Muhammed Numan tarafından yazılmış tüm yazılar

Ehl-i Sünnet müslüman ve pürmerak Risale-i Nur Talebesi instagram sayfası: risaleinurdan.vecizeler

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

10156118_462324770568348_1169127710936561942_n

Risale-i Nur tedavi eder, ama…

‘Kur’ân eczanesinden alınan ve bu zamanın yaralarına tam şifa olan Risale-i Nur eserlerini okuduğumuz halde neden tedavi olamıyoruz?’ sorusu bugünlerde çokça kafamı meşgul eden bir meseledir.

İşte bu sorunun cevabını ararken, ‘Acaba okumalarımızda mı problem var?’ diye düşündüm. ‘Nasıl bir doktorun verdiği ilâcın kullanım şeklini, doz ayarını iyi bilemediğinizde şifa bulamıyorsak, bu manevî ilâçları da kullanırken acaba yanlışlar ve kusurlarımız mı var?’ diye düşündüm.

Evet, okumak ciddî bir iştir. Goethe’nin dediği gibi, “Okumayı öğrenmek san’atların en güç olanıdır… Tam seksen yılımı bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.”

Okumak; aslında derinleşmek, okuduğunu hayata geçirebilmek, hayata katmaya değer olmayan şeyleri okumamak ve okuduklarından da başkalarını faydalandırmaktır.

Dolayısıyla rastgele okumalar aslında gerçek okumalar değildir. Elbette okunan bu eser, Kur’ân kaynaklı ise faydasız, feyizsiz olmayacaktır. Lâkin şuurlu okumalara ihtiyaç vardır.

Asır, olanca tahribatıyla hepimizi hastalandırmaktadır. Dolayısıyla hiçbir şeyimiz yokmuş gibi yaşamak ve okumak, hastalıklarımızın farkına varamamak, en başta bu ilâcın devasından istifadeyi azaltacaktır.

Okumaya ulvîlik ve anlam kazandıran, “Rabbin adıyla” okumak olsa gerektir. İşte bana göre bütün mesele bu ilk âyetin dersinden gaflet edişimizdir. Zira okuyup istifade etmek de, kemale ermek de, ilim sahibi olmak da, manevî hastalıklardan kurtulmak da, ancak Allah adına okumalarla gerçekleşecektir. Aksi okumalar Kur’ân bile olsa hisleri, nefsi, enaniyeti ve riyakârlığı besleyen tehlikeli okumalar olacaktır.

Bazı kimseler vardır ki hiç ara vermeden mütemadiyen kitap okurlar. Bu güzeldir lâkin okuduklarından netice çıkarmayı bilmeden okumalar, tesirsiz ve faydasız okumalardır. Böyle kimseler de bir yığın malûmat vardır. Fakat beyinleri bu malûmatları bir esasa göre tasnif edip değerlendiremez. Kitabın bütün muhtevasını ezberler lâkin bu bilgiler yük olmaktan ve enaniyeti beslemekten öte de gitmez.

Okumak, ibareyi anlamak değil, ibarenin ne demek istediğini anlama işidir. Bu yüzden Risale-i Nurları okumak, derinleşmek işte ibareyi anlamaktan öte, ibarenin ne dediğini anlamak meselesidir.

Müdakkik okuyucu eserin satırlarında, ihtiyaçlarına, merakına, yaralarına cevap veren, tedavi eden, malzemeleri, unsurları bulup çıkarabilen kimsedir.

Okumayı bilmek hayatın akışı içerisinde karşılaşılan her hadisede, hafızanın, satırlardan öğrendiği dersleri, zihne getirip tedavi etme işidir. Muhakeme sahibi kimse derhal bu dersleri mantığına göndererek olay karşısında doğru tavır alabilen kimsedir. İşte şuurlu yaşamak ancak böyle okumalarla gerçekleşecektir.

Bir de şu mesele vardır ki çok mühimdir. Bana göre Risale-i Nur eserlerinin hastalıklarımıza şifa olma sırrı, mesele-i imaniyeleri okurken ve anlatırken öncelikli olarak Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek ve bu niyet ve nazarla okumaktan geçmektedir.

Yani nazarları Kur’ân’a çevirmelidir. Buradaki ihmal ve noksanlıklar hem istifadeyi azaltmakta hem de bilmeyenlerin eserlere karşı su-i zannını arttırmaktadır. Yani eserleri okurken Kur’ân tefsiri olduğunu hiç nazardan kaçırmadan ve bunu nazara vererek okumak tesiri ve şifayı arttıracaktır.

Zaten Bediüzzaman, Sünûhat adlı eserinde şöyle der, “Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyyet imtisale sevk eder. Müçtehidinin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı.”

Evet, Risale-i Nur Eserleri cam gibi Kur’ân’ı gösteriyor. Lâkin eserlere muhatap olanlar bazen müellifi, bazen eserin kendisini, bazen de okuyan kişi kendisini perde yapabiliyor. İşte bu noktaya çok dikkat lâzımdır. Dersler doğrudan doğruya Üstad-ı hakiki olan Kur’ân’dan alınmış olduğu için dersi okuyan kimsenin de şahsa istinad etmeden okuması lâzımdır. Aksi taktirde kudsiyet kaybolur ve manevî istifade azalır. Bu yüzden Risale-i Nur’u, Kur’ân’ı daha iyi anlamak için okumak gerekir ki; yaralarımız Kur’ân eczanesinin bu ilâçlarıyla şifayab olsun.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Dimağda taakkul mertebesi

Dimağın üçüncü mertebesi taakkuldür.

Bîtaraf (tarafsız) olma taakkul mertebesinde doğar. Düşüncelerin hayal ve tasvir aşamasından çıkıp akledilerek değerlendirildiği aşamadır. Bu mertebede akıl, taakkulden önceki hayal ve tasvirleri eline alıp inceleyerek, tedkik ve tahkik etmeye başlar. Daha da somut bir veri haline dönüştürür. Taakkul, tasavvurda oluşan verileri süzerek ve eleyerek bir karara varır. Bu mertebe tarafsız olarak devam eden bir aşamadır. Taakkul mertebesinde akıl buraya gelen malûmatları tartmaya ve de akletmeye başlar. Bu fikrin olur, ya da olmazlarının makuliyetini arar. Taakkul, fikrî bir seyerân ve aklî bir cevelandır. Ayrıca insan bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder. Çünkü taakkul bir hüküm değil, dimağın bir mertebesidir ve taakkulde insan bîtaraftır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bu cüz’î aklınızla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz.”1 der.

Taakkul, akıl terazisi ile tartmak, ölçmek, biçmek ve bir şeyin mahiyetini anlamaya çalışmaktır. Ölçmek, muhakeme etmek, değerlendirme yapmak bu mertebenin vazifesidir. Akıl, taakkul mertebesinde bir denetleyici gibi meseleyi net bir biçimde ortaya koymaya çalışır. İnsan taakkul mertebesinde düşündüğü ve aklettiği şeylerde “bitaraf” olması gerekir, ta ki taraftarlıkla hakîkati taharriden uzaklaşmasın. Tarafsızlık ancak taakkul mertebesinde gözükür. Bir meseleyi aklen idrak etmiş olmak, hemen tasdik, iz an ve itikadı gerektirmez. Çünkü taakkul, tahayyül ve tasavvurdaki birikimleri süzmeye, tartmaya ve elemeye çalışır. Dimağ bu mertebede bir terazi gibi tarafsız olarak kendisine gelen malûmatları tartmaya çalışır. Daha sonra tasdik edilecek olan fikirlerin şekillenmesine çalışılır. Safsata ve bîbehre hallerden tecerrüt edilerek bitaraf konumuna geçen dimağ ne kadar makul malûmat varsa toplamaya ve toparlamaya çalışır.

Risâle-i Nur’da Hutbe-i Şamiye eserinde akıl ile ilgili mühim noktalara temas edilmiştir. Şöyle ki: “Hem âyat-ı Kur’âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, “Aklına bak” der. “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin” diyor. Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et. “Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar? Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar, dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.”2

Demek ki taakkul etmek Rabbimizin âyetlerle bizlere gösterdiği bir hakîkattir. Çünkü insan hedef ve maksadına taakkul ile ulaşır. Bediüzzaman Hazretleri “hayâlinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden”3 diyerek avamda taakkulün mahiyetine işaret etmiştir. Ayrıca “fikren taakkul edebiliriz”4 diyerek de taakkulün fikirle yapıldığını ifade etmiş olur. Ancak “Biçare vesveseli adam, bazan tahayyülü taakkul ile iltibas eder.”5 Dimağ “taakkulde bîtaraf”tır.6 Yani hakîkate ulaşmak için dimağ bu mertebede tarafsız konumundadır.

İnşâallah konuya devam edelim…

Dipnot:

1- Muhakemat, 2013, s. 107.
2- Eski Said Dönemi Eserleri (Hutbe-i Şamiye), 2013, s. 329, 330.
3- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 210.
4- Eski Said Dönemi Eserleri (Nutuk), 2013, s. 184.
5- Sözler, 2013, s. 439.
6- Sözler, 2013, s. 1148.

 

Ötelemek Ve Ertelemeyi Bilmeliyiz!

Ötelemek Ve Ertelemeyi Bilmeliyiz

“Vicdanın anasır-ı erbaası ve Ruhun dört havassı olanirade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var!

Ø  İradenin ibadetullahtır.

Ø  Zihnin marifetullahtır.

Ø  Hissin muhabbetullahtır.   

Ø  Latifenin müşahedetullahtır.

ve  TakvaDenilen ibadet-i Kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.”[1]

Kat’iyyen bil ki:Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet,bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.” [2]

Malumdur ki her insanda nefs-i emmare bulunmaktadır ama maddi ama manevi nefs-i emmare.. Nefs-i Emmarenin isminden de belli olduğu gibi emreder, cebreder ve istediği şeyi cebren ve hile ile yaptırmak için havada taklalar atar yeter ki o istediği şey olsun. Baktı yaptıramıyor mu o zaman insana sıkıntı vermeye başlar. Mesela bir şeyi yemek istiyor, içmek istiyor onu elde edene dek her şeyi yapmaya gayret eder. Elde ettikten sonra gözünü başka şeye diker. Bu defa ona çalışır.

Nefs-i emmareyi aktif eden ve eline malzeme veren ise gene biziz. Çünkü alakadar olduğumuz her şey nefs-i emarenin rotasını belirliyor. Teşbihte hata olmasın “tavşan kaç, tazı tut!” bu işlemi yapan gene biziz. Mesela serendip adasında, Hz. Adem (a.s.)’ın dünya nüzulünde oturduğu iddia edilen kaya hakkında malumatımız olmazsa, o kayayı merak etmeyiz. Bu bilmeklerin ve malumatların hepsi nefs-i emareye malzeme oluyor. Adeta içtiğimiz bir çay vücudumuza girmesiyle, vücudda çay olarak kalmadığı gibi..

Nefs-i emarenin bazı tabirleri ise “Nefs-i emmare elbette hevesat-ı rezile ile ve nefsanî müştehiyat ile onu aldatamaz, çabuk o nefsin belasından kurtulur.” [3] “Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmarene ve heva-inefsine adavet et, ıslahına çalış.” [4]Nefs-i emmare tahrib ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir; fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz’îdir.” [5]Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın.”[6]

Bu mehazlerden tezahür eden mana ise;

a)      nefs-i emmare, hevesat-ı rezile ve nefsanî müştehiyat ile insanı aldatmak yolunu tutar.

b)      İnsana en fazla zarar veren şeylerden olan nefs-i emmarene ve heva-i nefsidir.

c)       Tahrip ve şer cihetinde nefs-i emmare istediğini elde edene dek durmadan önüne geleni grayder gibi toplar götürür.

Hal böyle olunca düşmanın en kuvvetlisi insanın nefsidir diye tezahür eden mana oluyor.

İnsan hayatında bazı haz ve lezzetleri ötelemeyi, tehir etmeyi, ertelemeyi bilmesi gerekmektedir. Aksitaktirde insan hem çok perişan olur hem de çok perişan eder. Mesela İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde en kuvvetli medar olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız Cehennem fikridir. Yoksa Cehennem endişesi olmazsa “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.”[7]  “Nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlub, cür’etkâr, akıllarını her vakit başına almayan o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse; hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder..”[8]

Gençleri elde eden kim olursa olsun emeline daha sühuletli muvaffak olur. Bu ister hayr ister şer manada olsun.“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler… His ve heves ise kördür, akibeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder.” [9] Bu sebeple insanlığın bel kemiği, damarındaki kan gibidir gençlik. Aklî değilde his, heves ve arzularına göre hareket ise delikanlı olan gençlerde en bariz görünen hatadır. İhtiyarlara sorduğumuzda “aman şunu yapın, bunu yapmayın, önünüze bakın..” gibisinden bir çok şey işitiyoruz. Neden diye düşünüp eşinip tahlil ettiğimizdeGençlik damarı onlardan geçmiş, akıldan ziyade hissiyatı dinleyecek zaman geçmiş… His ve hevesin körlüğü geçmiş ve artık akibeti net görür hale gelmiştir.

Evlilik ve bazı şeyleri yaşamak her insan fıtratında yani sisteminde var. Ama bunu öteleyenler daima kazançlı çıkacaktır. Ötelemeyip helal haram demeden rast gelenle şehvetini tatmin etmek yolunu tutanlar ise hem dünyada “evhamlı hastalıkla”[10] hem kabirde “tecrid-i münferidle” [11] “beş-on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azab ve zarar ve âhirette cehennem ve sakar belasını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu haldeاَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُsırrıyla hiçacınmaya müstehak olamaz. Çünki zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.[12]

Gençliği şehvetle vurmak isteyen islam düşmanlı yani zındıka cereyanı her bir yolu deneyerek ne kadar keklik avlarsak kardır düşüncesiyle hareket ediyorlar. “İslâmiyet ve Kur’an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahribler yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı diniye ile geçen parlak mazisi ve o mazide medfun muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektebli talebelere unutturulmaya çalışılıyor ve mazi ile irtibatları kesilerek bir takım maskeli ve sureta parlak kelâmlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine zemin hazırlanıyordu! İslâmiyet’in hakikatında mevcud maddî-manevî en yüksek terakki ve medeniyet umdeleri yerine; dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edebsiz edib ve feylesofların fikir ve ideolojileri; gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok geniş bir çapta tedris ve talime çalışılıyordu. Bilhâssa İngiliz, Fransız gibi İslâm düşmanlarının İslâm âlemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında kahraman Türk Milletinin dinî bağlardan uzaklaştırılması; örf âdet, an’ane ve ahlâk bakımından tamamen İslâmiyete zıd bir duruma getirilmek plânları vardı ve bu plânlar maalesef tatbik sahasına konmuştu![13]  zahirde çeşitli gayr-i ahlaki dizi film klip şarkı namı verilen hakikatte vıcık vıcık müstehcenlik kokan hırıltılardan ibaret olan şeylerle gençlik başta olarak toplum şuursuzlaştırılarak embesil yapılı bir toplum tipi oluşturulmaya çalışıyor.

“Şuur ile okunduğunda” [14] insanın adeta kainatı ihata etmiş çepeçevre sarmış olan latife, his, istidat ve kabileiyetlerini söndürmek emelinde olan zındıka cereyanı ve bu cereyanın kuklası olan taşeron kurum ve kişiler insanın hayatını sadece “batın ve fercin hizmetine münhasır” [15] zannettirmek için var güçleriyle çabalıyorlar. Gayeye ulaşmak için her yolu mübah gören bu zındıka cereyanına karşı müminler olarak, hitabat-ı ahirzaman müezzini Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin ikazına kulak verelim!

“Ey insan!Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun.

Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor.

Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor.

Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.” [16]

Bizlere elzem olan şey ise insanın hayatında bir hazırlık yeri olan “dünya, Ahirete vesiledir.” [17] ahirette kelek yok. Yani Cennet ektim Cehennem çıktı gibi bir şey yok. “eken, biçer”[18] ne ektiysek mahsulat da o cinsten olacağını her akıl sahibi bilir.

   Bu sebeple şehevi duygularımızı helal yollarla tatmin etmek ve harama gitmemek ve dünyayı ihata eden latifelerimizi basit bir iki şeyde berbat etmemek için gayret edelim. eğer helal nasip olmamışsa bu arzuları öteleyip, erteleyelim ve mümkün olan en kısa zamanda helalin nasip olması için gayret edelim, vesile olalım. Evlilikte  Küfüv yani denklik cihetini göz ardı etmeyelim. Sadece surete, güzelliğe aldanan kimselerin bir süre sonra boşandıkları yadsınamaz. İslami aile yapısını ifsad edip bozmak isteyen sanat namı altındaki müstehcenlikten ibaret olan şeylere karşı ailemizden başlayıp çevremizi de tenvir edelim, ikaz edelim.

Eğer düşmüş çıkamıyorsak ne mi yapalım? düşmeyen kimselerle beraber Risale-i Nur dersleri ve ibadetlerimizi yapalım. Unutmayalım ki doğrularımızın %’lik oranını arttırdığımızda, yanlışlarımızın oranı azalacaktır.“boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade..”[19] ederek bu dünya hayatını ahirette meyve verecek bir surete çevirmeye gayret edelim.

“Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…”[20]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

 


[1]Hutbe-i Şamiye ( 136 )

[2]Mektubat ( 222 – 223 )

[3]Lem’alar ( 219 )

[4]Mektubat ( 265 )

[5]Sözler ( 320 )

[6]Lem’alar ( 160 )

[7]Asa-yı Musa ( 216 )

[8]Asa-yı Musa ( 43 )

[9]Sözler ( 148 )

[10]Sözler ( 147 )/ Kastamonu L. ( 158 ) / Gençlik R. ( 33 )

[11]Sözler ( 142 )

[12]Sözler ( 147 )

[13]Tarihçe-i Hayat ( 154 )

[14]Sözler ( 322 )

[15]Sözler ( 126 )

[16]Lem’alar ( 136 )

[17]Mesnevi-i Nuriye ( 91 )

[18]Tarihçe-i Hayat ( 498 ) / Emirdağ L. ( 135 )

[19]Asa-yı Musa ( 19 )

[20]Sözler ( 147 )

www.NurNet.Org

“Dindar flört”

Dünyevîleşme, önce meşrûlaştırma ile başlayan bir süreçtir.

Kişinin temel dinamikleri, vicdanı insanı tutarken zamanla heva ve arzulara giydirilen kılıflar, meşrûlaştırma operasyonları yavaş yavaş vicdanları rahatlatmakta medenileşen (!) ve güya çağdaşlaşan dünyada normalleşmeler başlamakta ve dindar kesim de, bu sürece hemence ayak uydurmaktadır. Tahrip kolay olduğundan, nefis ve haz eksenli hayatlara insan kolayca uyum sağlamakta ve ehl-i dünya ile pek derin bir mesafe olan aralık kolayca kapanıvermektedir. Zira zındıkların bütün mesaisi bunun üzerinedir. 

İşte bu önemli tahribatın bir nev’îde dindar gençler arasındaki flört meselesidir. Geçenlerde üniversitenin bahçesinde yürürken kendi aralarında konuşan genç kızların konuşmalarına kulak kabarttım. Aralarında geçen konuşmalardan birisi çok dikkatimi çekti. Genç kız diğer arkadaşına şunu söylüyordu. “ …….falan kişi bana, ‘evlenme teklifimi kabul etmeyecektin de o halde kelâm notlarını bana neden verdin’ dedi”. Güler misin, ağlar mısın? (!)

İşte o zaman dindar gençlerin arasındaki bu flört meselelerini kaleme almak gerektiğini düşündüm.

Kavram olarak dindarlığın bizatihi kendisi meşrûlaştırmada kullanılmakta ve şeytan tarafından bu kavramların içerisinde haramlar yaşatılmak suretiyle, algılarda oynamalar ve tahribatlar gerçekleştirilmektedir. Bu da vizyon açısından çok tehlikeli ve kirletici durumlara sebep olmaktadır.

Flört meselesi genelde dindar olan gençler tarafından evlilik öncesi tanımaya dönük ara dönem olarak algılanırken, ehl-i dünya gençler açısından ise gönül eğlendirmek, vakit geçirmek olarak algılamaktadır.

Flört eden dindar kız ve erkekler genelde işlemekte oldukları haram olan bu beraberlikleri güya ilerideki yapacakları evliliğin ilk adımı olarak değerlendirmektedir. Birbirlerini tanıyarak uyumlu olup olmayacaklarını tesbit ederek yol yakınken dönmek gibi bir düşünce ile hareket etmektedirler. Lâkin harama atılan küçücük bir adım zaten yolun çok ilerlemesi anlamına geliyor, fakat farkında olamamaktadırlar.

Evet, şeytan insanları harama sevk ederken dindar olanlara yaklaşım biçimi sağdan olup fısıltı şeklinde vicdan seslerini bastırarak, iç frenlerini yıkmak suretiyle olmaktadır. Neticede çok iyi niyetle (!) başlayan bu beraberlikler maalesef hayalleri süsleyen evlilik gibi bir neticeyle de sonlanmıyor. Çünkü, flört aşaması zaten birbirlerini tanımak kılıfına gizlenmiş kusurları saklamak ve sun’î maskelerle dolaşmak anlamına geliyor. Birbirlerine kendilerini sevdirmek ve beğendirmek duygusunun tavan yaptığı bu dönemde bütün bütün kişiliğin kusurları gizlenir ve herkes iyi taraflarını ortaya çıkararak kendini karşısındakine beğendirmeye çalışır. İşte ta baştan yalanla ve kamuflajla başlayan bu süreç daha evlilik gerçekleşmeden veya gerçekleşse bile ilerleyen süreçte patlak verecektir.

