Bediüzzaman’a Göre Mehdi Ve Mehdi’nin Vazifeleri

Evvela, şunu ifade edelim ki, Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasik-i Gaybiye ve Beşinci Şua adlı eserleri, 1935 yılından beri, ulem-i su’ grubunun hücumuna uğramıştır. Mustafa Kemal ve onula beraber yürüyen bazı şeyhler, Tevfik Gerçeker ve Dr. Lütfi Doğan ve Ali Bardakoğlu gibi bazı Diyanet İşleri Başkanları ve nihayet Prof. Neş’et Çağatay, Neda Armaner gibi bazı Kemalist ilahiyatçılar, Nurla bu iki Risale yüzünden hücum eylemişlerdir. Bugün de 22. Ekim 2016 tarihinde ‘Beklenen Kurtarıcı İnancı’ sempozyumunda ve 28. Ekim 2016 tarihli DİYANET tarafından cuma hutbesinde dile getirilen açık ve gizli ithamlar, bu hiyanetin devamıdır.

Mehdi meselesi her zaman Müslümanların zihnini meşgul etmiştir. Özellikle Nur talebelerinin bu meselede Hadis ve başta Bediüzzaman olmak üzere ehl-i sünnet âlimlerinden taviz vermemelerini; bu konuyla alakalı aşağılık kompleksine hizmet adına taviz vermemelerini ve hatta Nurlar’daki izahları, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve benzeri Nur muhaliflerine karşı kahramanca açıklayan Bediüzzaman’ın takip etmelerini önemsiyorum. Aksi takdirde Nurlara hıyanet olacağını unutmamalıdırlar. Mehdiyyet ile alakalı ve Mehdinin vazifelerini ilgilendiren Bedîüzzaman’ın ifadelerinden bazı örnekler verelim ve bu müesseyi, Bediüzzaman’ın nasıl yorumladığını ve tamamen sahih hadislere dayalı bir müessese olduğunu açıkladığını, anlarlarsa ulema-i su’ insanlara da duyuralım:

“Ümmetin beklediği ahir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en bûyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikiyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle; O en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risâle-i Nur da görmüşler. İmam-i Ali (R.A) ve Gavs-i A’zam (K. S) ve Osman-ı Halidi (R.A) gibi zatlar, bu nokta içindir ki; o gelecek zatın makamını, Risâle-i Nur’un şahs-i manevisinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen de o şahs-i maneviyî bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar.

Bu hakikattan anlaşılıyor ki: Sonra gelecek o mübarek zat, Risâle-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbik edecek…
O zatın ikinci vazifesi: Şerî’atı icrâ ve tatbik etmektir:

Birinci vazife, maddî kuvvete değil, belki kuvvetli i’tikad ve ihlâs ve sadakatla olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyyet lâzım ki; O ikinci vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi: Hilâfet-i İslâmiye’yi ittihad-i İslâm’a bina ederek, İsevî ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslâm’a hizmet etmektir.
Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir…

Birinci vazife, o iki vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci ve üçüncü vazifeler, pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve âvamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.

İşte, o hâs Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardaşlarımızın tabire ve te’vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyâseti telâşa verir ve vermiş… Hücumlarına vesile olur. Çünki birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.

Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yalnış olur. Hem hiç bir şeye alet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir. Avam-i mü’minînin nazarında hakikatların küvveti bir derece noksanlaşır. Yakiniyet-i burhaniye dahi kazayay-i makbuledeki zann-i galiba inkılâb eder. Daha muannid dalâlete ve mütemerrid zendekaya tam galebesi mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyâset evhama ve bir kısım hocalar i’tiraza başlar. Onun için Nurlar’a o ismi vermek münasib görülmüyor. Belki “Müceddiddir, onun pişdarıdır” denilebilir.
Elbaki Hüvelbaki kardeşiniz Said-i Nursî.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, c. I, sh. 9-10).

MEHDİ VEYA MEHDİLER KONUSUNDAKİ İZAHLARI VE FETÖ GİBİLERİN BEDİÜZZAMAN’IN İKAZLARINA AYKIRI İDDİALARI

Bediüzzaman Hazretleri, mehdi veya 14 asır içinde mehdi manasındaki manevî şahsiyetlerini geleceğini, sahih hadislere dayanarak açıklarken, mehdilik manasını Adnan Oktar ve Haydar Baş yahut Fetö gibi siyasi gayeyle kullanacaklara da işaret etmektedir. Bu noktadan şu cümleleri aslından okumak görevimizdir:

Mehdi yahut Mehdiler

“Ahir zamandaki büyük Mehdi’den başka çok mehdiler gelmiş, geçmiş diye Risâle-i Nur ispat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geliyor.

Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli unvanlar şahıslara verilmez. Hem Risâle-i Nur’a da, siyâset manasını taşıyan o unvanı vermemek münasibtir. Müceddidiyet kâfidir.

Gerçi hakikat noktasında ahir zamanda gelecek büyük mehdi, siyâseti tam dindar İseviler’e bırakıp yalnız İslâmiyet hakikatlarını ispata, izhara, icraya çalışır. Bu nokta-i nazardan; Risâle-i Nur o zat-i mübarekin veyahut onun cema’at-i nuraniyesinin şahs-i manevisinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-i imaniyenin isbat ve neşrini tam yapıyor… Fakat bu evhamlı ve bahâneler arayan ve her şeyi siyâset noktasında düşünen adamlara karşı bu Mehdî unvanını Risâle-i Nur’a vermek, Risâle-i Nur’un ihlâs sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olmaz.

Evet, Risâle-i Nur’daki ihlâs, yüzde doksan ihtimal ile de olsa, o makama talib olmamaklığı iktiza ediyor. Çünki küçük bir memuriyet veyahut zâbit olmak gibi bir makamı düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor, onu maksad yapıp ona çalışıyor, ihlâsı kaybeder. Uhrevî amellerini ona basamak yapar, bütün bütün yanlış olur. İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve me’muriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak, bütün harekâtını, hatta uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden, hakikat-i ihlâsı bozar. Eğer öyle bir makam verilse de, ihsan-i ilahî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmezse daha iyidir. ve bilhassa efkâr-i ammede siyâsetçilik ve hâkimiyet manası bu Mehdî unvanında bulunduğu ve geçmiş bazı mehdi misal halifeler o gibi hadislerin bir mâsadakı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyâsete her şeyi feda eden insanlar nazarına karşı, Risâle-i Nur mesleğindeki ihlâs böyle şeyleri aramaz.

Yalnız bu kadar var ki; şâkirtleri tam i’timad ve kat’î yakinlerini takviye için harikulâde bir surette hem Risâle-i Nur’un şahs-i manevisinin, hatta tercümanının pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünki eskiden beri Üstâdlarına karşı ziyade hüsn ü zan kabul edilmiş. Hatta Kur’ân’dan ve hadisden sonra, en mühim hüccet-i imaniye Risâle-i Nur’dur diyebilirler..” (Emirdağ Lâhikası, Gayr-ı Münteşir.)

MEHDİ’NİN ÜÇ VAZİFESİ VE FETÖ’NÜN İKİNCİ VAZİFEYİ BEN YAPIYORUM DİYE SAHİPLENMESİ

Bedîüzzaman’ın Hz. Mehdi ve vazifeleri ile alakalı Nur talebelerine gönderdiği 27 Kasım 1947 tarihli mektubunu naklederken Fetö ve benzeri sahte mehdilerin bu vazifelerden son ikisine talip olduklarını hatırlatmak isteriz:

Mehdinin Üç Vazifesi

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cema’atinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cem’iyeti ve seyyidler cema’ati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişâr etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.

Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve Şerî’at-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhâssa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.

Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise; manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risâle-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın bir kısmı, kerâmet-i gaybiyelerinde Risâle-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:
Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyâsette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyâset manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir, belki bir şan şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi ünvanını almamışlar. “ (Emirdağ Lâhikası 1, sh. 265 vd.)

NETİCE

İşte, Bedîüzzaman’ın bu mevzudaki görüşleri böyle… Bu mevzu, Mektûbât Mecmuası Birinci Mektup, Onbeşinci Mektup ve Yirmidokuzuncu Mektub’da da ana hatlarıyla ve sebeb ve hikmetleriyle beyân edilmiştir. Fakat Mektûbât’taki izahlar, küllî kaideler hâlindedir. Lâhika mektuplarında ise, o küllî hakikatların şerhleri yapılmıştır. Bu yüzden Mektûbât’takileri buraya dercetmeye lüzum görmedik.

Bedîüzzaman neyi söylüyorsa ve neyi yazıyorsa, Kur’ân’ın işârâtından ve hadislerin ilhamlarından alıp söyler. Âhir zaman Mehdisi hakkında vürûd eden çok çeşit ve şekillerdeki pek çok hadislerin mecmuunun gösterdiği manayı ve dünyada Allah’ın hikmet kanunlarının işleyiş ve hikmetli nizamından aldığı hakikat dersiyle beraber; kalb ve ruhuna o iki kaynağın mertebe-i arşiyelerinden küllî şekilde ilham olunan manalarının ışığı altında ve onu hiçbir zaman aldatmamış hakikatlı hatırât ve sünûhâtın parıltıları ortasında kaleme almış olduğu gerçeklerin ta kendisidir diyebiliriz. Öyle ise, onun sadece mücerred aklî bir görüşü, mantıkî bir yorumu değildir.

Bedîüzzaman, Mehdî hakikatının izahına, Kastamonu’da dört beş defa Emirdağ’ında da bir o kadar defalar müteveccih olmuştur. Aynı manada fakat bazı lafızlar değişikliği ile ve “Üç Vazife” hakikatlarının taksimatında, sadece bir yerde lafız değişikliğiyle beraber, aynı hakikatı, her zaman aynı üslûb içerisinde yazmıştır. Ve bu meselenin siyâsete, hatta manevî siyâsete temas eden yönünün fıtrî seyri dışındaki zoraki ve ihlâssızca olan tarzının Nur talebeleri için kapalı olduğunu ve fakat vazifeleri sadece “Birinci Vazife”nin hizmet ve mükellefiyetleriyle muvazzaf bulunduklarını te’vil götürmez sarahat içinde beyân buyurmuştur. (Badıllı, Bedîüzzaman Said-i Nursî, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, c. II, sh. 1444; Akgündüz, Bediüzzaman Said Nursi, c. III. 276-283).

Hürmetlerimle.

Prof.Dr. Ahmet Akgündüz