tarik kardeşlerimiz, ateisti, deisti, zencisi, küpelisi, uzun saçlısı, dövmelisi… Yeni iman eden bir eski ateist kardeşleri bile olmuş.. Yüzde 95’i gençlerden oluşan bu ders grubunu görmek insana şevk ve gayret veriyor.

Sözler Köşkü’ndeki gençlerin faaliyetlerini daha yakından görmek, sohbetleri takip etmek, derneği tanımak için www.sozlerkosku.com ve http://www.facebook.com/SozlerKoskuIzmir adreslerinden takip edilebilir. Nur talebelerinden kendilerindeki şevkin hiç bitmemesi için dua istiyorlar.. Dua ediyorlar.. Ve Üstadları gibi diyorlar ki “Zaman İslamiyet Fedaisi Olmak Zamanıdır!!”

Melih Ünver’in haberi: Risalehaber

Fotoğraflar için TIKLAYINIZ

Aşkı Çocuklara Sordunuz Mu Hiç?

Çocuk olsaydık, dünyanın en büyük mutluluğunun kumlarla oynamak olduğunu hatırlardık. Çocuklar sonsuza kadar kumsalda oynayabilir; kaleler yapar, yıkar ve yeniden yapar, evler yapar, yıkar ve yeniden yapar. Denizin genişliği ve derinliği çocuğun kumsaldaki oyununun rahatına bağlıdır. Kumlarla oyununu yarıda keserseniz, deniz bütün sahillerden çekilir, okyanuslar kurur, buharlaşır. Ayağına diken batmadan, elini cam kırıkları kanatmadan dilediğince oynayabiliyorsa, deniz sonsuz genişlikte bir evrendir. Ona göre, kumsal pürüzsüz ve sınırsız bir mutluluk demektir.

Dalgaların çağıltısı, yosunların kokusu, güneşin dokunuşu cennetin sonsuzluğunu fısıldar gibidir. Şimdi çocukluğunuza gidin; sizi mutlu eden şeyleri hafızanızda bulmaya çalışın. Hatıralarınızda ne zamandır açmadığınız ve içindeki unuttuğunuz çekmeceler gibi küçük ve tatlı şeyler bulacaksınız. Meselâ, ne zamandır elinize almadığınız misketlerinizi elinize aldığınızda, gözlerinizde çocuksu bir mutluluğun parıldadığını hissedeceksiniz. Şimdi çocuğunuzun saçlarını okşayıp koklarken, farkında olmasanız da, çocukluğun şen şakrak vakitlerinde özlemle beklediğiniz oyuncak bebeklerinize kavuşmanın buğusu saracak gözlerinizi. Çocukluk cennetimizdir.

Çocuklukta, yaşamanın en küçük detayları bile huzura açılan sihirli kapılardır. Damağınıza ansızın değen bir çilek tadı, pencerenizde bir yağmur damlasının süzülerek akması, bir misket şakırtısı, bir dere çağıltısı, bir deniz kıyısı vs. sanki içinizde dürülü sonsuz bir yumağı açar gibi, sizi mutluluğun sarayına alır, saf mutlulukların tahtına oturtur. Çocukluğumuzda bu kadar kolayca mutlu olabilirken, büyüdükçe sanki mutsuz ve huzursuz olmayı öğretmişlerdir bize. Bir şeyi avuçlamanın hazzı, biri tarafından kucaklanmanın mutluluğu sanki ipi kopmuş uçurtma gibi alıp başını gitmiş, bizi ebediyen terk etmiştir. Sanki küçükken küçük şeyleri büyütüyoruz; daha kolay seviyoruz, daha çok seviniyoruz. Büyükken de büyük şeyleri küçültüyoruz; daha zor seviyoruz, daha seyrek seviniyoruz. Yeniden sevebilmeyi öğrenmek için, ya içimizdeki çocuğun ellerine dokunacağız ya da çocuklarımızın gözlerini parlatan küçük mutluluk gerekçelerini yeniden keşfedeceğiz.

Hem böylece, bizim küçümsediğimiz şeyleri çocukların ne kadar büyük gördüğünü hatırlayarak, çocuklarımız için daha çok küçük şey yapmaya başlarız. Şimdi, denizlerin bir avuç kuma sığabileceğine bir kez daha inanmak istiyorsanız, yaşları 4 ile 8 arasında değişen çocukların “Sana göre aşk nedir?” sorusuna verdikleri cevapları okuyun: “Aşk, bütün kötü şeyler geçmeden önce hissettiğin şeydir.” “Büyükannemin romatizması vardı ve eğilemiyordu. Ayak tırnaklarını kesemiyordu. Sonra büyükbabam büyükannemin tırnaklarını kesti. Ama onun da romatizması vardı. Aşk budur.”

 “Birisi seni sevince senin adını başka türlü söylemeye başlar. O zaman anlarsın ki, senin adın onun ağzında huzur içindedir.”  “Bir kız bir gün bir parfüm sürer ve oğlan da tıraş kolonyası sürer. Sonra teneffüse çıkınca birbirlerini koklarlar. O zaman aşk olur…” “Bir gün birisiyle pizza yemeye gidersin. Pizzanın bütün parçalarını ona verirsin. Sen açsındır ama o sana hiç pizza vermez. Aşk budur.” “Bazen çok yorulursun. Biri gelir ve seni güldürür. Aşık olursun.” “Aşk şudur. Annem babama kahve pişirir. Kahveyi babama vermeden önce üstünden azıcık içer. Kahvenin güzel olduğunu anlamak için.” “Aşk, hiç durmadan öpmektir. Öpmekten yorulduğunda da, yine birlikte olmak istersin ve daha çok konuşursun. Annem ve babam bunun gibiler.

Öpüştüklerinde muhteşem görünüyorlar.” “Sevdiğine kendin hakkında kötü bir şey söylersin. Bunu söylediğin için seni hiç sevmeyecek sanırsın. Ama seni yine sevdiğini söyler; hatta daha çok sevmeye başlar. Bu aşktır.” “Birine tişörtünü çok sevdiğini söylersin. Sonra onu yarın da giyer, yarından sonra da…” “Minik yaşlı bir kadınla minik yaşlı bir erkek birbirlerini çok seviyorlarsa bu aşktır. Çünkü birbirlerini çok iyi tanıyorlar.” “Beni en çok annem seviyor; çünkü yatmadan önce beni öpüyor.” “Annem babama pilicin en iyi parçasını verir. Bu aşktır.” “Bazen babam çok yoruluyor, çok terliyor, çok pis kokuyor. Ama annem ona ‘Sen Brad Pitt’den yakışıklısın’ diyor. O zaman aşk oluyor.” “Köpeğimi yalnız bırakıp gittiğimde bile, akşam beni yalıyor. Bu aşktır.” “Ablam beni çok seviyor. Bunu biliyorum. Bana eskiyen elbiselerini veriyor. Sonra, yeni elbise almak zorunda kalıyor.” “Birini sevince, göz kapakların bir yukarı kalkar, bir aşağı iner ve gözünden yıldızlar çıkmaya başlar.” “Bence birini gerçekten seviyorsan ona ‘Seni seviyorum’ diyebilirsin. Ve gerçekten onu seviyorsan, ona hep öyle söylemelisin.”

Senai Demirci

Left Click! Sol Tıkla!

Sevgili zamane, Belki hiç hatırlatan olmadı sana, belki bilgisayar oyunlarının karmaşık menülerinde yer almadığı için hiç duymadın. Aç gözünü hele, sana “sıla-yı rahîm”i anlatmaya geldim. Merak etme, zamanını almayacak bu sözcük. Seni öyle sözel sayısal telaşlara da koşturmayacak. Sözlüde yahut yazılıda sorulmayacak. Hayatını çoktan seçmeli tercihlerin kıvrımınlarına sıkıştıranların da unuttu(rdu)ğu “sıla-yı rahîm”, sana aradığın mutluluğu bulduracak.

Üstelik öykü de anlatıyorum, bak: İki saka, yani sucu, yolda karşılaşırlar. Biri diğerine,“Kardeş, bana kırbandan bir tas su verir misin? Çok susadım” der. Öteki şaşırır; “Be şaşkın. Bende kırba varsa sende de kırba var. Neden kendi kırbandan doldurup kendi suyunu içmiyorsun?” Cevap dikkat çekicidir; “Haklısın kardeş, bende de su var sendeki gibi ama ben kendi suyumu içmekten bıktım.” Hangi kalp su billûrluğunu bile pusta bırakan bu serin çağrıya duyarsız kalabilir ki? Hangi vicdan, içinde biriktirdiği hasret pınarını dudağından dupduru döküveren bu dostu karşılıksız bırakır ki? Sorun su içmek değil; birinin elinden su içmektir aslında. Birinin elinden su içerken, dudağına sudan fazlası dokunur. Sevdiğinin elinde terleyen kadehi dudağına götürürken, damağına su yerine aşk dökülür; boğazında sevdanın en tatlısı düğümlenir, içine muhabbetin denizi taşar. Öyle değil mi? Rahmetle vuslat kurmak, merhamete dokunmak demek “sıla-yı rahîm”. Merhamete dokunmanın yolu anababayı, akrabayı, yetimi öksüzü, yolda kalmışı, fakir fukarayı gözetmekten geçer.

Çünkü, onları düşünür düşünmez, içinden bir parça kopar, benliğinden bir tuğla düşer, bencilliğinin kabuğu çatlar, kendinden bir şey eksilir gibi olur. Öyle vurdumduymaz, öyle sıcak ve yumuşacık akıp gitmez hayatın. Onları dert edinmeyerek, kendinden uzakta tuttuğun şey her ne ise, seni içindeki merhametten de uzak tutuyor olmalı… Yanına usulca sokulan bir dilenci, seni niye rahatsız eder ki? Sende olup senin de uyutup unuttuğun merhameti hatırlatır sana. Seni sana çağırır dilenci. Kendi içinde susturduğun merhametin sesini taşır kulaklarına.. Bir de şunu oku:

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar ve Almanlar Stalingrad’da çarpışmaktadır. Mikhail Goldstein yılbaşı gecesi moral olsun diye Rus askerlerine tek kişilik bir keman konseri verir. Melodiler hopörler yoluyla Alman askerlerinin siperlerine kadar ulaşır, ateş birden kesilir. O acayip sessizliğe, Goldstein’ın yayından akan müzik hükmeder. Bitirdiğinde, Rus askerleri üzerine derin bir sessizlik çöker. Büyüyü, Alman bölgesindeki höparlörden gelen bir ses bozar. Kırık dökük bir Rusçayla şunu rica eder Alman subayı: “Biraz daha Bach çalın. Ateş açmayacağız!” William Craig’in Enemy at the Gates kitabından bu anektodu alıntılayan Slavoç Žižek, böylesi haller için “kırılgan temas” tabirini kullanıyor. (Bk. Kırılgan Temas, Slavoç Žižek, Metis Yayınları) Çok hoşuma gitti bu tabir! “Hah, işte bu!” dedim…

Müzikten az önce –ve ne yazık ki, müzikten hemen sonra da!-birbirlerine kurşun yağdıran askerler o anda, dışlarında olup biten savaş halini kıran bir şeyi farketmişlerdi. İçlerinde kırılgan olan şeyle temaslarını sağlayan bir deneyimdi bu. O kırılgan şey, elleri tetikteyken unuttukları merhametleri olmalarıydı. Sucunun bir başkasının elinden su içmek isterken peşine düştüğü o tatlı serinlik gibi. Aramızdaki farklılıklara, hatta düşmanlıklara rağmen, öteki ile aynı olan yanımızı arar buluruz böyle zamanlarda. Kırılgan merhametimizle temasımız başlar. İçinde kendin olmadığın, içine kalbini koyamadığın mekanlar arasında gidip gelirken, birden, ayak altında süründürdüğün, telaşla paspasın altına sakladığın o yanını, kırılgan temas noktanı farkedersin.

İçinde akıp duran ama bir türlü yıkanamadığın şefkat ırmağının kıyısında bulursun kendini. Şaşırırsın! O kadar şaşırırsın ki, şaşırdığına şaşırırsın! Sanki içinde bir başkasının plağını (CD mi demeliydim?) çalıyorsun. Sana göre formatlanmamış, senin komutlarını tanımayan bir program konuluyor kalbinin hard-diskine. Sen, kazancını da, kaybını da, tuşlar üzerinden kurgulanmış yönlendirmelere düğmelemişsin. Ekranda elektronlar oynuyor aslında, ne sen gol atıyorsun, ne de adam kurtarıyor ya da öldürüyorsun. Sana öyle görünüyor sadece… Joy-stick’le sen mi oynuyorsun, yoksa joy-stick seni mi oynatıyor? Mutluluğunu kendinin dışında, kendine uzak noktalar üzerinden tanımlamanı isteyenlere söyleyeceğin bir şey olmalı sevgili zamane! Sahici olman için içindeki o kırılgan teması bulmanı umuyorum. Mouse’unu avucuna alır gibi avuçla şimdi kalbini.. Sol tıkla!

Senai Demirci
Fotograf : Flickr njphotog201

Gül Tutan Eller Gül Kokar

Gül Tutan Eller Gül Kokar Nur yüzlü anaların, ak pak olmuş dedelerin, o şirin yüzlü insanların elleri ne güzeldi. Yumuşacıktı, bembeyazdı. Gül gibi kokardı. Bir ömrün şahididir eller; nerede ve nasıl geçtiğini eller söyler. Ondan mıdır ki, çocuk ruhumuz o nur elleri öpmeye doyamazdı. Onlar da bizi, öpe koklaya severlerdi. Dualı dillerdi onlar, abdestli ellerdi. Neredesiniz şimdi? Neredesiniz, ey mübarek nineler, analar, dedeler? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Her mevsimin olduğu gibi, her yaşın da kendine özgü bir güzelliği var. İhtiyarlığa ulaşmak, o mevsimi yaşamak, herkese nasip değil. Gençken, ömrünün baharında giden de var, bebekken ölen de var.
Hayat nimetini takdir eden Rabbim. Başını ve sonunu belirleyen sadece O. Elimizden ne gelir ki? Güzel olan yaşadığımızdır, şükürle ve dopdolu bir imanla. Belki bir gün de öleceğimizdir dopdolu bu duyguyla. Yaşadığımız sürece bize düşen, her yaşın, her ânın hakkını vermek. Rabbimizin istediği tarzda bir ömür sürmek. Ve gün gelip çağırıldığımızda, bir misafir edasıyla, bir davetli ruhuyla çıkıp gitmek. Arkamıza bile bakmadan, bir yaprak olup esen rüzgârla gitmek… Geçmiş güzel günlerden ve o ıhlamur kokan evlerden hayalimde tek çizgi bir onlar kalmış. O mübarek ihtiyarlar. Adımı en güzel onlar söylerdi, bir annem, bir de babaannem. Eh ne de olsa dedemin adını taşıyordum. Ellerinde bir yük varsa koşardım yardımlarına, yolda görünce girerdim kollarına. Manava, kasaba, fırına ya da bakkala mı gidilecek, hazırdık. Ne lâzımsa bir nefeste alıp gelirdik hemencecik. Bekletmeye gelmez ihtiyarları, tez canlıdırlar. Bi koşuda hallederdik isteklerini, ikiletmezdik.
Ne güzel anlaşırdık, nur yüzlü dedelerle ve ninelerle. Doğduğumda kulağıma ilk ezan-ı Muhammedîyi onlar okudu. Onların dualarıyla okula başladık. Onların elinde yetiştik, büyüdük. Besmele çekmeyi, selâm vermeyi, zor günlerde sabretmeyi onlardan öğrendik. Okuldu bizim için, öğretmendi onlar. Şimdi yalnızlaştı evler ve sokaklar. Çekildi birer birer ihtiyarlar. Şimdi hasretle anıyoruz o güzel günleri. Açık bir pencereden, yolumuzu gözleyen gözleri. Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl söylesem bu derdimi. Bir bende değil yalnızlık hâli, şimdi herkeste. Siz soğuktan üşürsünüz, ben ise yalnızlıktan. Yalnızlık dediğim, dedelerin, ninelerin yoksunluğu. Oysa gökyüzünü genişletmek elimizdeydi, elimizden tutarken elleri. Ne ümitler, ne çılgın neşeler içindeydik. Ah güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, şimdi nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. YILLAR geçip, o mevsime doğru adım adım yaklaştıkça, onları daha iyi anlıyorum. ”Kışlar ihtiyarlıkta kolay geçmiyor evlâdım” derdi kimi. Kimi de, ”eskiden telgraf gelirdi, şimdi her gün telefon geliyor” diye hastalıklarından lâtife yollu bahsederdi.
Bazılarının evlâtları vardı ama bakmazlardı. Bizden gayrı arayan soranları pek olmazdı. Kandil geceleri ve bayram günleri, şenlenirdi evleri. ”Gül bahçesine döndürdünüz hanemi,” diye sevinçten ağlarlardı. Kimi ise daha sokak kapısının gıcırtısından bilirdi kimin geldiğini. Bir çocuk safiyetiyle, ”Hep böyle oluyor. Hele de akşam vakti. Kalbimi bir hüzün kapladığında, Rabbim dualarımı cevapsız bırakmaz, üzmez beni. Vefalı komşularımdan birini hemencecik gönderiverir,” derdi. Dikkat ederdim, yürürken sağa sola bakmazlardı. Hak dostu, peygamber aşığı insanlardı benim tanıdığım ihtiyarlar. Kimi de cebinde şeker taşırdı; kim bilir hangi masum çocuğu sevindirmek için. Bir şey verecekleri zaman, gözleri gülerdi, konuşurken seslerini yükseltmezlerdi. Ezan okunmadan önce çıkarlardı camiye.
Vakti onlarla bilirdik. ”Öğle mi, ikindi mi?” diye. İyiliğin adresi onlardı hep. Dedeyle torun bunun için iyi anlaşırlar. Dedeyle torunun birlikte yürüyüşlerinin seyrine doyum olmaz. Kim kimin elinden tuttuğu belli değildir. Ağır ağır yol alırlar. Sırdaş ve arkadaş gibi… Biri hayatın başında, diğeri yolun son ucunda. Çocuk, mirası yaşarken alır dededen ve nineden. Alacağını aldı mı da güvenli büyüyor, tertemiz serpilip gelişiyor. İnanın ruhu gibi, yüzü de güzelleşiyor. Sevdiklerinin güzelliği ve duası, o küçük ruhlara güneş gibi, hava gibi gıda oluyor. Besleyip büyütüyor… Şimdi nerdesiniz, ey güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. DEDESİ, ninesi öldü mü bir yanı tutmaz çocuğun. O boşluğu doldurmak zordur. Ancak gittiği yeri bildi mi, cennete uçtuğunu öğrendi mi, onların dünyadaki görevini bitirip, daha güzel bir âlemde istirahate çekildi diye belledi mi çocuk rahatlar, ruhunun acıları diner.
”Sen öldün, ölüm güzel demektir” der. Onları cennette bilir. O zaman çocuk da cenneti arzu eder, o diyarı özlemeye, istemeye başlar. Ahiret inancı sağlamlaşır, ruhunda kuvvet bulur. Benim de öyle olmuştu. Sevdiklerimi kaybedince bu duyguyu ben de yaşamıştım. Önce biraz sarsılmış, sonra, gittikleri âlemin bu dünyadan daha güzel bir âlem olduğunu duyduğumda rahatlamıştım. Vefat eden ve bizi seven o insanların, şefkatli ve merhametli bir Rabbin emriyle, hayatlarının yine devam ettiğine inanmakla endişelerim kaybolmuştu. Gerçi o hayat, bu hayata pek benzemiyorsa da olsun, buranın da, oranın da maliki birdi. Rabbim Allah’tı. Onlardan geriye gül kokan eller kaldı.
Nedendir bilmem; tespihleri, seccadeleri, bastonları, abdest havluları ve ibrikleri demedim de, gül kokan elleri dedim. Bilmiyorum. Ama öptüğüm o eller, başımı sevgiyle, şefkatle okşayan, yaralı dizlerimi ovan, merhem süren o eller gül kokardı hep. Derileri buruş buruştu ama olsun, onlarda bile gönlüme bir eğlence bulurdum. Çekeleyip dururdum. O eller, o nineler, o dedeler şimdi nerdeler? Hangi diyardalar. İnanın özledim hepsini. Ey nur simalar, ey mübarek ihtiyarlar. Siz dünyamızdan hiç eksik olmayın emi. Rabbim sizi aramızdan hiç ayırmasın emi. Çocuklar, sizsiz büyümesin. Evlerinde yoksa da mahallede bir nine, bir dede bulunsun. Çocuklar en kıymetli vakitlerini onlarla geçirsinler dilerim.
Ömürleri ve ahlâkları güzelleşip bereketlensin. Rabbim, hiç kimseyi, ne evleri, ne de ülkeleri, dedesiz, ninesiz bırakmasın. RABBİM, sen, çocukları, anaları, babaları ve mübarek ihtiyarları boşuna yaratmadın. Bu sırrı görecek kalbi nasip ettiğin için, bu sırra yakın tuttuğun için, bu nimetten mahrum etmediğin için, milyon, milyar, sonsuz defalar şükürler ve hamdler olsun sana. Dillerinden dualar eksik olmazdı. O mübarek insanların her sözü hikmetle örülüydü. Hâlâ o nur yüzlerini, o şeker sözlerini, hele de tatlı sohbetlerini hatırladığımda ağlarım. Ey çocukluğum ellerinde geçen mübarek ihtiyarlar. Ne oyunlar oynardık sizinle. Hâlâ saklandığınız yerde misiniz? Nerdesiniz; kim bilir şimdi nerdesiniz?
Saydığım sayılar bitti gelmediniz… Çıkmadınız saklandığınız yerden. Anladım, gelmeyecek kadar güzel bir yerdesiniz demek. Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Korkardım ateşten, korkardım adı geçince cehennemden. Sizin imanınız tamdı, ama yine ağlardınız. Ve yaşlı gözlerle masum yüzümüze bakıp, ”Evladım, merak etme, cehennem çocukların hiç uğramayacağı bir yerdir” derdiniz. Yüreğimize su serperdiniz. Nerede şimdi yüreğimize su serpecek o güzel insanlar. Yaşlanmaktan, ihtiyar olmaktan korkmayan yiğit insanlar, sizleri göresim geldi, gül kokan ellerinizi öpesim geldi, sohbetlerinizi dinleyesim geldi… Nerdesiniz? Dileğim o ki, cennetin en güzel yerindesinizdir inşaallah. Ümidimiz, Rabbimiz… Şükür ki, çocuklar var. Şükür ki, torunlarımız var. Şükür ki, bize dede diyen diller var. İki hece, o ne güzel bir kelime. Dede, dede, dede… Siz de deneyin bir, siz de söyleyin. Çocukların bu kelimeyi neden çok sevdiğini anlarsınız hemen. SİZLERLE şenlenip, sizlerle güzelleşiyor hayatımız.
Ey mübarek insanlar, sizden duyup, sizden öğrendiklerimizi, evlatlarımızın ve torunlarımızın ruhlarına titizlikle aktaracağız. Ve kabirde amel defterinize sevaplar yazdıracağız inşaallah. Sizi hediyesiz bırakmayacağız. Sizin bizi düşündüğünüz gibi, bizler de sizleri düşüneceğiz, sizi o âlemde duasız, fatihasız bırakmayacağız. Biz dedelerimizi ve ninelerimizi çok severdik. Onların ağzı dualıydı, her adımları abdestliydi. Ellerinden tutar, ellerinden öperdik, bastıkları yerler gibi bastonları bile nurdu. Ey mübarek ihtiyarlar nerdesiniz, arar oldum yerinizi… Yetişsin ruhunuza binler dualar ve fatihalar. Anlatın ne olur çocuklarınıza, anlatalım ne olur torunlarımıza, kahramanlıkları. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), o muhteşem sahabe kadrosunu, saadet asrının mutlu tablolarını anlatalım.
Hz. Ali’nin fedakârlığını, Hz. Hamza’nın şehadetini ve yiğitliğini anlatalım. Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i… Kerbelâ’daki o müthiş anları. Susuz günleri ve kâbus dolu geceleri anlatalım. Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Ebubekir’in sıddıkiyetini, Hz. Osman’ın cömertliğini anlatalım. Oyunda oynaşta gözükseler de, elleri oyuncakta gönülleri bizimledir. Dinlemez sanırsınız belki ama aldanırsınız. Gönülleri ve ruhları bizimledir. Torunlarınızın kıymetini bilin. Ey güzel evlâtlar, ey güzel torunlar, siz de mübarek dedelerinizin ve ninelerinizin kıymetini biliniz. Daha yakın olunuz. Yakın durursanız o mübarek insanlara ki, acıdan, ateşten, dertten, kederden de uzak olursunuz inşaallah. Rabbim rahmetin en genişini onların eliyle sunuyor. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, ”Diken, güle yakın oldu da, ateşten kurtuldu.” Biz de o gül yüzlü, o gül kokulu dedelere ve ninelere yakın olalım. Gül tutan eller gül kokar. Bize de bulaşsın o güzel kokudan ve o ilâhi havadan.
Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) müjdeli ve mübarek bir sözü:
”Kul kırk yaşına varınca, Allah (c.c.) ondan hesabı hafifletir. Altmış yaşına vardığında, rızkını önünde durdurur, altmıştan sonra rızkını arkasına alır. Yetmiş yaşına vardığında, sema ehli onu sever. Seksen yaşına vardığında, sevapları sabit kalır, günahları silinir. Doksan yaşına vardığında, kendisinden normal akıl gider, geçmiş günahları affa uğrar, ev halkına şefaat hakkı doğar. Sema ehli ona, ‘Allah’ın yeryüzündeki esiri’ adını verir. Yüz yaşına vardığında ise, Allah’ın yeryüzünde hapsi olur; Allah’ın şanı ise, hapsine aldığı kuluna azap etmemektir.”

Selim Gündüzalp
Fotograf: Flickr Floyd John