Gençler olması gerekenle, olan arasındaki farkı ayırt edemediklerinden veya vicdanlarını nefislerin hevasıyla bastırmalarının kolay yolu bu şekilde inanmak olduğundan, dindarlık kavramına olan güvenleri ile pek çok yanlışa girebilmektedirler.

Kendilerini kandırdıkları en önemli nokta, belki de yanlışa açılan kapı işte bu şeytanî noktadır. Çok dindar dürüst ve güvenilir bir kişi diyerek “dindarlık” profilinde olması gerekenle, olanı, iltibas edip nefsin ve şeytanın kandırmasıyla karşısındakine hemen güvenivermektedirler. Özellikle de dindar kızlar bu konuda yanlışa adım atmakta daha müsaittirler.

Evet bir kişinin temiz, dürüst, dindar olması, dinin emir ve yasaklarının muhatabı olmaktan onu çıkarmıyor. Ya da şöyle düşünelim Allah’ın haram kıldığını işleyen, hatta bunu mubah gören kişi ne kadar dindardır. Bu nokta, üzerinde düşünülmesi ve bir mihenk olması gereken bir noktadır.

İşte bütün bunların neticesinde şöyle bir sonuca ulaşmak mümkündür. Dindar olsun olmasın pek çok genç kız ve erkeklerin birinci gündemi karşı cinsle olan münasebettir. Bu bir gerçektir. Bu yüzden bu dönem için “delikanlılık”, “ delilikten bir şube” his ve heveslerin galeyanda olduğu dönem” denir. İşte ebeveynler bu gerçeği gözden kaçırmadan onlarla muhatap olmaları gerekir. Aslında daha küçük yaştan itibaren onlara öğretilmesi gereken en önemli eğitim “özdenetim” adı altında hazlarını ötelemeyi bilmeyi öğretmektir.

Risale-i Nur’da, “akibeti görmeyen kör hissiyat” diye teşhis edilen bu hissi mağlûp edecek eğitimler vermek, gençlik dönemindeki bu tür haramlara girme noktasında en önemli fren görevi görecektir. Yoksa bu hisleri yok sayarak, görmemezlikten gelerek gençlerle muhatap olmak bütün yanlışı onlara yüklemek kolaycılık olacaktır.

Bu dönemdeki bir gencin en önemli freni, vicdanla beraber aklı takviye yani ilimle meşguliyet, kalbi tasfiye yani ibadetle meşguliyet ve ulvî gayelerle ve hedeflerle meşgul etmek, meşgul olmak suretiyle, hazlarını ertelemeyi, mağlûp etmeyi öğretecek bir disiplindir.

Bunun temeli de hiç şüphesiz daha çocukluk yıllarında atılacaktır. Zaten çocuk eğitimi denen şey çocuğa davranış öğretmekten ziyade duyarlılık ve irade kazandırmaktır. Birçok ebeveyn güya çocuklarını gözü dışarıda kalmasın diye onun bütün isteklerini yerine getirmenin doğru olacağını düşünürler. Oysa çocuk her istediğine hemen ulaşmaya alışırsa haz ötelemeyi beceremez. Hazza teslim olmak ise iradeyi zayıflaştırır. Her istediğine hemen ulaşan, bir bedel ödemeden kavuşan, beklemeyi, sabrı ve istemeyi bilmeden isteklerine ulaşan çocuklar yavaş yavaş bencilleşmeye sonra narsistleşmeye sonra da ahlâkî erdemlerini yitirmeye başlayacaktır.

Hasılı; bu tür çok güçlü olan hisler elbette yok sayılarak yok olmayacaktır. Risale-i Nur’un öğrettiği bir metot olan haramların ve günahların içindeki acil elemi ve iman ve güzel işlerin içindeki acil lezzeti ispat etmek suretiyle bu beşinci hisler inşallah mağlûp edilebilecektir.

Konuya inşallah haftaya devam edeceğiz.

Yasemin YAŞAR

Dimağın iltizam mertebesi

Dimağın altıncı mertebesi “iltizam” kelimesiyle ifade edile gelen tarafgirlik, savunma, müdafâa etme ve îmân edip değer verdiği hususların taraftarı olma hâletidir.

Gönül dünyasında taraftar olunan hususların, zihnen savunulmasına, söz ile ifâde edilmesine ve bu uğurda mücadeleye “iltizam” denir.”1 Taassub2 dimağın iltizam mertebesinde doğar. İltizam, bir şeyi kendine lâzım kılma, icrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib ve zorunlu kılma hâline denir. Aynı zamanda  bir şeyi gerekli bulma, tarafgirlik etme, birinin tarafını tutmak mânâsına da gelir. İnsan akıl ve kalp olarak gerekli ve doğru bulduğu bir şeyi artık kendi için icra edilmesi, gerekli bir vazife olarak görür ve ona bütün gayreti ile taraftarlık gösterir.

Dimağın iltizam mertebesinin neticesi taassuptur. Taassuba menfî ve müsbet olarak iki cihetle bakabiliriz. Taassub menfî cihetten bir nev’î cehl-i mürekkebin menşeîdir. Cemiyette “seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husûmet, taassup ve taraftarlık intaç eder.”3 Çünkü “Vahşet ve cehaletten de husûmet ve taassup çıkıyor.”4 “Hem de keşf-i hakîkate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri”dir.5 İşte birçok insanın benim fikrim dediği enenin eşgal-i habisesinin menşeî olan ‘fikr-i infirâdî’ denilen ‘tahtiecilik’ bu mertebenin neticesi olmalıdır. Ancak şu nokta da unutulmamalıdır. “Zaman-ı medeniyette, ecnebiler, medenî ve kuvvetli olduklarından, zararlı olan husûmet ve taassup zail olmuştur.”6 “Hem de, ecnebiler medeniyetleriyle beraber kuvvetli olduklarından, taassup ve husûmete mahal kalmamış.”7 Evet “İnat bazen müfrit fırka mutaassıplarına, dalâl ve batılı iltizam ettirir.”8

Bediüzzaman Hazretleri “Vicdanın ziyası, ulûm-i diniyedir. Aklın nuru, fünun-i medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.” der.9 “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa, ‘dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez.”10

İltizama hak ve hakikat nokta-i nazarından bakılacak olursa “İslâmiyet, iltizamdır… İslâmiyet, hakka tarafgirlik”tir11 “Evet, İslâmiyet’in şe’ni, metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidâne ısrar gösteriyorlar; bürhan ile temessük eden ulemanın şe’ni değildir.”12 “Zira, îmân tasdikle beraber hem iz’andır; iz’an ile beraber teslim ve iltizamdır. Eğer zaafı olmazsa, iltizamla beraber mânevî imtisaldir.”13 Ey insan “İslâmiyet iltizamdır.”14 ve “İltizam başka, itikad başkadır.”15 Öyleyse “İltizam îmânın lâzımı.”dır.16 Demek ki iltizam-u itikat, her dem mesele-i îmânın şe’nidir.

Şu nokta da nazar-ı dikkatten kaçırılmaması gerekir. Bazan da “müslim-i gayr-ı mü’min” sıfatına lâyık olanlar iltizam-ı hak ve hak taraftarı olabiliyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri bu noktaya şöyle işaret ediyor: “Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek, o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyet’e mazhardı; dinsiz bir Müslüman denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; gayrimüslim bir mü’min tabirine mazhar oluyorlar.”17

Dipnotlar:

1- http://hikmet.net/tag/taakkul/

2- Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma, tutucu davranma, aşırı bağlanma.

3- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 104.

4- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 86.

5- Muhakemat, 2013, s. 73.

6- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 73.

7- Eski Said Dönemi Eserleri (Makalat), 2013, s. 92.

8- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 499.

9- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 291.

10- Eski Said Dönemi Eserleri (Sünûhat), 2013, s. 498.

11- Mektubat, 2013, s. 58.

12- Eski Said Dönemi Eserleri (Münâzarât), 2013, s. 294.

13- Eski Said Dönemi Eserleri (Lemaat), 2013, s. 769.

14- Mektubat, 2013, s. 58.

15- Mektubat, 2013, s. 798.

16- Eski Said Dönemi Eserleri (Hakikat Çekirdekleri), 2013, s. 750.

17- Mektubat, 2013, s. 58.

Abdülbakî ÇİMİÇ