En Makbul Salavat, Musibet ve Nimet, Huzur-u Daimiye Dair Sorulara Cevaplar

Soru 1: En makbul, en güzel, en üstün, en mükemmel salavat hangisidir?

Cevap 1: Bu konunun net cevabı şudur: Senin ihlasla ve muhabbet dolu olarak getirdiğin her salavattır. Çünkü Büyük Cevşen’deki Delailü’n-Nur isimli kısımda farklı Allah dostları ve âlimlerin salavatları var. Bu durum gösterir ki her biri kendi Peygamberlere imanını o salavatta konuşturmuş. Demek belirli bir sınırlandırma yok. Senin dünyanda Allah Resulü ne ifade ediyorsa onu zikredip o şekilde Rabbü’l-Âlemîne yalvarıp onu şefaatçi kılabilirsin. Eğer net bir husus olsaydı hepsi ortak bir şeyleri seçerdi. Fakat bir prensip olarak diyebilirim ki, hadislerde tavsiye edilen salavat en makbulüdür. Çünkü onun kelimeleri kalb-i Muhammedî ve ruh-u Muhammedî’den (ASM) çıktıklarından daha feyizli ve daha nurludur. Onun kelimeleri bu açıdan daha kudsî ve makbul, daha ruhlu ve rızaya açıktır. Namazdaki Salli-Barik duaları, Efendimiz’in (ASM) sahabelere öğrettiği salavattır. Ki o salavat, Hud suresindeki bir ayete dayanır. Kelimeleri de benzer. O duanın sırlarını Üstad 6. Şua’da açmış. O sırlarıyla okursak daha etkili ve vurucu olur. Fakat özel tavsiyem 23. Söz’ün sonunda bir salavat var. Onun mealini oku, onu hissederek Allah’a dua et. Önemli bir salavat orası… Ayrıca 7. Söz’ün sonundaki dua da önemlidir. Bunun haricinde mealli Cevşen varsa Delailü’n-Nuru komple bir oku, sana sıcak gelen salavatı tercih edebilirsin. Salavat, zikr-i Resul’dür. Zikrullah Allah’a (CC) muhabbeti artırdığı gibi, salavat okumak da Peygamberimiz’e (ASM) muhabbeti artırır.

Soru 2: 28. Mektub 5. Risale olan 5. Mesele Şükür Risalesi. Burayı genişçe açar mısın? ızHamd ve şükürle alakalı hiçbir şey bilmiyorum. Daha önce derslere katıldığımdan aklımda tek tük bir şeyler var ama şükür en önemli konu, hamd da öyle. Genişçe açarsanız sevinirim.

Cevap 2: Şükür ve İktisad Risalelerinin bir açıdan şerhi konumunda olan ve Risale Haber sitesinde yayınladığım “ Hamd ve Şükür Ekonomisi ” isimli makale senin bu soruna yeterince cevap veriyor. O makaleyi sana cevap olarak gönderiyorum.

Soru 3: Lem’alar kitabından 2. Lem’anın Hatime kısmını açabilir misiniz?

Cevap 3: Bu bölümde Üstad şöyle demiş:

Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir. Güya insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.

Burada sistematik var. Bu sistematik 1. Söz’de de vardı: Acz-Kudret ve Fakr-Rahmet ilişkisi… Zaten ilk cümle böyle başlıyor: Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir… Bu cümlede altı çizilecek bir kelime var: Göstermek… Arkadaki cümlede de aynı ifadeye vurgu var: Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için… Üstad burada “ Her cemal ve kemal sahibi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca ” cümlesindeki “göstermek ister” kısmını açıyor. Musibetler celalini gösterir. Normal şartlarda Allah yaratıcılığıyla cemalini gösterir. Yaratmak bir nimettir. Nimet, cemaldendir; cemali gösterir. Musibetler ise celaldendir. Celali gösterir. Ayrıca musibetler varlık ve hayat nimetindeki cemal üzerine eklendiği için yeni bir boyut ortaya çıkar. Yani Allah musibetlerde cemale, celali ekler; bu durumda kemalini göstermiş olur. Yani Allah kemalini göstermek istediği zaman musibet gönderir, diye metnin içine girebiliriz.

Bir nesne bizim görüntümüzü alıyor ve bize geri gösteriyorsa ona ayna diyoruz. Ona baktığımızda kendimizi gördüğümüz gibi aynanın görüntüsünü aldığı başka şeyler varsa onları da bize gösterir. Bu bahiste Üstad insanın İlahi cemal ve celalin tecellilerini şuur sahibi diğer kullara göstermesi konusunu işliyor.

Diğer kural, nimete, şükredilir; musibete sabredilir. Nimetlere şükürle, musibetlere sabırla biz İlahi icraatlara aynalık ediyoruz. Musibetlerin genelde sebebi insanların hatası olduğu için İlahi gazabı da gösteriyoruz. Bu noktada Allah, hadsiz kudretini, musibetlerle; nihayetsiz rahmetini ise nimetlerle gösterir. Bize bu manada büyük potansiyeller vermiş. Eline kıymık batmasından bacağına bıçak saplanmasına kadar, gözüne toz kaçmasından beynine vesveseler girmesine kadar çok geniş yelpazede insan musibetlere giriftar olur. Nimetlerden istifadesi bu manada en cüz’iden en külliye kadar geniş çaplıdır.

Diğer kural musibetler, elem verir; nimetler ise lezzet verir. Bu noktada Üstad şöyle der: hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.

Günahların pis ve haram lezzetleriyle kirlenen, yaralandığı için hırçınlaşan fıtratları Cenab-ı Hakk elemlerin mukaddes eliyle temizler, ruhları cilalar, kalpleri tasfiye eder. Nefisleri tezkiye, benlikleri terbiye edip onlara haddini bildirir. Bu manada lezzetlerle şımaran fıtratları Allah elemler eliyle tokatlayarak terbiyeye alır. Musibetler Üstad’ın diğer bir yerdeki ifadesiyle bir “mekteb” dir. Musibet okulunda Allah insana bazı doğruları acı bir şekilde öğretir ve gösterir.

Dengesiz beslenmeyle beden sağlığını bozup hasta olana Allah Şafi isminin tecellisini gösterdiği gibi, Dârr (Zarar Veren) isminin tecellisini de gösterir. Zenginlikle şımaranları Müzill ( Alçaltan, Zillete düşüren ) ismiyle terbiye ettiği gibi elde ettiği ilmi kendi aklının ürünü görüp nankörlük yapanları Mudıll (Hakikatten saptıran) ismiyle cezalandırır. Bu şekilde sayısız yönlerden canlılar ve insanlar Allah’ın isimlerinin nakışlarını bizlere okutturan bir fabrika gibi çalışıyorlar.

“ o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. ”

Kâinattaki Levh-i Mahfuz, bizde “ hafıza gücü ” olmuş. Kainattaki Âlem-i Misal, bizde “hayal gücü” olmuş… Esmaü’l-Hüsna kainatta, vahidiyet şeklinde geniş çaplı görünürken insanda ehadiyet tarzında cüz’î surette görünür. İnsanda göz ve görmesi, kulak ve duyması, dil ve tatması, cilt ve dokunması gibi zahiri âletlerle bizdeki hayat dış dünyaya uzandığı gibi, bizdeki akıl fikriyle, kalb zikriyle, nefis şükrüyle yine dış dünyaya, geçmiş ve gelecek zamana, hatta fanilerden Baki’ye doğru bir yöneliş yaptırır. Bu maddi ve manevi cihaz ve aletlerin her birinin kendine has bir lezzeti var; yine kendine has bir elemi var. Kulak ağrısı, eklem ağrısı, diş ağrısı farklı farklı seviyelerde acılar… Buna mukabil, görmenin lezzeti, duymanın lezzeti, sevmenin lezzeti ve yemek yemenin lezzeti ve zevki de ayrı ayrı derecedeler…

Temel kural: Lezzete, şükredilir. Eleme (acıya) sabredilir. Bu hakikati şu hadis ifade eder:     “ Mü’minin haline şaşılır. Onun her işi hayırdır. Bu, mü’minden başkasına nasip olmaz. Çünkü ona bir nimet verildiğinde şükreder. Bu onun için bir hayır olur. Başına bir musibet geldiğinde de sabreder. Bu da kendisi için bir hayır olur.”[1]  Eğer lezzete şükredip musibete şikayet ederse, şükürde kazandıklarını şikayette kaybeder. Sabır bir ibadettir, fakat şikayet bir günah ve bir suçlamadır. “ Ben ne yaptım, ne ettim ki başıma bunlar geldi” şeklinde kendini aklayıp, hatalarını küçük görüp musibeti büyük göstererek Allah’ın hikmetine bir iftira atmaktır. Bu durumda Allah musibeti katmerlendirir. Ta ki acılar, insana çaresizliğini, hiçliğini hissettirsin. Bu manada kendi gücünün yetersizliğini hisseden, çaresizliğini gören kişi dikleşmeyi ve inadı bırakırsa Allah’a iltica eder. Onun şefkatine kavuşur. Dikleşmeye, firavunluğa devam ederse dünyası da Ahireti de sefil olur, külliyen kaybeder.

İnsan bulunduğu an itibariyle ya nimet içindedir, ya musibet içindedir. Bazen Allah musibet içinde kişiye Cennet gibi ortam yaratır; bazen de nimetleri onu sıkan bir zindana dönüştürür. Fakat genel durum itibariyle ilk ihtimal söz konusudur. Hayat temelde nimet Cennetidir. Musibet Cehennemi ara sıra uğrar, varlığını hissettirir.

İnsan musibet ve sabır, nimet ve şükür tezgahında gergef gibi işler. Kendi ömür halısını dokur. Hayat sahifesine şükür ve lezzetler ile hadiseleri, musibetleri, nimetleri kodlar. Aynı zamanda Levh-i Mahfuz’un küçük halleri olan Levh-i Misalî’de yani Alem-i Misal’in görüntü arşivlerinde kendi ömür hikayesini de 1001 renkli bir kalemle aynı anda yazar. Bu manada kendi ebedî senaryomuzu yazıyoruz. Bu film ebedî hayatta sonsuz yönleriyle izlenilecek ve izletilecek… Mutaffifîn suresine bakabilirsin.

Ömrümüz bu şekilde Esma-yı İlahiyeyi bildiren, gösteren bir ilannâme haline gelir. İlanname, devletin bir sırrı mahiyetinde olan bir meseleyi duyurmak için olduğu gibi, bir ihalenin şartlarını da içerir. Sırlar, ilan edilir, aleni hale getirilir. Bu manada ömrümüzün her anı ve yaşanan her lezzet ve acı da arka planda Esma-yı İlahiyeye hizmet eden ve isimlerin sırlarını gösteren bir tablodur. Bu tablolarla biz manevi İhaleye giriyoruz. Rıza ve beka pazarında Allah’ın rıza ve cemalini ebedî şekilde kazanmaya çalışıyoruz.

Aynı zamanda ömrümüz bir kaside-i manzume-i Sübhaniye haline geliyor. Kaside, Osmanlı döneminde yazılan gazel tarzı bir çeşit şiirdir. Padişahı, vezirleri ve benzeri devlet büyüklerini veya maneviyat büyüklerini övme niyetiyle yazılır. Mesela meşhur şairlerden biri olan Fuzulî “ Su Kasidesi ” isimi eserini Peygamberimiz (ASM) için yazmış. Sübhanî tabiri zaten işin içindeki ihtişamı ve celali ifade ediyor. Manzume, şiir demek… Bu manada insanın ömrü İlahi bir kaside haline gelir. İnsanın hayatındaki cemal, celal ve kemal ile Allah kendi kendini metheder, sena eder. Biz Onun bir şiiri ve kasidesi haline geliriz. Manzume ve şiirlerde, kafiye olduğu gibi, insan hayatında da aslında yaşananlar arasında benzerlikler, kafiyeler vardır. Çoğu zaman geçmişte yaşadığımız bir olayın benzerini yaşarız. Hatta bu devletler çapında da geçerlidir. Neden? Yaşanan hatadan ders alınmazsa Allah benzerini yaşatır ki insan uyansın. “Yahu ben bunu bir daha yaşamamış mıyım?” desin.

Soru 4: Lem’alardan 21. Lem’adaki 2. Sebep: İman-ı tahkikinin kuvvetiyle marifet-i Sani’i… diye devam ediyor. Burayı açar mısın? Derecâtın en ilerisi nasıl?

Cevap 4: Size gönderdiğim İhlas Risalesi okuma notlarında o kısmın izahı vardı. Oradan okuyabilirsiniz. Belki sizde o notlar şimdi yoktur veya başka birine vermişsinzdir diyerek oradan aktarıyorum. Orası yeterli derecede izah ediyor:

* İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle: Tahkik mesleğinde nur ve kuvvet vardır. Yani nur-u iman ve kuvvet-i iman gibi… Her hakikat, akla ve ruha, nur verir, kalbe ve hisse, kuvvet verir… ( İhlastaki nur ve kuvvetler için baş kısma bakılabilir. ) Nur ve kuvvet birleşmesi lazım ki iş yerini bulsun. Fikir hislere işlerse, o vakit tesirli olur. Tesir sahibi olmak, kuvvet ile olur. İman kuvvetli ise, kişi üzerinde etkisini gösterir. Yoksa kişinin sözleri ile fiilleri uyuşmaz. Asıl iş, hislere o imanı işlettirmektir. Bunun da yolu, kalbi çevreleyen ve kuşatan nefis kabuğunu kırmaktır. Bu da rabıta-yı mevt ile, riyazetle ( rabıta-yı mevt gibidir ), oruçla, teheccüdle oluyor.

* marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât: Lemeat, parıltılar demektir. Arapça’da güneşin ışığının ayna üzerinden bize yansıyan kırılmış haline, lem’a denilir. Lemeat ise, lem’anın çoğul halidir. Tahkikî iman, tefekkürle olur. Bu da Sâni-san’at-masnû üçlüsüyle zihnî bir sistem kurmakla olur. Kur’an diyor “ Allah’ın san’atı, hakikaten her şeyi çok kıymetli ve ehemmiyetli yapmakla tanınır. ” ( Neml, 88 ) Bu 3’lü bakış, mana-yı harfî ve tevhid bakışıdır. Yani sanatlı yapılmış her şey sanatkârının manevi cemal ve kemalini gösteren bir aynadır.

Buna misal olarak şöyle deriz: “ Selimiyeye gözünle bak, Sinan’ın cemal ve kemalini gör; Sinan’a fikir ve nazarınla bak, Allah’ın cemal ve kemalini gör! ” Bu şekilde yapılan bir tefekkür, insan kalbini Allah’ın tecellilerini alıcı kılar. Bu kalpteki tecelli, akla ve ruha nur verir. Güneşin ışığına, ziya; ay denilen aynadan gelen ışığa ise, nur denilir. Nur, lem’a gibidir. Bu noktada Allahu Teala, bir manevi güneş olarak onun ziyası, iman ile kalbin içine girer; kalb, Allah’a ayna olur. Sonra bu kalpteki cilveden, şuur-üstüne ve zihne, nur gider… Nura kavuşulunca ne olur?

Sahabeler sordular:

-“ İnsanın sadrı açılır mı, inşirah-ı sadr mümkün mü? ” Resulullah Aleyhissalatu Vesselam cevap verdi:

-“ Evet. ” Sordular:

-“ Nasıl ve ne ile açılır? ” Cevap verdi:

-“ Nur ile. ” Sordular:

-“Peki açıldığını, nura kavuştuğumuzu nereden bileceğiz? Nura kavuşan insanda neler olur? ” Cevap verdi Nur Nebi (AS):

Baki diyarı, fâni diyara tercih eder.

Hz. Ömer’e (Radıyallahu Anh) demiş ki: “ Bırak ya Ömer! Dünya onların olsun, Âhiret bizlerin. 

* lemeât ile bir nevi huzur kazanıp: Gaye, huzur kazanmak… Yani sebepleri aşıp, her şeyi Allah’tan görebilecek seviyeye yükselmek… Padişahları görebilmek, onunla görüşebilmek için sarayında iç içe perdeler, kademeler vardı. Aynı şekilde Ezel-Ebed Sultanı Allah ile görüşebilmek, her şeyi ve her işi Ondan görebilecek seviyeye çıkabilmek nefsaniyet ve enâniyetin ördükleri duvarları ve çetin kaleleri aşmakla olabilir. Allah’ı madde ve manadan ve her türlü kayıddan mücerred olarak görebilmek asıl hedeftir. Maddiyattaki engel, menfaatçi nefis; maneviyattaki engel, meziyetçi ve faziletfuruş ene’dir. Her ikisi de, Allah’ı hakkıyla tanımaya engeldir. O yüzden tefekkür lazım, hem de geniş çaplı ve devamlı tefekkür… Allah’ın sanat eserleri galaksilerden, yıldız kümelerinden, güneşlere-gezegenlere-aylara, yeryüzünden canlılara-hücrelere-zerrelere, maddi dünyadan meleklere-ruhanilere-cinlere-ifritlere, dünyadan berzaha-mahşere-sırata-cennete ve cehenneme kadar… Bütün bu âlemler ve içlerindeki her nesne Onun bir sanat eseridir. O halde Allah’ı ya cemaliyle, ya celaliyle, ya kemaliyle veyahut kibriyasıyla tanıttırıyor demektir. İşte bu şekilde geniş-külli ve derin tefekkür edilse, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve hikmeti o sanat içinde görülse âlemler çapında bir nur ve emniyet kişiye yansır ve hissedilir.

* Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp…: Bu cümle tefekkürden gayeyi özetliyor. Halık der ki, “ Her şeyin hilkatini oku! Yani nasıl bir kudretle yapılmış; nasıl bir ilim o kudreti şekillendirmiş; nasıl bir hikmet onu meyvedar, gayeli ve faydalı yapmış; nasıl bir rahmet onu size hizmetçi kılmış onu gör. ” Bunda da ilk aşama kendini okumak… Rabıta-yı mevtteki tarz üzere düşünülebilir. Önce kendimiz, sonra dış dünya, sonra geçmiş ve geleceğiyle bu âlem… Allah’ın nurunu, mazi-müstakbel ve hazır anda görüp kendini bütün zamanlar ve mekanlarda, âlemler ve cihetlerde nurlar içinde görmektir. “ Allah, kâfirleri kuşatmıştır ” ayetleri, Allah’ın kafirleri maddi ve manevi ateşlerle kuşattığını bildirdiği gibi müminler açısından da “ Allah bizi nuruyla her yönden kuşatmıştır ” manasını da verir. Hâzır, manen bulunan ve bilen demektir. Bir kişinin karşısında olanı bilmesi gibi… Nâzır, bakan ve gören demektir.

* Ondan başkasının teveccühünü aramayarak huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle: İhlas, Allah’ın rızasını, takdir ve teveccühünü aramak ve kazanmaya çalışmak demektir. Tahkik ile, her yerde ve her şeydeki tasarruflarının, sanatının, yaptığı icraatının gösterdiği üzere Allah’ın her yerde ve her şeyde ilim-irade-kudretiyle hazır ve nazır olduğunu, bizi bildiğini ve gördüğünü çok iyi anlayıp gözle gördükten sonra başkasının teveccühü aranılmaz. Çünkü bu şekildeki bir tevhid, başkalarının takdir ve teveccühlerinin Allah uğruna mı nefisler uğruna mı olduğunu gösterir. Allah içinse, bunu sağlamanın yolu Allah’ın takdirine ermektir. Yavuz Sultan Selim’in huzuruna kabul edilmiş bir kişiye, Yavuz:

-“ Meramın nedir? Bütün askerlerimle ve hazinemle senin arzunu yapacağız ” dediği halde, gitse Yavuz’a sırtını dönüp Yavuz’un huzurunda titreyen bir kölesinden veyahut sadrazamından medet dilese değil yardım almak veya huzurdan kovulmak

-“ Yavuz’un saltanatında ona ortak koşuyor ” diye kelleyi bile kaybedebilir. Maalesef hâlimiz bundan ibaret…

* o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır: Tevhid, halka kendini beğendirmek ve sevdirmek hastalığından kişiyi kurtarır. İnsandaki kendini başkasına sevdirme hissinin doğru tarzını Üstad şöyle anlatır: “ Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın? ” ( 10. Söz, 3. Hakikat )

* Tahkiki imanın 3 mertebesi var, her mertebenin ihlasla bağı var: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn… Bunlar sırasıyla kişiyi hâlis, muhlis ve muhlas seviyesine yükselten merdivenlerdir. İzahları için Üstad şöyle der: “ Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. ” ( Emirdağ Lahikası-1 )

[1] Câmiü’s-Sağir, 5382.