Bediüzzaman da dünyaya ‘alıcı gözüyle’ bakardı

Dünyamın tepetakla olmasının getirdiği panik duygusundan kurtulur kurtulmaz ve aramızdaki bu istenmeyen misafiri kabullenir kabullenmez, kendimi yepyeni bir dönemecin başında buldum. Onlarca yıldır, yetkin, güçlü, güvenli olmanın verdiği gururu bir kenara bırakıp sorumluluklarımın bir kısmını başkalarıyla paylaşarak hayatın sadece vermekten ibaret olmadığını öğrendim.” Deborah Hutton, Bir Kanser Hastasından Yakınları İçin 75 Faydalı Öneri‘den.

Muhtemelen daha evvel de yazdım. Fakat bu dişimin kestiği öyle güzel bir şeker ki bitmiyor, gitmiyor, balı dilimi terketmiyor. O yüzden tekrar tekrar meşgul olmak ihtiyacı hissediyorum. “Nedir ki acep bunca mübalağa ile hayran olduğun ey ifratkâr çocuk?” derseniz hemen döküleyim: Acz/fakr mesleğidir. Böyle söyleyince heyecan vermedi belki. Nihayetinde mezkûr kelimeler zamanın ‘Marvel karakteri olmayı arzulayan’ bireyine çok da albenili gelmiyorlar. Tersi bir istikameti gösteriyorlar.

Bense ‘acz/fakr mesleğini’ bu sıralar daha zengin anlamaya çalışıyorum. Bence bu meslek hayata ‘hep alan el olduğunuz’ bir düzlemde bakmaya çalışmaktır. Evet. Buraya da şuradan geldim arkadaşım: “Veren el, alan elden üstündür!” buyuran Aleyhissalatuvesselamın sadece ‘sadaka alma/verme ahlakına’ yönelik bir nasihatte bulunmadığını düşünmeye başladım. Hayır. Daha da üstünde birşeydi söylenen. İçimizin yasasıydı. Gönlümüzün dengesiydi. Üst olanın ‘kendisini ne olarak vehmederek’ üst olduğunu; altta kalanınsa ‘kendisini ne olarak görerek’ altta kaldığını haber veriyordu sanki ‘habercilerin en güzeli’ Aleyhissalatuvesselam.

Yani: Size birşeyler verdiğini düşündüğünüz kişi sizin üstünüzdür. Üstünüz olduğunu düşünürsünüz kalbinizin/aklınızın bir köşesinde. Sizden birşeyler alan kişiyse altınızda gibi gelir. Ona da astınız olarak muamele edersiniz yine bilincinizin/şuurunuzun bir yerinde. O yüzden derim ki: ‘Acz/fakr mesleğinde’ ilerlemenin yolu, Allahu’l-a’lem, ancak şeylerle olabildiğince ‘alan el’ konumunda muhatap olmaktır. Bunu mahlukattan dilenme şeklinde düşünmeyin. Çünkü acz/fakr mesleğinin öyle anlaşılmasının yanlışlığını mürşidim bizzat kendisi beyan ediyor:

Sakın yanlış anlama, Allah’a karşı fakrını hissedip, yalvarmak demektir. Yoksa, fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak demek değildir.” Ama, kaçırmayalım arkadaşım, hemen öncesinde şunu da söylüyor: “(…) bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin misafirine, fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştihâ sûretini alır. İştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler.

Peki ‘fakrın tezyidi’ nasıl olur? Bir insan şu anki halinden daha aciz/fakir mi olmalıdır Allah’a yaklaşmak için? Sahip olduğu imkanları mı terketmelidir? Halbuki mürşidim modern medeniyeti de; “Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş…” diyerek eleştirmektedir. O halde buradaki ‘fakrın ziyadeleşmesi’ meselesi bir ihtiyaç artımından ziyade şuur işidir. Allah’a ne denli muhtaç olduğunu anlama meselesidir.

Elhamdülillah. Buraya kadar geldik. Bir adım ötesine de gidelim: İnsan Allah’a muhtaçlığını nasıl ‘daha fazla’ anlar? Nasıl böylesi bir mecrada arttırım sağlayabilir? Zaten başlarken herşeyin Allah’ın ona bir bağışı olduğunu kabul etmemiş midir? (Tevhid buna denmez mi?) Daha fazla neye iman edebilir ki aczini/fakrını bu yolla ziyadeleştirsin?

İşte, tam da bu mertebede Vahidiyet’ten Ehadiyet’e geçiş, gaibane muhatabiyetten hazırane muhatabiyete atlayış, malikiyevmiddin’den indinessıratalmustakim’e yapılan sıçrama sorularımıza cevap da oluyor. Çünkü Bediüzzaman, Mesnevî’sinin başında, ‘amiyane tevhid’ ve ‘hakiki tevhid’ ayrımını buna benzer bir şekilde yapıyor:

Birisi âmiyâne tevhiddir ki; ‘Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür…’ der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakikî tevhiddir ki ‘Allah birdir, mülk Onundur, vücut Onundur, herşey Onundur…’ der; lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.

Yani, hakikî tevhidi yaşamak, sadece “Herşeyi Allah yarattı!” fikrine ulaşmak değildir. Ya? ‘Huzurî bir tevhid melekesi’ ile ‘varlığın sana yazılmış mektuplar haline geldiği’ bir düzlemde, herşeyin aslında sana mesaj olduğunu ve hiçbir zaman mesaj veren olamayacağını anlamandır. Bu anlayışı geliştirdikçe geliştirirsin kendini acz/fakr mesleğinde. Her bağışın sana yapılan bir bağıştır. Her verişin sana yapılmış bir veriştir.

Bediüzzaman; Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz…” derken de bunu ders verir; “Hem deme ki, ‘Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi…” derken de bunu söyler; “Mesela, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenab-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş…” derken de bunu anlatır; “Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur’âniyenin lemeâtındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur’ân’ındır… derken de bunu nasihat eder ve hakeza. Hangisine baksanız Bediüzzaman’ın dünyaya ‘alan el’ olarak baktığını ve hiçbir zaman kendisini ‘veren el’ gibi görmediğini görürsünüz.

Şimdi buradan alıp kendi hayatlarımıza dönelim. Bir sadaka veriyoruz, bir muhtacın başını okşuyoruz, birisine tebessüm ediyoruz, bir namaz kılıyoruz, bir yazı yazıyoruz vs. Acaba bütün bunları yaparken kendimizi ne olarak görüyoruz? Alan el mi? Veren el mi? Bence vereceğimiz cevap bu meslekte ne kadar ilerde olduğumuzu da gösterecek. Cevabımızı ararken mürşidimin şu cümlesini de hatırda tutalım arkadaşım: “Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır.

Mesela ben kendime döneyim hemen: Bu yazıyı yazmakla size birşey bahşettiğimi ve yüce ilmimden(!) faydalandırdığımı mı düşünüyorum, yoksa yazmak-duyurmak-paylaşmak aşkı kalbime düşürülerek aslında Allah’ın ‘kalemle öğrettiğine’ mi şükrediyorum?

Bu da benim işin neresinde olduğumu öğretecek bana. Eğer size, bu yazıyı yazmakla bir bağış yaptığımı düşünüyorsam, kendimi veren el kıldım, üst saydım, aczim ve fakrım yara aldı, kibrim yükseldi, risk altındayım, ‘dalâlet ve evhamın taarruzu’na kapı açtımAma eğer aslında bu yazıyı yazmakla Allah’ın ‘bir işe yaramamı’ sağladığını düşünmüşsem ve bir işe yaramamı sağladığı için ona şükretmişsem, hem tehlikesi gitti, hem de ne güzel, belki kardeşinize dua edeceksiniz. İki yerden kazancım var.

Ancak dedim ya: Mesele varlığa alan el olarak bakmakta. Hep talebe kalmakta. Hep aç durmakta. İhlas da burada gizli. Tevazu da. Bu bir tasannu değil. Olduğumuz şey bu zaten. (Tevazu da ‘vazedildiği gibi olmak’ demek değil midir?) Ne biliyorsun: Belki senin sadakan değil de sadaka verebileceğin muhtacın karşına çıkarılması sana verilmiş bir sadakadır? En nihayetinde fikir eteğimizi topladığımız cümle şöyle: “(…) senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabt edip, Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar.” Amenna. Nihayetinde sen sadece bir kulsun. Allah odur. Ve “Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var!

Ahmet Ay / hicbisey.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: