Bir “memnuniyet” olmalı, “iman”dan içeri…

De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe sûresi, 24)

duaKalem senin peşini bıraktığında, sen kaleminin peşini bırakma. Çünkü ona muhtaçsın. Bildiğin muhtaçsın işte… Lâmı cimi yok. Allah, insana her neyi sevdiriyorsa, insan ona muhtaç olduğu için sevdiriyor. Bu sevmeler, sevilmeler yalnızca motivasyon. Hepsi insanın iyiliği için. İyiliğimiz için… Yazmanın da böyle bir yanı var. İnsan yazmayı seviyorsa, yazmak öğretilmişse ona, işte yine muhtaçlığından ötürü. Her yazan yazmaya muhtaçtır. Her gülen gülmeye muhtaçtır. Her küsen küsmeye muhtaçtır. Bu yüzden, halka birşey bağışlıyormuş gibi yapmamalıdır onu. Açlığını doyurur gibi yapmalıdır. Susamış gibi yazmalıdır. Tebessüm sadakadır, evet. Ama hiç sordun mu: Kime sadakadır? Sana mı sadakadır? Yoksa başkasına mı?

Her ne nimet sunuluyorsa dünyaya bizim ellerimizde, aslında bu bizim zenginliğimiz değil, bizim muhtaçlığımız. En aç biz olduğumuz için o sofra bizim yakınımıza kuruluyor. Yoksa o sofrayı en çok hakeden biz olduğumuz için değil. Fakat ne hazin, lokmayı yer yemez, ilk bunu unutuyoruz. Elimizden alınınca da ilk bunu hatırlıyoruz. Unutmak, hatırlamak, bilmek veya bilmezden gelmek ne kadar yakın oluyor bazen. Bazen de ne kadar uzak… Tıpkı cennet ve cehennem arasındaki mesafe gibi; sırlı.

İnsanın kendi dünyasını da ikiye bölmesi gerek. Bizimle varolanlar ve bizim olanlar. Bizimle varolanlar bir derece (zahiren) bizimle bağlı, bir derece (hakikaten) değil. Bağlı, çünkü görünüşe baktığımızda biz olmasak onlar olmayacak gibi duruyor. Bağlı değil, çünkü biz hayattan çıktıktan sonra dünyanın düzeni bozulmayacak… Aynen devam edecek herşey. Biz hiç varolmamışız gibi. Bu sefer aynı nimetler, başkalarının elinde varolmaya devam edecekler. Güzel yine güzel kalacak. Ama güzel olanlar çirkinleşecekler.

Bediüzzaman’ın; nehir, güneş ve kabarcık misalini çok seviyorum. Her okuyuşumda aldığım şey ilim değil, keyif. Seviyorum, çünkü bana benim hakikatimi pek güzel anlatıyor. Sırf fani olduğum için değil, o üzerimdeki parıltıların bir güneşten olduğunu gösterdiği için değil; beni rahatlattığı için seviyorum. Çünkü kaldıramıyorum o yükü.

O güzellikler, o iyilikler, benimle bağlanmamalı. Benimle bağlanmak onlara zulüm olur. Bana bağlanan bana zulmeder, hem ben ona zulmederim. Ben taşıyamam o yükü. O da beni kaldıramaz. O şerbetler başka kaselere yakışırlar. Böyle düşünüp rahatlıyorum. Ve Cenab-ı Hakkın herşeyi bizzat kendisinin yaratmasından—tam bir iman etmenin de ötesinde—‘memnun’ oluyorum.

Öyle ya, memnun olmak, imanın bir adım ötesidir. Fâsık, imanından memun olmayandır, kanaatimce. Kim kalbini bu yollu yoklasa, ne demek istediğimi anlar. Hakikaten memnun olduklarıyla iman ettiklerini birbirinden ayırır. Hakikaten memnun oldukları, hakiki iman sahibi olduklarıdır. Ve insan, memnun olduğunu, daha ciddi savunur.

Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: