Baharın Zamanı Geldi…

Her mevsim, yeni bir dönemin, yeniliklerin, inkılapların başlangıcı ve sonudur. Kışın şiddetli soğuğu, fırtınası, karı, yağmuru altında, bahar ve yaz mevsiminin bitki ve çiçeklerinin tebessümü saklıdır. Karakış, Aralık, Ocak, Şubat yerini: Mart, Nisan, Mayıs tatlı ve ılık bir bahara bırakıyor… Dünya değişiyor, alem başkalaşıyor, kainat bayrama hazırlanıyor. Kardelen çiçekleri beyaz yorganlarının altından başlarını çıkarmış, etrafa sıcak gülücükler dağıtıyorlar. Baharın gelmesiyle, rengârenk güller, nazenin çiçekler, ağaçlar, otlar, bin bir türlü böcekler geliyor, kainat şenleniyor. Baharın zamanı geldi. Yeryüzü rengârenk elbiselerini giyiyorlar.

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Bu her sene gözümüz önünde cereyan ediyor. Bahar, yeryüzünün dirilme mevsimidir. O mevsimin gelmesi için yerkürenin aylarca güneş etrafında dönmesi gerekiyor. Yeryüzünü dirilten bir rahmet ve kudret, onda serilmiş olan bitkilerde de kendini gösteriyor. Yeryüzü her bahar yeniden dirilir; baharlar hiç ara vermeden yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşır; fakat bütün bu olup bitenlerden kimsenin kulağına bir çıtırtı bile ulaşmaz. Ağaçlar, çiçekler, sarmaşıklar, otlar… Sonbahar, kış, ilkbahar, yaz mevsimlerinde derin hayat dersleri alırız bu sessiz ve yeşil dostlarımızdan…

Baharın zamanı geldi. Bahar bir davetiyedir. Devamlı bir üst modeli çıkan telefonun kamerasına, özelliklerine  hayret eden insan, Yaratıcının sana hediye ettiği ve dünya kadar servetin olsa bu serveti vererek alamayacağın gözlerinle  baharı temaşaya davet ediliyorsun. Gözlerini son model telefonlara bakmaktan kaldır. İbretle bahar sayfalarını seyret. Bak, ölümünden sonra bitkiler, ağaçlar nasıl diriliyor. Tefekkür et. Bahar mevsimi tefekkür zamanıdır.

Sarı bir çiçekte bir bahar kadar güzellik görüp bir cennet kadar mana okuyan Bediüzzaman’nın tefekkürüne kulak verelim: “Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir. Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmânî hey’âtını aldı. İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Her bir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde, bütün eşyayı kendi Hàlıkına isnad eder, kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.” (Sözler)

Bedîüzzaman, yeşil ve sesiz dostlarıyla iç içe yaşamış ve kırlarda gezmiştir. Dağlara ve ağaçlara karşı ihtimam, sevgi göstermiştir. Barla’da kaldığı evinin önündeki Ulu Çınar bunların başında gelir. Bu çınara , “çınar kardeşim” diye hitap etmiştir. Bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmediğini ifade etmiştir. Bediüzzaman, yeryüzünde yazılan, bahar sayfasında teşhir edilen rahmet ve hikmetin mucizeli eserlerini, ağaçlar ve bitkilerdeki, hayvanlardaki, insanın cephesindeki, denizlerdeki, gökyüzündeki, İlâhî sanatın harikalarını, simalarında parıldayan tevhid mühürlerini bakarak okurdu. Bediüzzaman’ın binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı tevhid delillerinin tercümesinden başka bir şey değildir.

Bak, Güz mevsiminde dökülen yapraklar bahar mevsiminde yeniden yaratılıyorlar. Yine bir önceki yılın çiçekleri ve meyveleri de, ağaçtan kopup gittikleri halde yerlerine yeni çiçekler açıyor ve başka meyveler boy gösteriyorlar. İşte bir bahar mevsiminde haşrin ve dirilmenin böyle sayısız denecek kadar çok örneklerini yeryüzünde sergileyen bir kudret, kâinatın meyvesi olan insanları da ölümlerinden sonra diriltecektir.

“Ve bahar mevsiminde, haşr-i a’zamın yüzbin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icat ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip, “Amel defterleri açıldığında,” Tekvir Sûresi, 81:10. âyetinin bir misalini gösteriyorlar.” (Asa-yı Musa)

Baharın gelmesiyle ağaçlar baştan ayağa beyaz, pembe, yeşil ve eflatun rengi gelinliğini giyer ve aylarca sürecek bayramda resmi geçit yaparlar. Meyveler olgunlaşmaya başlar, Her bir ağaç, latif elleri olan dallarıyla çeşit çeşit, en tatlı, en sanatlı meyveleri bizler takdim ederler İhtiyaçlarımız bahar vagonuyla bize takdim edilir.. Kışın iskelet halindeki odun parçalarından nasıl oldu da yapraklar yeşerdi, çiçekler açtı, meyveler ortaya çıktı ve bitkiler alemi yeniden dirilmeye başladı?

“Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüz bin nevi et’ime (yenecek şeyler) ve levazımat, kemâl-i intizamla yüklenip zihayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe bir Rahmân-ı Rahîmin gayet müşfikane ve mürebbiyâne bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu ispat eder. (Şualar, Ayet-ül Kübra) “

Her bir çiçek çeşidi, her bir ağaç bir kelimedir. Çiçeklerin üzerinde yeşerdiği tepeler, ovalar satırlardır. Su, toprak ve diğer unsurlar kelimelerin, üzerine yazıldığı sayfalardır. Bu kainat bir kitaptır. Okunması için bir Katip tarafından yazılmıştır. Dinin ilk emri de oku değil midir? Ancak biz bu okumayı yalnız matbu kitap okumakla sınırlı sanmışız.

Yeryüzü, kainat kitabının bir tek sayfası, bahar mevsimi ise bir formasıdır. Her ilkbaharda üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar halinde bitkiler ve hayvanlar birbiri içinde hatasız, yanlışsız, karıştırmadan, şaşırmadan mükemmel ve muntazam bir tarzda yazılır. Bazen ağaç gibi bir kelimede bir kaside, çekirdek gibi bir noktada kitabın tam fihristesini yazan bir kalem olduğunu gözümüzle görürüz. İşte bu kainat kitabı çok anlamlı ve her kelimesi hikmetli büyük bir kitap olarak yazılmıştır. Kainat kitabının yazarı, ağaçların programlarını çekirdeklerinde ve insanların geçmişini hafızalarında yanlış yapmadan yazmıştır. O’nun ilmi sonsuz olup her yazılmış varlığa çok hikmetler koymuştur.

“Mabud-u Bilhak, uluhiyetini ve mabudiyetini göstermek için, kainatı bir kitap ve bir mescid mahiyetinde yaratmıştır. Öyle harika bir kitaptır ki, her sayfasında binlerce kitap yazılmış, her satırında binlerce sayfalar gizli. Yeryüzü bir sayfadır; içinde bitkiler ve hayvanların nevleri sayısınca kitaplar yazılmıştır. Hatta, noktaları hükmünde olan tohumlarda ve çekirdeklerde ağaçlar sayısınca kitaplar ince kalemlerle yazılmıştır.(Şualar) ”

Baharın gelmesiyle toprağın bağrından sadece bitki ve ağaçlar çıkmaz. Hayat ve ruh taşıyan milyonlarca tür böcekler, karıncalar ve kurtçuklar dünyaya teker teker teşrif ederler. Cansız, ruhsuz o kupkuru toprak hiçbir becerisi, kabiliyeti olmadığı halde hayat fışkırır. Sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı, renkli, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir.

Ölü, şuursuz kara topraktan nimetler fışkırıyor. Bağlar bahçeler yeşeriyor. Dağlara ovalara rengarenk desenli halılar seriliyor. Kupkuru bir daldan en şık ambalajlarda, tatlı meyveler süzülüyor. Bahar sayfalarında otlar, ağaçlar, güller, papatyalar, menekşeler, laleler patlıyor. İstanbul’un her yerinde laleler resmi geçit yapıyorlar. Bu resmi geçit, Emirgan parkında zirveye ulaşıyor. 10. İstanbul Lale Festivali, 11 Nisan 2015 Emirgan Korusu Etkinlikleri ile başladı, 3 Mayısa kadar sürecek. 2005 yılında “Lale Evine Dönüyor” anlayışıyla başlatılan etkinliğin 10. yılında İstanbul’un her köşesinde açan laleler baharın müjdecisi olarak şehrin birçok noktasında rengarenk açarak, Peygamberimiz (sav)’in müjdesine nail olan İstanbul’un güzelliğine güzellik katıyorlar. Sultanahmet Meydanı, farklı bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin on yıldır lale festivaliyle taçlandırdığı İstanbul, 545 bin canlı lalenin oluşturduğu 1262 metrekarelik halıyla bir dünya rekoruna ev sahipliği yapıyor. Dünyada ilk defa bu kadar çok canlı su içindeki lalelerle dokunan halı, şehrin tarihi meydanında muhteşem bir motif oluşturdu. Dünyanın en büyük canlı lale halısı olma özelliğini taşıyan motif benzerlerinden farklı olarak 10 gün boyunca görselliğini koruyacak. Kainat kitabının bahar sayfası Yüce Sanatkârın en güzel tablolarıyla süsleniyorlar. İstanbul’da ve baharın yaşandığı her yerde, kendi dilleriyle bizlere sesleniyorlar : “Bize bakın”  “Bizi seyredin”  “Yaratıcımızın ne kadar yüce bir  Sanatkâr olduğunu anlayın”  “Ona itaat edin”  diyorlar.

Senelik haşir meydanı olan bahar mevsimi Cenab-ı Allah’ın Hafiz isminin azami tecellilerine mazhardır. Yer altında defnedilen tohumlar İsrafil’in (a.s.) sûr üflemesini hatırlatan gök gürültüleri ile uykularından uyandırılmaktadırlar. Birbirine benzeyen ve karma karışık bir vaziyette toprak altında bulunan tohumların süratle, hatasız olarak ve kolay bir tarzda canlanmaları fevkalade bir muhafazanın varlığını göstermektedir. Demek ki; “Her bir tohum, ism-i Hafiz’in cilvesiyle ve ihsanıyla, ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.” (Lemalar)

Havanın, suyun, toprağın gerisinde gizli bir el, bir kalem-i kudret işlemektedir. Evimizdeki saksıda ve dünyanın her yerinde yetişen çiçekleri, bitkileri, ağaçları, atlas ve kadife gibi kumaşlar benzeri yaprakları toprağa hamletmek ya da toprakta gizli bir fabrikanın ürünleri olduğunu düşünmek akıl ve mantık denen özelliklerle ne derece bağdaşır? Gerek hayvanların ve bitkilerin tohumlarını, gerekse yumur­taları meydana getiren temel maddeler aynıdır. Hepsinde, oksi­jen, hidrojen, karbon ve azot karışımı vardır. Hava, su, ısı ve ışık da, basit, şuursuz, sel gibi akan, kimse ile tanışıp konuşmayan maddelerdir. Eğer, çiçekler için saksılık vazifesini yerine getiren bir kase toprak Kadir-i Ezelîye verilmezse, o çiçeklerin yetişmesi için o toprağın içerisinde dünyadaki bütün matbaalar ve fabri­kalar adedince tezgahlar bulunması gerekir.

“Toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mîzanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünkü bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. ”  (Mesnev-i Nuriye, Dördüncü Lem’a)

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Kışın ölmüş olan yeryüzünü dirilten elbette Allah’tır. Başka hiçbir şey veya tesadüf bunu yapamaz. Baharın yeryüzünü diriltmeye gücü yeten Allah, elbette haşrin baharında insanları, kıyametle ölmüş olan kainatı da diriltir.

Bediüzzaman’nın Haşir Risalesini yazmasına sebep olan ayetlerden birisinde Allah, dünyada öldükten sonra diriltilmenin değişik boyutlarına dikkat çekiyor ve öldükten sonra diriltilmeyi insan aklına yaklaştırmaya çalışıyor: “Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum Sûresi, 30/50) Bakara suresinde ise bu ayetin biraz daha açıldığını ve somutlaştırıldığını görüyoruz. Burada Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde düşünen bir topluluk için pek çok hikmetler olduğuna dikkat çekiliyor. “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayarak denizde akıp giden o gemilerde, O’nun (Allah’ın) gökten su indirip böylece onunla, ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde, orada bütün hayvanlardan yaymasında, rüzgârların (değişik yönlerden) esmesinde ve yerle gök arasında musahhar (emre amade) kılınmış bulutlarda, akıl eden kavim için mutlaka âyetler (deliller) vardır. ” (Bakara: 2/164.)

Gözümüzle görüyoruz, Cenab-ı Allah cansız elementler halinde iken hayat verip dirilttiği, bütün bitkileri ve bazı hayvanları kış mevsiminde öldürüp baharda toprağın altında tohumlar çürürken tekrar dirilttiği gibi insanı da öldükten sonra tekrar diriltecektir. Bediüzzaman, bu gerçeğe bir de şu şekilde işaret ediyor: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulunmasını kıyas edemeyip, istib’ad ediyorsunuz. (akıldan uzak görüyorsunuz.) Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı, zannedersiniz?” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

Bu ifadelerde kainat bir ağaca, insan ise meyvesine benzetiliyor. Ağaca önem veren bir zat, onun meyvesini daha çok önemseyecektir. O meyveyi de öldükten sonra, yani toprağa düşüp maddi varlığı çürüdükten sonra tekrar diriltecektir. Çünkü, gözümüzle görüyoruz bütün dirilmeler, çürüdükten sonra oluyor. Her bahar mevsimi haşr-i cismaninin binlerce delillerini biz şuur sahibi insanlara okutuyor.

İnsan halifeyi zemindir. Kainat insan için yaratılmıştır, her şey ona hizmet ediyor, her şey onun emrindedir.İnsan için bu kadar masraf yapılmış. Bu demektir ki insan öldüğün zaman yok olmayacaktır. Geçici olarak toprak altında bekletilecek sonra tekrar diriltilecektir. Tıpkı bir tohum gibi… En basit hayat tabakasından olan bir bitki bile yok olmak, unutulmak ve çürüyüp kaybolmak için bu alemde var değildir. Ölümle maddi yapısını kaybediyor olsa bile, hafızalarda ve tohumlarda daimi bir vücudu kazanmaktadır. Çekirdek, tohum toprak altında iyice çürüdükten sonra filiz verir. İnsan o tohumdan daha ehven daha kalitesiz değildir.

Hafta sonları kırlara, tarlalara, dağlara çıkalım, şehirlerde parkları gezelim. Kainat kitabının bahar sayfasını okuyalım. Sayfayı okurken baktıklarımızı görelim…“Şimdi Allah’ın şu rahmet eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl hayata kavuşturuyor (diriltiyor). Şüphe yok ki, O, ölüleri elbette ihya edicidir (diriltecektir). Ve O, her şeye (her şey üzerine ziyadesiyle) kadirdir.” (Rum Sûresi, 30/50) Kainatın Efendisi, Efendimiz (s.a.v)’in şu hadisini de hatırlayalım: “Baharı gördüğünüz vakit, insanların kabirlerinden çıkıp mahşere geleceğini hatırlayın.”


Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: