Bediüzzaman’da Ne Alâyiş, Ne Nümayiş Sadece Hak!

Bahadıroğlu, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin “Hicaz’da olsam Türkiye’ye dönerdim” dediğini hatırlattı

Akit’teki yazısında Bediüzzaman Hazretlerinin gördüğü baskıyı anlatan Bahadıroğlu, “Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…” dedi.

Yazısı şöyle:

“İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya(Türkiye’ye) gelmek lâzımdı; çünkü en ziyâde burada ihtiyaç var”(Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)”.

Bediüzzaman’ı Şeyh Said Olayı bahanesiyle önce Erzurum, İstanbul, nihayet Burdur’a sürüldü (1925)…

Yetmedi, büsbütün yalnızlaştırmak amacıyla 1926 Mart’ında Barla’ya sürdüler. Sürgün yerini zindana çevirmek için de zalim bir Nahiye Müdürü ile ihbarcı bir muallim tayin ettiler…

Evi gözetleniyor, ona selam verenler kelepçeleniyor, yatsıdan sonra ışığı yanan evler basılıp “Risale yazıp yazmadıkları” araştırılıyordu…

Baskılar zamanla o dereceye vardı ki, Bediüzzaman, 1934 yazında Isparta’daki talebelerinden Tenekeci Mehmed Abi’ye şu mealde bir mektup gönderdi:

“Kardeşim, ben burada muallim ve nahiye müdürünün ezasına tahammül edemez hale geldim. Beni çok rahatsız ediyorlar. Kırlara da çıkamaz oldum. Rutubetli odada kabirde yaşar gibi yaşıyorum.”

Mehmed Abi, mektubu alır almaz Isparta Valisi Mehmet Fevzi Daldal’a götürdü. O da üstlerine bildirdi. Zamanın hükümeti, Bediüzzaman’ın Barlagibi gözden ırak bir yerde tutulmasından, göz önünde tutulmasının daha doğru olacağını düşünüp, 25 Temmuz 1934 tarihinde Isparta’ya aldırdı…

Fakat zulüm bitmemişti: 1935 Mayıs’ında, yine bir bahane ile gözaltına alınıp Eskişehir Cezaevi’ne atıldı. Bu gözaltı için İçişler Bakanı Şükrü Kayaile Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı Ankara’dan Isparta’ya gelip harekâtı bizzat yönettiler…

Bediüzzaman ellerini kelepçeye uzatırken, tepeden tırnağa kadar silahlı askerlere hayretle bakıyor ve komutana şöyle diyordu:

“Bu kadar alayişe ne lüzum vardı? Bir asker gönderseniz, arkasından gelirdim.”

“Dâhile kılıç çekilmez” diyen, talebelerine sürekli olarak “Müspet hareket” ve “meşruiyet” telkin eden insandı.

“Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. insanlık seciyelerini ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seviyesine indirir” diyordu.

Eskişehir Cezaevi’nden çıkar çıkmaz da (27 Mart 1936) Kastamonu’ya sürgün edilip polis karakolunun karşısında bir eve yerleştirildi.

Kastamonu’da sekiz yıl kaldıktan sonra, 1943’de 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevkedildi.

Derken, 1948 Ocak ayında, ülkenin çeşitli yerlerinden toplanmış ellidört talebesiyle birlikte Afyon’da tutuklandı. Bu işlem için çevre illerden askeri birlikler getirilmiş, dağ-taş çepe çevre sarılmıştı…

Yer Denizli Ağır ceza Mahkemesi…

Savcının dudaklarında öteden beri yapılan isnad ve iftiralar yuvarlanıyor: “Siyasetle meşgul oluyor muşsunuz?”

Bu ithama Bediüzzaman’ın cevabı şöyledir: “Hey bedbahtlar! Risale-i Nur… emniyeti, asayişi, hürriyeti, adaleti sağlar… Bana vereceğiniz en ağır cezaya da beş para vermem. Hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş yaşındayım. Mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehitlik mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Bizim gibiler için ölüm bir terhis tezkeresidir. Sonu idam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî saâdetin ve rahmetin anahtarı olur…” 

“…Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz senedir çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun! Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü ithamlarla mahküm etmek isteyenlerin hepsine hakkımı helâl ettim…”

Ne alâyiş, ne nümayiş; sadece Hak ve hakikat…

“1946’dan sonra hiç demokrasi olmadı” diyen Sayın Kılıçdaroğlu, sanırım 1946 öncesinde yapılan antidemokratik zulüm ve baskılardan (demokrasilerde zaten bunlar olmaz) haberi yok…

Ayrıca “CHP dönemi şimdikinden daha iyiydi” diyenler de ya öfkelerini konuşturuyorlar, ya da “zulüm” ve “baskı”nın ne olduğunu bilmiyorlar.