Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 9. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…
Yine de birlikte başlattıkları bu güzel hizmetten kopmak Resul’e çok ağır geliyordu. Sofia ile vedalaşırken dokunsalar ağlayacak gibiydi. İçine sebebini bilmediği bir hüzün çöktü. Ruhunda, sevdiklerinden ayrılacağını fısıldayan bir sesin yankılandığını hissetti. Sofia’ya ‘Allah’a ısmarladık‘ derken gözleri dolu dolu oldu. Sofia’nın da gözleri dolmuştu.
Abdülkerim’le kucaklaştıklarında yine aynı hislerle doldu. Bu mert ve cesur insan, hizmette hep yanı başında olmuş ve onu desteklemişti.
Resul, uçağa bindiğinde Rusya’da geride bıraktığı güzel hizmetleri düşünüp teselli bulmaya çalıştı. Hizmetle geçen olağanüstü günler, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Abdülkerim’le tanışmaları, hapishanede yaptıkları dersler, radyoda kaset kayıtları ve Sofia ile karşılaşmaları, Sofia’nın hastaneye kaldırılması, ardından gelen hidayet müjdesi ne kadar da çabuk gelişmişti. Diğer yandan da nişanlısı ile yeni bir hayat kurup, evlerini cennet köşesi haline getirmeyi hayal ederken gelen acı haber, dünyasını altüst etti. Uçağın tekerleri Azerbaycan havaalanına değdiğinde daldığı hayalden uyandı. Ama bu defa ruhunda, endişe dolu bir fırtına kopmaya başladı. Eve gidene kadar aklından bin bir türlü soru geçti. Acabalar zihnini kurcalayıp duruyordu.
Uçaktan iner inmez zaman kaybetmeden hemen bir taksiye atladı. Eve vardığında kapıdan itibaren kendisini karşılayanların garip bakışlarından bir şeylerin olduğunu hissetti. Evet, kalp krizi sonucu yoğun bakıma alınan nişanlısı, çoktan başka bir âleme göçmüştü!
Bunu duyar duymaz bir külçe gibi kendini yere bıraktı. Koluna girip teselli etmeğe çalıştılarsa da nafile… “Beni kendi halime bırakın” deyip bir süre öylece kaldı.
Resul neden sonra imanın verdiği nurla gerçeği kabullendi. Artık elden bir şey gelmeyeceğini anladı. Olan olmuştu. “Yaratan yarattığını aldı” diyerek kadere teslim oldu. Konu komşu ve akrabaların taziyeleri acısını ona bir nebze de olsa unutturdu.
Sofia Hastanede!
Azerbaycan’da günler geçerken, Resul’ün aklı hep Rusya’daydı. “Geride bıraktığı hizmetler ne haldeydi? Sofia programları tek başına yürütebiliyor mu?” diye düşündü. Başlattıkları hizmetlerin akıbetini sürekli merak ediyordu.
Resul, Azerbaycan’da iken henüz nişanlısının acısı geçmeden bu defa Rusya’dan acı bir haber geldi. Abdülkerim’den, Sofia’nın fenalaşıp ikinci kez hastaneye kaldırıldığını öğrendi.
Resul bu defa ulvi duygularla bağlandığı, gönlü hizmet aşkıyla dolu Sofia’nın haberiyle sarsıldı. Dünya ile olan bağları iyice zayıflamıştı. Gözünde hiçbir şeyin değeri kalmadı. “Meğer dünya ne kadar aldatıcı, ne kadar yalanmış!” dedi. Üstad’ın; “Dünya gaddardır, mekkârdır, değmiyor alaka-i kalbe” ifadesini hatırlayarak, kalan hayatını tümüyle hizmete vakfetmeye karar verdi.
Uçak Moskova’ya doğru havalanınca derin düşünceler zihnini yine kurcalamaya başlamıştı. Nişanlısından sonra şimdi de Sofia’nın kaybı endişesi içini doldurmuştu.
Henüz hizmetinin başında bulunan Sofia’nın, daha çok hizmetler yapacağını düşünüp, kaybına gönlü razı olmadı. Yolculuk boyunca onun iyileşip yeniden hizmete dönmesi için dua etti.
Nihayet uçak Moskova havaalanına inip de Nikolay’la (Abdülkerim’le) karşılaştığında o daima şen ve neşeli insanın da ilk defa hüzünlü olduğunu gördü:
– Hayrola Abdülkerim, Sofia’nın durumu nasıl?
– Kötü!
Bu söz Resul’ün beynine bir ok gibi saplandı ve bir süre hiçbir şey demeden sustu. Daha sonra;
– Çok mu kötü, dedi. Abdülkerim,
– Evet, hem de çok! İyileşmesinden ümit kesildiği için doktorlar eve göndermişler!
– Ne diyorsun?
– Maalesef Resul kardeşim, beyindeki tümör iyice büyümüş, her tarafı kaplamış, yapacak bir şey yokmuş!
İki dost içleri kan ağlayarak yollarına devam ettiler. Sofia ile başladıkları o güzel hizmetlerin bu kadar kısa sürede kesintiye uğramasını bir türlü kabullenemediler. Ama kaderin tecellisine boyun eğmekten başka çareleri de yoktu.
Tümör
Nişanlısını kaybedişinin üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra Resul Cemalov tekrar Rusya’ya döndü.
Birinci Söz’lü Başlangıç
Anonstan sonra kendi haline bırakılan mahpuslar acaba derse gelecek mi, yoksa müdürün dediği gibi birkaç kişi ile kendi aralarında ders yapmak zorunda mı kalacağız, diye merakla beklemeye başladılar.
Saat 14:00’e doğru Nikolay’la (Abdülkerim’le) Cemalov salona geçtiler. Kitaplar, önceden sahnedeki masanın üzerine yerleştirilmişti. Nikolay Cemalov’a:
– Sahnedeki yerine geç otur, dedi. Resul Cemalov hazırlıklı olmasına rağmen, ilk defa bir derste bu kadar heyecanlı olduğunu hissetti. O güne kadar sayısız ders yapmıştı, ama böylesi bir topluluğa, böyle bir yerde ilk defa yapacaktı. Bir yandan da, müdürün dediği gibi, “Ya kimse gelmezse?” diye düşünmekten kendini alamıyordu. Nikolay’ın, “Bunlar başkalarına benzemez!” sözü ise zihninin bir köşesinde duruyordu.
Henüz salonda üç beş kişi vardı. Cemalov Nikolay’a:
– Sen de gel yanıma otur, diye rica etti. Fakat Nikolay amirane bir ses tonuyla;
– Hayır, dersi sen yapacaksın, yerine otur, dedi.
Nikolay, kitle psikolojisine hâkim olduğundan, neyi ne zaman yapacağını gayet iyi biliyordu. Ön sıralardan birine oturup beklemeğe başladı.
Derken ceketi omuzlarında pala bıyıklı bir koğuş ağası salına salına salona girdi. Etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra sahnedeki Resul Cemalov’a gözlerini dikti. Arkasından yüz kişilik bir grup onu takip ederek salona girdi. Ağanın gözü Cemalov’u kesmemiş olacak ki, herkesin duyacağı şekilde küçümser bir tavırla:
– Bize bu sübyan mı ders verecek, diye söylendi.
Arkasından bir grup daha içeriye girdi. O da ne? Mahpuslar gruplar halinde salonu doldurmağa başladılar. Salonun dolmaya başladığını gören Cemalov’un sevinciyle beraber heyecanı da artıyordu. Sekiz yüz kişilik salon kısa zamanda dolup taştı. Ama lakırdılar, laf atmalar ve “Bu süt çocuğu da kim?” gibi küçük düşürücü ifadeler duyulmaya devam etti. Cemalov bunları duydukça morali iyice bozuldu. Bu arada müdür de salona girdi, kalabalığı görünce gözlerine inanamadı. Hayretle elini havada döndürdükten sonra önde kendisi için ayrılan koltuğa oturdu.
Bu arada olabilecek bir karışıklığı önlemek için salona takviye gardiyanlar getirtilip yerleştirildi. Salona bir uğultu hâkim oldu. Tam bu esnada Nikolay (Abdülkerim) yerinden kalktı, ağır adımlarla sahneye doğru gitti.
Merdivenin üst basamağına adımını atıp da kalabalığa yüzünü döndüğünde, “Aaa, Cin Kole!” diyerek bütün salon birden sessizliğe gömüldü. Zira bu eski mafya liderine, bu efsanevi adama büyük saygıları vardı.
Resul Cemalov’un bozulan morali yerine geldi. Fakat heyecanı tam olarak yatışmış değildi. Çünkü böyle büyük bir kalabalığa ilk defa hitap edecekti. Nikolay, Cemalov’un yanındaki sandalyeye oturmasından sonra Cemalov’a başlamasını işaret etti. Cemalov, alışkanlık icabı derse besmele ile başladı. Besmelenin manasını Rusça ifade etse de kalabalık içinden biri ayağa kalktı:
– Ne demek bu, dedi. Cemalov telaşlandı. Zira gece tespit ettikleri sorular arasında bu yoktu.
– Eyvah, bunu hesap etmemiştik, şimdi ne yapacağım, diye düşünürken, yanı başında bir güven abidesi gibi oturan Nikolay Abdülkerim:
– Aç Birinci Söz’ü oku, dedi. O söylemese Birinci Söz belki de heyecandan aklına gelmeyecekti.
Cemalov, Birinci Söz’ü okumaya başladı. Fakat bir yandan da aklı hep adamdaydı.
– Acaba cevabı tatminkâr bulup yerine oturacak mı, yoksa çıkıp gidecek miydi?
Birinci Söz bitti ve adam yerine oturdu. Resul Cemalov derin bir nefes aldı. Zira çok önemli bir engeli atlatmıştı.
Moral bozukluğunu ve heyecanını atan Cemalov, artık derse iyice konsantre oldu, salona hakimiyeti arttı.
Bir müddet sonra, birisi daha parmak kaldırdı. Bir soru yöneltti. Bu soru gece Nikolay’ın (Abdülkerim’in) işaretlediği soruydu. Cemalov bu defa rahattı, çünkü ne cevap vereceğini biliyordu. Sorunun cevabını tane tane açıkladı. Açıklama sona erince adam tasdik eden bir el işareti ile yerine oturdu.
Bu soru cevap sahneleri tekrarlandıkça ders hararetlendi. Salona manevî bir hava geldi. Enteresan olan, Abdülkerim’in “Bu soru gelebilir” diye işaret ettiği bütün soruların çıkmış olmasıydı. Soru ve cevaplar güvenlerini artırdığı gibi derse olan dikkati de artırdı. Ders başlayalı bir buçuk saat olmasına rağmen, sanki birkaç dakika olmuş gibi salondan kimse çıkmak istemiyordu. Resul derse son verecek oldu. O esnada müdür oturduğu yerden kalkarak;
– Devam et, kardeşim, dedi.
Derse bu derece alaka olacağını kimse beklememişti. Müdürün devam et demesi ve salondakilerin dinleme istekleri üzerine ders bir saat daha devam etti. İki buçuk saatlik süre sonunda herkes manevî bir temizlikten geçmiş halde tarif edilmez bir huzur hissetti. Mahpusların çoğu takdir ve tebriklerini bildirmek için Nikolay’la Cemalov’un başına toplandı. O sırada müdür kendilerini odasında bekliyordu.
Müdür, derse gösterilen bu alakadan son derece memnundu. Tebrikleşmenin ardından sonra birlikte müdürün odasına girdiler. Müdür kendilerini ayakta karşıladı:
– Kardeşim bu kitaplar neymiş böyle? Bunlardan bana da verin. Bunları hem okuyacağım, hem de yakınlarıma okutacağım, dedi.
Yanlarında bulunan İngilizce Lem’alar’ı müdüre hediye ettiler. Merakla kitabı eline alıp göz gezdirirken, birden:
– Arkadaşlar, aklıma başka bir şey daha geldi. Bu kitapları kasetlere okusanız da bütün hapishaneye dinletsek, olmaz mı?
Hizmet için tetikte bekleyen Nikolay, bu teklifi adeta havada kaptı.
– Tamam, müdür bey, merak etme, onu olmuş bil! Kahvelerini içtikten sonra Nikolay, Cemalov’a,
– Haydi, gidiyoruz, dedi ve hapishaneden ayrıldılar. Otomobille şehrin merkezine doğru yol alırken Cemalov, nereye gittiklerini sordu. Nikolay, muhteşem bir tevekkül tavrıyla cevap verdi:
– Nereye gittiğimizi bilmiyorum. Ama Allah’ın bize göstereceği bir yer olacağına inanıyorum!
Ruslan Cemalov, halis niyetle giriştiği her gayrette kerametkârane hallerle karşılaşıyordu. Bu adamın ihlâsına hayran kaldı. Ve hizmeti ilmin değil, İhlasın yaptığına bir kere daha kanaat getirdi.
devam edecek…