Bediüzzaman Hatasız Mıydı?

Daha evvel de hakkında yazdığımı anımsıyorum. Fakat dönüp dönüp tekrar önüme çıktığı için bir yazı daha yazsam israf olmaz zannederim. Doğrudan konuya girelim: Bediüzzaman hatasız mıdır? Elcevap: Hayır. Bu, kendisinin bizzat yaptığı tashihatla ve yine ‘ismet sahibi olmadığının özellikle altını çizdiği’ beyanlarıyla sabittir. Hepsini buraya almayacağım. Mürşidimin hayatını dahi Eski Said ve Yeni Said diye ikiye ayırdığı hatırlanırsa, özeleştiri mahiyetindeki ifadelerin ne denli çok olduğu tahmin edilir. İki örnek verip geçeceğim: 1) Kastamonu Lahikası’nda Münazarat’ta yaptığı iki tesbite yönelik düzeltmesi. 2) Şualar’ın sonunda ebced/cifr hesaplarına dair yaptığı hataları (hesap hatalarını) ilave metinlerle düzeltmesi. (Yaptığı hataları ve düzeltmeleri beraberce okuyabiliyorsunuz. Böyle de hataları konusunda rahat bir müellif.) Buna benzer başka düzeltmeleri de var. Fakat dediğim gibi: Yazıyı uzatmamak için alıntılamıyorum. Bunun dışında yine kendisinin ve sözlerinin de sınanmasını salık verdiği beyanları var. Mihenge vurulmayı talep ettiği yerler var. Bunlar her Nur talebesinin malumu şeyler.

“Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü… Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki: Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz. Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil… Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.”

Peki, bu temcid pilavı gibi soru cümlesi neden dönüp dönüp bizi buluyor: “Bediüzzaman hatasız mı?” Bunun sebebi bence şu: Bu cümleyle kastedilen benim yukarıda bahsettiğim şey değil. Kastedilen ismetsizlik olsa, zaten Nur talebelerinin buna bir itirazları yok ve olamaz da. Onlar da Bediüzzaman’ın bir peygamber olmadığını gayet net biliyorlar. (Aa, şaşırdınız mı? Altta yatan şüpheyi açık ettim sanırım.) Zaten bunu bilmeseler müslüman kalamazlar. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra peygamber gelmeyeceğini, geldiğini veya olduğunu savunan herkesin cehennem ehli olacağını her mümin gibi Nur talebeleri de biliyorlar. İtikatlarının ehl-i sünnet itikadından hiçbir farkı yok. Sadece bu meselede değil, her meselede. Nur talebeleri, bu bilginin dostlarımızı şaşırtmadığını umuyorum, ehl-i sünnet itikadına sahiptir. Sanıyorum ehl-i sünnet müdafileri de bizi şu saate kadar tekfir etmediler. Edildikse de haberimiz yok. (Mustafa İslamoğlu bile ‘hemen’ demedi mesela, yüz sene zaman verdi.)

Bu ‘Bediüzzaman hatasızdı/değildi’ muhabbetinin yaslandığı şey, Bediüzzaman’ın bir işte, bir fiilde, bir amelde, her insanın yapabileceği şekilde, bir hataya düştüğü/düşebileceği manası değil. Öyle olsa zaten sorun yok. Pek güzel anlaşabiliriz. Çünkü hemfikiriz. Bu sorunun altında yatan mana aslında şu: Bediüzzaman ısrarla bir yanlışı takip eder miydi? Veyahut biraz daha sertçe yüzleşelim: Bediüzzaman, ehl-i sünnet itikadına uymayan bir sapkınlığı ömrü boyunca savunmuş muydu? Soruyu bu şekilde, aslında onunla kastedilen şey halinde karşımıza alınca, Nur talebelerinin böylesi muhabbetler esnasında neden gerginleştikleri de daha net anlaşılıyor. Çünkü itham edildikleri şeyin her kulun maruz kaldığı/kalabileceği bir hataya düşme, sürçme değil; bir ‘hatada ısrar etme’ hatta ‘hatayı ekole dönüştürme’ yani bir nevi sapkınlık suçlaması olduğunu ferasetleriyle (gerçi gayet açık ama) hissediyorlar.

Şimdi, soruyla böyle yüzleşilince cevabımız ikileşiyor. Başa dönelim: Bediüzzaman ismet sahibi miydi? Cevabımız: Hayır. Bediüzzaman hata yapmış mıdır? Cevabımız: Evet. Peki, Bediüzzaman, itikadî/amelî bir yanlışı bütün ömrü boyunca onu takip eder şekilde, savunur şekilde, doğru bilir bir şekilde yaşamış mıdır? İşte kavgamızın düğüm noktasına geldik:

Hayır! Yüzbin kere hayır! Onun takipçileri olarak buna inanmıyoruz. Tarihçe-i hayatı ve eserleri içinde gördüğümüz istikamet bizi bu noktada ondan emin kılıyor. Hem o bizim fikrinden emin olduğumuz mürşidimizdir. Ve talebeliğin en temel hassalarından birisi, kendisinin de neredeyse her mektubunun başında altını çizdiği gibi, sadakattir. Mürşidine sadakat göstermektir. Bunu körükörüne bir itaat olarak algılamayın lütfen. Zira Kur’an bize şöyle emrediyor: “Sâdıklardan iseniz delil getirin!” Ve biz de mürşidimiz bildiğimiz Bediüzzaman’a sadakatimizi ‘delil getirerek’ ve ‘onun getirdiği deliller üzerine çalışarak’ koruyoruz. Yani bu noktada hiçkimsenin Nur talebelerine şöyle deme hakkı yok: “Mürşidinizin fikrine delil bulmaya, savunmaya çalışıyorsunuz. Demek ki onun ismet sahibi olduğunu düşünüyorsunuz!” Kusura bakılmasın ama, bu telden bağlama çalmaya devam edersek neredeyse her mürşidin takipçileri bahsettiğiniz dalalete düşmüş sayılır. Hatta İmam-ı Azam (r.a.) karşı yapılan eleştirilere karşı onun savunmasını yapan İmam Yusuf (r.a.) bile. Hatta ona cevabî bir metin kaleme alan İmam-ı Şafii (r.a.) bile. Şunu söylemek istiyorum: Hangi ekolün müntesibi yoktur ki, mürşidinin çizgisini savunmasın ve hakkı olarak ona delil getirmeye gayret etmesin? Ehl-i sünnet içre (hatta dışındakilerin bile) her ekol sahibinin en tabii hakkını Nur talebelerinin elinden almak mıdır objektif olmak? Hakkı olan savunmayı yapmak mıdır Bediüzzaman’ı günahsız/ismet sahibi saymak?

Yazıyı uzatacak ama, meseleyi hemen ebced/cifir meselesine de bağlamak istiyorum. Çünkü girdiğim bütün tartışmalarda kuyrukları neredeyse birbirine bağlı iki meseledir bunlar. “Bediüzzaman hatasız mıydı?” sualinin arkasını biraz kovalarsanız ilk varacağı yer ebced/cifr meselesidir. Bu bahsin bir diğer enteresan yanı: Nureddin Yıldız Hoca gibi ehl-i sünnet müdafilerinin (Allah ondan razı olsun) ve Mustafa İslamoğlu gibi modernist/ehl-i bid’a fikir erbabının (Allah onu ıslah etsin) beraberce Nurculara hücum ettikleri bir yanının olmasıdır. Yani ne onlar severler bu meselede Nurcuları, ne ötekiler. Gerçi Mustafa İslamoğlu, son kitabında bu meseleden hareketle Bediüzzaman’a kahin/falcı gibi yakıştırmalar yaparak bir boy fark atmış olsa da Nurcuların tek tarafa değil, iki tarafa birden çizgisini savunması şart gibi görünüyor. Tabii bu noktada agresif müdafaa bazıları için doğru, bazıları için yanlış. İnsaflı ulema ile konuşurken bu üslûp çok çok çok yanlış. Fakat mezkûr muterizimiz laftan anlamaz bir papağansa alttan almanın da bir gereği yok. Nihayetinde durduğu yerden emin olmayanın burda durmasına da bir gerek yok.

Bir kere zaten ebced/cifr gibi keşfe dair meselelerin ümmetin tamamını bağlayıcı bir yanının olmadığını akılda tutmak gerek. Yani bir âlimin keşfine, ancak o âlime itimadınız va sadakatiniz varsa tâbi olabilirsiniz. Risale-i Nur’u doğru dürüst okumamış, Bediüzzaman’a hiçbir intisabı yok, belki yalnız muhabbeti var; böyle bir insanın kafasına vurur gibi bu konulardan bahsetmek yanlıştır. İnanmasını dayatmak daha daha yanlıştır. Bediüzzaman dahi bu konuyla ilgili eserlerini önceleri mahrem tutmuş, sonraları talebelerine (en haslarından başlayarak) okutmuştur. Bu hiyerarşiyi görmez gibi, daha dün daireye girmiş/girmemiş birisiyle ebced/cifr kavgasına girilmez. Doğruluğu dayatılmaz. Çünkü ilgili yerlerde Bediüzzaman’ın defalarca ve defalarca altını çizdiği birşeydir: Bu onun kanaatidir. Kanaate itiraz edilmez. (Kur’an ve sünnetle çelişmediği sürece.) Keşfin böyle bir yanı vardır. Nitekim Ebubekir Sifil Hoca da ebced/cifr konulu bir yazısında (Hikemiyât isimli eserinde) şöyle der:

“Bununla birlikte Allah’ın veli kullarının, geçmiş ve geleceğin gaybı hakkında keşfî bilgi edinmesinin her zaman mümkün ve vaki olduğuna inancımız da tamdır. Ancak Ehl-i Sünnet âlimleri, böyle bilginin bile diğer insanları bağlayıcı kesin bir delil olmadığını ve onu elde edenin de, diğer dinî delillerle çatışmaması şartıyla onunla amel edebileceğini söylemişken; cifr gibi kesinliği hakkında elimizde herhangi bir dinî delil bulunmayan bir uğraş sonucu elde edilen bilgilerin dinî herhangi bir değer taşımadığını akıldan çıkarmamak gerekir.”

Ben bu duruşu, Nureddin Yıldız Hoca’nın duruşundan daha istikametli buluyorum. Birşeyin yokluğuna hükmetmenin ‘O ilim hakkında Kur’an ve hadiste delil yok’ denilerek yapılamayacağına kaniyim. (Kur’an ve sünnette ‘Bu yoktur!’ kesin emri varsa, o başka. Ki ebced/cifr meselesinde bize ulaşan böyle bir nehiy yok diye biliyorum.) Fakat bu ilim sonucu elde edilen bilginin de ümmete boyun eğdirici/bağlayıcı bir yapısının olmadığını en az Ebubekir Sifil Hoca kadar savunuyorum. Çünkü isbatı bu kaynaklar üzerinden yapılamamaktadır. En nihayet; bu, Nur talebelerinin mahrem bir meselesidir. Bediüzzaman’a muhabbet ve intisab miktarınca kanaat getirilecek birşeydir. Bediüzzaman, bu hesapları açıkladığı eserleri boyunca bu sırrın altını çizmiştir. Kendisine katılmayanlardan beklediği saygıdır. Bu hesabı daha önce kullanan tasavvuf büyüklerine, mesela İbn-i Arabî (k.s.) veya Necmeddin-i Kübra’ya (k.s.) gösterilen saygıyı bekler sadece. Hatta benzer itirazları dillendiren bir seyyid muhterem âlime verdiği cevap titreticidir:

“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübrâ, Muhyiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak.”

İşte arkadaşlar… Herhalde buraya kadar meseleyi anladınız. Bediüzzaman’ın hataları her insan gibi olabilir, ama o bir ehl-i sünnet âlimi olarak asla ve asla kastettiğiniz türden itikadî bir sapmanın devamlı bir takipçisi olmamıştır. (Bence eteklerine bile değmemiştir.) İctihadı farklı olabilir. Yorumu farklı olabilir. Ehl-i sünnet içre şıklardan sizin pek beğenmediğiniz bir tanesini seçmiş olabilir. Fakat ben damarlarıma, hücrelerime ve genlerime kadar iman ediyorum ki: Onun arkasında durduğu herşeyin ehl-i sünnet içre bir açıklaması vardır. Bu noktada Nur talebelerine düşen, gelenekle bağlarını kavileştirip Üstadlarının ömrünün vefa etmediği, bizzat muhatap olup cevap vermenin nasip olmadığı meselelerde deliller bulmak/üretmektir. Sâdıklardan olmanın isbatı budur. Lahikalar bizden aziz ve sıddık, yani izzetle ve sadakatle davasını savunur Nur talebeleri olmamızı bekliyor.

Ahmet Ay

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: