Bidatlardan Uzak Durmak

Günahlı  Anlayış  Ve Yaşayışlardan

Dinde bir kaidedir ki; fitne zamanlarında ve fitne ihtimali karşısında ruhsat yolu daraltılır. Cemiyet hayatında diyanet kuvvetleşince de ruhsat yolunun tercihi kişilere bırakılır. Bu kaideyi Bediüzzaman Hazretleri vecize olarak şöyle kaydeder:«Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.» (H:130)

«Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.» (K:148)

Radyo, televizyon ve emsali araçlarla yapılan ifsadatın dehşeti:

«Birden ihtar edilen bir mes’ele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiat ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harab olmasına sebebiyet verir, diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddid esbabını gördük.

Ezcümle müteaddid vücuhundan radyomla anlaşıldı ki: O bir tek adam bir tek kelime ile, bir milyon kebairi birden işler ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günaha sokar. Evet küre-i havanın yüzbinler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü sena ile doldurmak lâzım gelirken, dalaletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye, o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden elbette tokat yiyecek. Nasılki havarik-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyeyi, bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarfedip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevi ve vahşi derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehennem’e gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet radyonun küllî nimetiyet ciheti, küllî bir şükür iktiza eder. Ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhatablarına birden yetiştirmek için, küllî yüzbin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’an’ı okumalıdır. Tâ o nimetin küllî şükrünü eda ve o nimeti idame etsin. Said Nursî» (Kastamonu Lâhikası sh: 71)

Dahilde çıkan sinsi fitneye ve münafıkların ifsa­datına karşı bir ikaz:

«Ey birader! Düşman hariçte olsa, insan, silâh­sız o düş­manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve gizlense, o vakit o düşmana karşı silâhlan­mak, zırh giy­mek ve gayet dikkat etmek, hem pek ciddi sebat etmek lâzımdır. Ta ki hayat-ı ebedî­sini hafi darbelerden kurtara­bilsin.

Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları seni al­datmasın. Şu zamanın gafil sarhoş­ları içinde seni, terk-i şeaire ve medeniyet-i dün­yaya davet edenlere de ki: “Hey sersem gafiller! Benim halim sizi din­lemeye müsait değil.» (Nurun İlk Kapısı sh: 143)

«İman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders ver­diği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kâ­inatın şe­hadetine istina­den kalben tasdik etmek ve elçi­leriyle gön­derdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhalefet et­tiği vakit, kalben tevbe ve  ne­damet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip is­tiğfar etmemek ve al­dırmamak, o iman­dan hissesi olma­dığına delildir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 203)

«Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, neşriyat-ı dini­yele­rinde ve ittibâ-ı sünnetteki ibadetlerinde ve iç­ti­nab-ı kebâirdeki takvâlarında, Kur’ân hesa­bına vazifedar sa­yılırlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 185)

«Yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur fa­kat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen gü­nahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şeha­detlik, dine zarar vere­cek bid’alara taraftar ol­maktır.» (Barla Lâhikası sh: 335)

«Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hiz­met ve takvâ ve içtinab-ı kebâir de­recesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük ka­zancı ka­çırmamak için, takvâda, ihlâsta, sa­da­katte çalış­mak gerektir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 96)

«Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniye ve fe­raize dik­kat ve büyük günahlardan çekinmek esastır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 241)

Alışkanlık haline getirilip bakılmasından sakınılmayan resimler için bir beyan:

«Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve su­kut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:

Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cena­zesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suret­lerine veyahut sağ ka­dınların küçük cena­zeleri hük­münde olan suretlerine hevesperve­râne bakmak, derin­den derine hissiyât-ı ul­viye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.» (Sözler sh: 410)

Yukarıdaki kısmen ve kısaca alınmış parça­ların sarih beyanları, Risale-i Nurda takva ve iç­tinab-ı kebair bir esas ve şart olduğunu gösterir.

İSLÂM KARDEŞLİĞİ  : MÜ’MİNLERE MUHABBET

«Benim mezhebim, muhabbete muhabbet et­mek­tir, hu­sumete husumet etmektir. Yani dünyada en sevdi­ğim şey muhab­bet ve en darıldığım şey de husu­met ve adâvettir.» (Münazarat sh: 77)

«Meselâ, mü’minler mâbeyninde husû­met ve adâ­vet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sıkıntı­larla boğa­cak bir azâb-ı vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissetti­rir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki, bir mü’min kardeşe adâvetim vak­tinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum şüphe bı­rak­mıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdır, çekti­rili­yor.» (Osmanlıca Lem’alar sh: 684)

Müslümanlar arasında tarafgirliğin olmaması bir esastır.

«MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâ­vete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, ha­kikatçe ve hikmetçe ve in­saniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve ha­yat-ı içti­maiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merdut­tur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşe­riye için zehir­dir.» (Mektubat sh: 262)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: