Av. Bekir Berk’in sırrı inancıydı

Vefat yıldönümünde Avukat Bekir Berk

Gördüğüm ilk büyük şehir (tabii çocuk dünyamın ölçülerine göre büyüktü) Samsun’dur. Babamın çalıştığı “taka” ile gitmiştim. Babamla birlikte makine dairesine iner, saatlerce onu izlerdim. Bu bir nevi hasret gidermekti: Diyebilirim ki babamı bu sefer sayesinde daha yakından tanıma fırsatı buldum. Haşin görünüşünün içinde yumuşacık bir kalb saklıyordu. Fakat deniz tuttu beni, yolculuğun tadına pek varamadım.

İlk kez büyücek bir şehir görüyordum. Ne Pazar’a (bizim ilçe), ne Rize’ye (ilimiz) benziyordu. Caddeler araba karmaşasıydı. Çok şaşırmıştım.

Ben ki, ayda-yılda bir kamyon geçecek de göreceğim diye, saatlerce Kvacoli (Lazca bir yer ismi) yolunda bekleyen nesle mensubum; arabaların vızır vızır (şimdi düşünüyorum da o kadar da vızır vızır değilmiş) geçmesi karşısında şoke olmuştum.

Hele gece bastırıp etraf ışıl ışıl olunca, şaşkınlığım büsbütün katlandı. Gözlerimi sokak lambalarından alamadım. İskele babasına oturup saatlerce izledim. Babam gelip almasaydı, belki sabaha kadar seyredecektim.

İstanbul’u ilk görüşüm ise 1957 başlarına rastlar. İstanbul’a ilk yolculuğum, bizim akrabaların da ortak olduğu “Haydar” isimli bir motorla (Karadeniz’e has bu tür motorlara “çektiri”den bozma olduğunu sandığım “çektirme” denirdi) bir haftada gerçekleşti. Yine deniz tuttu, yine içim dışıma çıktı.

Seyahat boyunca ilkleri yaşadım. Gördüğüm her şey benim açımdan son derece şaşırtıcıydı. Kendimi büyülü bir masalın içinde gibi hissediyordum. Boğaz’dan girişte düştüğüm şaşkınlığı unutamam. Bu nasıl bir kanaldı? Balıkçı teknelerinin, boğaz vapurlarının arasından süzülüp gidiyorduk. İlk kez boğaz vapurunun bana son derece tuhaf gelen düdüğünü duydum. Bakışlarım büyük bir merak içinde bir noktaya yapışıyor, gördüklerimi çözemeden başka bir yere dönüyordu.

Din mazlumlarının avukatı Bekir Berk’le bu gelişimde tanıştım.

Bürosu Çarşıkapı’da Kiğılı Pasajı’nın içindeydi. Başka davalara bakmadığı için dış duvara büyük bir levha asmamış, sadece penceresine küçücük bir tabela koymuştu: “Bekir Berk, Avukat“…

Sinan Omur, Eşref Edip (hicran devrinin gazetecileri, yazarları), Sudi Reşat Saruhan (avukat, sonra milletvekili), Ayhan Songar (Psikiyatrist), Osman Yüksel (Serdengeçti) ve daha pek çok önderi o büroyu ziyaretlerim sırasında tanıdım.

İlk daktilomu rahmetli Avukat Bekir Berk armağan etmişti bana: “S” harfi basmayan bir Remington… Köyüme götürmüş, ilk amatörce yazılarımı o daktiloda yazmıştım. Bir süre sonra da kullanılamaz hale geldi.

Yeni Asya Gazetesi’nde yıllarca birlikte çalıştık. Daha sonra Yeni Nesil Gazetesi’ni kurduk: O sahibi, ben Genel Yayın Yönetmeni idim.

İnandığı gibi yaşamasına, asla pes etmemesine, doğru bildiği yolda ölümüne yürümesine defalarca şahit oldum. Öyle disiplinli çalışıyor ve işini o kadar ciddiye alıyordu ki, hayatında disiplin olmayanlar onu anlayamazdı. Nitekim anlayamadılar: “Uyumsuz” dediler, “sinirli” dediler.

Ben ise çeşitli vesilelerle hep derin şefkatine şahit oldum. Belki biraz sert, ama son derece mertti. Hata etse bile fark eder etmez hatadan dönüyor, tereddütsüz özür diliyor, kırdığı insana sarılıp helâllık istiyordu.

Enerjisine hayran kaldım. İleri derecede kanser olmasına rağmen, yılmamasının, yıkılmamasının sırrını çözdüm: Sırrı inancıydı: Ona tutunup diri kalıyordu.

Korkusuzluğu, pervasızlığı da inancının sağlamlığından geliyordu. Bir temyiz duruşması sırasında öfkelenip “Neyine güveniyorsun Avukat?” diye bağıran Yassıada Savcısı Egesel’e (Menderes’in idam hükmünü veren başsavcı) çantasından hızla çıkardığı kefeni fırlatmış, “Buna güveniyorum” diye bağırmıştı.

Mazlumlar için ölümün bir güvence olduğunu ondan öğrendim.

Vefat yıldönümünde (14 Haziran 1992) onu rahmetle, minnetle anıyor, her gün biraz daha özlüyor, artan bir ihtiyaç içinde arıyorum.

Yavuz Bahadıroğlu / Haber Vaktim