Bedîüzzamân’ın Tefekkür Sahasından Mesajlar!

Küfrün ve zulümatın en kesafetlisi şimalden dünyaya yayıldığı bir zamanda,  Bitlis’in Hizan ilçe ve çevre köylerde dini tedrisatın membaı olan medreselerde ilim ve irfan eğitimi veriliyordu.  Adeta Camiü’l-Ezher üniversitesi gibi âlem-i islâm’a manevi hava saçarak bir hava-i nesim gibi mü’minlerin beden ve gönülleri cezb ve celb ediyordu.

Böyle yüksek fikir ve ilmin membaından elbette yüksek şahsiyetlerin de çıkması lazımdır. İşte beklenilen ahir zamanın müceddidi Said Nursi hazretleri bu mümbit mekânda, Nurs köyünde 1878’in ilkbaharın ilk ayında dünyaya gelir. Yaşı ve bedeni küçük ama ruhu büyük olan Said, daha iki yaşında iken ilahî sanatı annesinin kucağında müşahede eder, zamanın bediî olmaya namzet olur.

Bediüzzaman’dan, Rahmetli Mustafa Sungur ağabey şöyle nakleder:

Mustafa Sungur: “1950 senelerinden sonraydı. Isparta’da Üstad’ın hizmetinde bulunduğumuz zaman, bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü ve ‘İki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yapraklarıyla, şimdi seyrettiğim ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahî sanatı müşahede etmekteyim’ diyerek bir hatırasını anlatıyordu.”

Bediüzzaman burada önemli iki hususu vurgulamaktadır, biri: “Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakinen görüyorum 1, sözleri ile anne Nuriye hanımın şefkatini hayatın bir esasi olarak görmüş. Zaten Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” esasları üzerine kurulmuştur. Bunlardan en mühimi de şefkattir.

Bir diğer husus ise: Nurs köyünde ki ağaçların yaprakları ile Isparta’da ki ağaçların yaprakları mekân farkı gözetmeksizin bir kudretin sanatı olduğu cihetle, Vahdetin ispatını vurgulamıştır.

Bediüzzaman,  annesinden şefkat ve merhamet dersi aldığı gibi babasından da nizam ve intizam dersi almıştır. Said Nursi hazretlerinin üstün seciye ve nezaketini gösteren bir hadise şöyle cereyan eder:

Bediüzzaman, Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı günlerdi. Bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini söylediler. Kapıya giden Bediüzzaman, bekleyen babasıydı, bir merkeple Nurs’tan Van’a oğlunu görmeye gelmişti.

Babasının elini öptükten sonra konağa alır. Sofi Mirza, Bediüzzaman’a “Benim, senin baban olduğumu kimseye söyleme” der.

Konakta Vali ve şehrin ileri gelenleri de bulunduğu bir ortamda Sofi Mirza (r.h.) utanarak kapının eşiğine yakın oturur.

Bediüzzaman, iftiharla “İşte bu zat benim babam ‘Sofi Mirza’dir.” babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa’nın yanındaki sedire oturttur. İşte babasından aldığı nizam ve intizam dersi bu da insanlara güzel bir mesaj olsa gerek.

Bediüzzaman, ilim sahasında âlimlerin içerisinde ilmi rüştünü ispat ettiği gibi, harp sanatında da bir erkân-ı harp gibi,  gönüllü Alay komutanı olarak Ruslarla savaşmış, 31 Mart hadisesinde yatıştırıcı rol almış,  şarkta aşiretler arasında barışı sağlamaya ve asayişi temin etmeye çalışmış, insanlar arası diyalog, sosyal ve içtimai hayatın esaslarına rehberlik etmiştir. Buna rağmen bir ömür boyunca sürgün, mahkemeden- mahkemeyre sorgulamış ve hapislerle tecziye edilmiştir. Her şeye rağmen bu maneviyat kahramanı, gönüllerin dellâlı olmuştur.

İşte, babasından hikmet, nizam ve intizam dersi alan Bediüzzaman, şöyle diyor:

“…eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkımda acip hadiseler peder ve valideme ihbar ediliyordu. “ Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi” gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: “Mâşaallah! Oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki; herkes ondan bahsediyor.”

Validem ise, onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu.”2

Evet, “Zaman en büyük müfessirdir” diyen asrın dâhisi, zaman hem onu hem de babası Sofi Mirza’yı haklı çıkarmıştır.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnot:

1-Lem’alar, 24. Lam’a

2-Emirdağ lahikası,say.239

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: