Bediüzzaman’ın On Dokuzuncu Söz, Birinci Reşha’da güzel bir tespiti var: “Rabb’imizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitab-ı kâinattır, birisi şu kitab-ı kebirin ayet-i kübrası olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’dır, biri de Kur’an-ı Azimüşşan’dır. Şimdi, şu ikinci burhan-ı natıkı olan Hatemü’l-Enbiya Aleyhissalatü Vesselam’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz. Evet, o burhanın şahs-ı manevisine bak: Sath-ı arz bir mescit, Mekke bir mihrap, Medine bir minber…”
Bu tespit, Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin (a.s.m.) bütün yaptığı işleri içine alan muhteşem bir tespittir.
Hayatında Peygamberin hayatını eritmiş
Bediüzzaman’ın hayatında Peygamberimizin hayatı eritilmiştir. Bir gün kullandığı bir ilacı alması için talebesine 100 kuruş vermiş. Hap gelmiş, içmiş ama yutamamış, geri çıkarmış. Talebesi hapı tekrar vermiş, onu da yutamamış. Üç defa aynı hapı yutamayınca, “Oğlum, bunu kaça aldın sen?” diye sorunca çocuk, “110 kuruş olmuş efendim!” demiş.
Bediüzzaman 100 kuruş vermiş, 10 kuruş da talebe cebinden katmış ilacın parasına… 110 kuruş olduğunu duyunca cebinden 10 kuruşu çıkaracak, “Al oğlum!” demiş, 10 kuruşu vermiş, ondan sonra “Bismillah!” diyerek hapı yutabilmiştir.
Burada Resulullah Efendimizin –ganimet dağıtılırken– torunu Hz. Hasan’la arasında geçen olayı hatırlamakta fayda var:
Hz. Hasan (r.a.) beş yaşında çocuk. Bir ganimet dağıtılmaktadır. Efendimiz bir şeylerle meşgulken bir tane hurmayı ağzına atmış. Resulullah koşmuş, Hz. Hasan hurmayı çiğneyecekken şehadet parmağıyla ağzından hurmayı çıkararak, “Zekât malı bize haramdır!” demiş.
Helal ve haram noktasında bir hurmanın hesabını yapan Hz. Muhammed Mustafa’yı, 10 kuruşun hesabını yapan Bediüzzaman, varlığında eritmiştir. Resulullah’ın hayatını hayatına yansıtmıştır.
Bediüzzaman’ın hayvanlara merhametini düşününüz: Erek Dağı’nda bir gün bir küp kavurma gelir. Talebeler kavurmayı azar azar yemek için muhafaza altına alırlar. Ancak bir köpek gelir, kavurmaları yer. Bunun üzerine talebeler köpeği yakalayıp cezalandırmak isterler. Bunu fark eden Bediüzzaman, talebelerini toplayarak, “Siz aç kalsanız, küpün içinde kavurma görseniz, yasak olduğunu bilseniz, acınızdan öleceksiniz; o kavurmayı yemez misiniz?” diye sorar. Talebeler “Yeriz efendim!” diye cevap verince, “Sizin aklınız var, dininiz var, şeriatınız var… Siz yiyorsunuz da, onun ne aklı var, ne dini var, ne vicdanı var, bu köpektir, bunun yediği her şey ona helaldir. Dolayısıyla o hayvanı dövmeye kalkmanız garip değil mi? Dövmeyin! Hakkınızı helal edin, köpeğin gıybetini de yapmayın” diye nasihatte bulunur.
Bediüzzaman bir köpeğe merhamet etmiş, bir köpeğin dövülmemesi onun gündeminde bir madde olmuş…
Allah Resulü bir gün Medine’deydi. Bir deve, Resulullah’ın önünden geçerken durdu. Resulullah’a döndü. Gözünden yaş akan deve, Efendimize bir şeyler anlatıyordu inleyerek… Kendi diliyle deve inim inim inliyordu. Allah Resulü (a.s.m.), belki Bedir Savaşı’nda yanında savaşmış bu adamı yanına çağırdı, “Gel buraya!” dedi: “Senin şu hayvanın, seni bana şikâyet ediyor! Utanmıyor musun, hiç mi mahcup olmuyorsun, hiç mi için sızlamıyor buna bu kadar yük yüklemeye? Sen ona çok ağır yük yüklüyormuşsun, sonra dövüyormuşsun, sonra aç bırakıyormuşsun.”
Bir devenin iniltisi için sahabeyi azarlayan bir peygamber, Hz. Muhammed Mustafa!
Büyüklerin hayatı, Peygamberimizin hayatına benzer. Çünkü onların öğretmeni odur. Onlar, Allah Resulü, Kâinatın Sultanı, Nebiyy-i Zîşan Efendimizi hayatlarında eritmişlerdir.
Peygamberin gözünün nuru
Bediüzzaman’ın gönderildiği ilk sürgünde hava çok soğuk. Başına diktikleri asker çocuk tir tir titriyor. “Sen uyu oğlum” demiş gece olunca… Yolculuk uzun, Trabzon’a gidilecektir Van’dan… Orada 20 gün kalıp oradan Barla’ya kadar uzayacak yolculuk başlayacaktır. 1925’in Şubat ayı.
Asker geceyi şöyle anlatıyor: “Çekine çekine uyudum. Gece bir an ses duydum; bir tıkırtı… Kalktım ki, lambayı yakmış, buz gibi arazinin yüzünde de çadır falan yok, her taraf kar. Bediüzzaman elinde lamba ve su dolu ibrikle gitti. Abdestini aldı geldi. Öyle uzun bir namaz kıldı ki! ‘Allahu ekber!’ dediğinde yer gök sallanıyor zannettim.”
Allah Resulü’nün “gözümün nuru” dediği namaz, hayatının değişmeyen omurgası, dinin direği namaz. İşte Bediüzzaman, Peygamberi böylesine hayatına rehber edinmiş…
Peygamberi şiir gibi anlatmış
Bediüzzaman, “Asr-ı Saadet’e, Ceziretü’l-Arab’a gideriz” diyor İkinci Reşha’da… “Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü siret ve cemal-i suret ile mümtaz bir zatı görüyoruz ki, elinde mu’ciznüma bir kitap, lisanında hakaik-aşina bir hitap, bütün benî Âdem’e, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor.”
Peygamber ancak bu kadar, şiir gibi anlatılır!
Bediüzzaman, Barla’ya son defa gitmiş, vedalaşıyor âdeta. Resulullah Efendimiz de son günlerinde Medine’yi gezmiş, Uhud’a gitmiş, Kuba’ya gitmiş… Bir gece Cennetü’l-Bâkî’yi gezmiş Allah Resulü, sahabeyle beraber hatırası olan yerlere oturmuş. Her şeyle veda etmiş âdeta.
Sıla-i rahim, Allah Resulü’nün hayatında terk etmediği bir güzel ahlâk.
Ümmü Eymen’in evine giderdi Allah Resulu. Yaşlı kadın… Peygamber Efendimiz ziyaret ederdi. O, sıla-i rahim için yapardı. Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebubekir (r.a.) Efendilerimiz de aynı şeyi yapınca dediler ki: “Resulullah ziyaret ederdi, onun için geldik. Ümmü Eymen niye ağlıyorsun? Aradan kaç gün geçti; üç günden fazla yas tutulmaz, bilmiyor musun? Niye ağlıyorsun?” deyince, “Ben Resulullah’ın vefatına ağlamıyorum ki!” dedi, “Gökten semalardan vahiy kesildi, Kur’an inmiyor artık; ben ona ağlıyorum!”
Sıla-i rahim, Efendimizin hayatı…
Bediüzzaman, son kez gelmiş Barla’ya. Barla sokaklarında yürürken bir yerde durmuş. Kapıya bakmış, paslı bir kilit. Kapı yıllardır açılmamış. Mustafa Çavuş’un kapısı. Üstad’ın has talebelerinden ve ilk talebelerinden…. Üstad’ın içine sanki hançer saplanmış, dönmüş, “Mustafa Çavuş?” demiş. Oradakiler “Vefat etti!” deyince, Hz. Üstad’ın gözlerinden yaşlar boşalmış.
Peygamber’in vefasını bedeninde eritmiş.
Sarığına el uzatan Ankara valisine, “Benim başımdakiyle uğraşma, başından bulursun!” demiş. Hz. Muhammed Mustafa’nın bir sünneti için asla taviz vermemiş.
Bediüzzaman, Tiflis’i seyrederken “Ne yapıyorsun?” diye soran Rus askerine “Kuracağım medresemin planını yapıyorum” demiş. Bediüzzaman, “Delirdin mi sen! Burası Tiflis. Sen Bitlislisin. Bilmez misin, buralar bizimdir. Hem İslam dünyasının hâline bak. Önce siz gidin kendinizi kurtarın” diyen Rus askerine şu cevabı verir: “Bilmez misin Tiflis’le Bitlis kardeştir.” Sonra diyecek ki: “Sen bizi perişan mı görürsün öyle! Hindistan Müslümanlarının o hâline bakıp da perişan mı görürsün? Onlar İslam’ın en zeki çocukları; şimdi İngiltere’ye tahsile gittiler, bir gün gelecekler.”
Bediüzzaman, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) Mekke’yi Medine’ye kardeş yaptığı gibi kardeş yapmış Bitlis’e Tiflis’i.
Hendekten sıçrayan kıvılcımdan İstanbul’un fethini gören Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.m.) baktığı yerden bakmak… “Yemen sizin olacak” diyen, hendek kazıp düşmanın şerrinden kurtulmak isteyen bir ordunun komutanı Hz. Muhammed Mustafa, Selman’ın elinden aldığı balyozu vurduğu yerden çıkan ışık İran’a doğru gidince “Lâ ilâhe illâllah!” deyip “İran sizin olacak” diyecek.
İşte bir insan Hz. Muhammed’i hayatına hayat yaparsa yaptığı her işte O’ndan bir iz taşır… Tıpkı Bediüzzaman gibi…
Ömer Döngeloğlu / Moral Dünyası Dergisi