Bir zamanlar böyleydi…

14 daireli apartmanın kapısından giren biri genç diğeri orta yaşlı iki kişi, apartmanın giriş holünün karanlığında bekleyen birkaç adam gördü ve onlar başka hiç bir şey söylemeden, sadece kendilerine yukarı katlara çıkmamalarını ve biraz beklemelerini söylediler. Kendilerine bunu söyleyenlere, genç olan:

“–Bir cinayet falan mı olmuş?” diye sordu, cevap alamadı. Tekrar sordu:

“–Yukarıya niçin çıkılmıyor? Bir hırsızlık mı var?”

Bu sorulara cevap vermeyen o adamlardan biri, o sorulara kendisi de bir soru ile mukabele etti:

“–Siz kaçıncı daireye gidecektiniz?”

“–Giriş katına…”

“–Öyleyse, çal zilini..”

Genç adam giriş katının zilini çaldı. Tekrar çaldı. Açan olmadı. Giriş katının penceresinde hiç ışık görünmüyordu. Saatine baktı. “Herhalde yatmışlar, uyuyorlar dedi. Birlikte geldiği kişiyle oradan  ayrılmağa teşebbüs ederlerken, polis olmaları muhtemel adamlar onlara:.

“–Biraz bekleyin” dediler.

Genç adam bu defa sebebini sormadı. Belki apartmanın üst katlarında kumarhane, kaçakçılık veya başka kanun dışı işlerin yapıldığı polisler tarafından öğrenilmiş bir daire vardı. O polisler belki bir suç şebekesini kıstırmışlardı. Suçlularla suçsuzların karışmasını önlemek istiyorlardı. Kim bilir, belki de bir suçla ilgili yaptıkları baskının zaptı tutuluncaya kadar o bina polis tarafından kontrol altına almış olabilirdi.

Bu gibi düşüncelerle genç adam sırtını bir duvara dayadı; beklemeğe başladı. Gecenin bu geç vaktinde dışarıda tatlı bir serinlik, sokakta tam bir sükûnet vardı. Yalnız karşı kaldırımdaki sokak lambasının ışığı onu bu bekleyiş müddetince meşgul edebildi. Elektrik lâmbasından çıkan ışık, bazen tek ışın gibi görünüyor bazen de bir aydınlık hâlesi olarak intiba husule getiriyordu. Zihni bir an çağrışımla ona ışık hakkındaki fizik bilgilerini hatırlattı. Newton’un, Loui De Broglie’nin, Planck’ın ışık teorilerini düşündü. Bir fizik formülü ile tabiattaki bir hadiseyi izah ettiğini zanneden, bunun da ötesinde o hadise hakkında fikren, ruhen tatmin olma iştiyaklarını köreltmeğe çalışan, buna da ”akılcılık ve fencilik” adını verip, hiçbir şey bilmediğini bilecek kadar bile feraset gösteremeyenleri hatırladı. Kendi kendine düşündü:

“İlmin manâsı geniştir. Bütün ilimlerin başı olan marifetullah, Allah’ı bilmek ilmi de ilmin manâsına dahildir. Fen ilimleri, tabiatta vuku bulan olaylarda müşahede, tecrübe, deney, hesap gibi kendine mahsus metotlarla çalışarak açıklamalar yapmaya çalışan, formüller bulan, mevcut olan tabiat nizamının kanunlarını bu nevi usullerle keşfetmeye çalışan ilim nevileridir. Fen, “en hakikî mürşit” asla olamaz!. Ama, ilim güneşi büyük sahabî Hz. Ali’nin ‘Hayatta en hakikî mürşid ilimdir’ sözüyle bahsettiği ilmin ne demek olduğunu bilmeyerek, onu değiştirip söyleyen çok sayıda adamlar da var.” diyerek iç geçirdi.

   *  *  *

Sokak lambasının ışığı, karanlığı yırtmağa çalışıyor gibiydi. O lamba ışığını elektrik santralından alıyordu. Elektrik santralından dağıtımı yapılan elektrik enerjisiyle insanların yerleşim yerlerinde ayni anda binlerce ampuller ile karanlık deliniyordu. Bir ampulün ömrü bitse, yerine başkasını takıyorlardı.. Karanlık menfî bir şey olmalı.. Gündüz, güneş; gece ise lambalar ve güneşin ışığını aksettiren ay…

*  *  *

Polis olması çok muhtemel o adamlardan biri, apartmanın giriş holünde beklettiklerinden son gelen ikisine tekrar sordu:

“–Siz kime gelmiştiniz?”

“–Biz gazeteciyiz.”

“–Hangi gazeteden?”

“–(…) dan.”

Soru soran adam bir an durakladı. Sonra yukarıya çıktı, indi.

“–Gazeteciler gidebilir”, dedi. Şu anda hiçbir şey öğrenemezler. Diğerleri de. İsterlerse gitsinler.”.

Gazeteci olduklarını söyleyen genç, onunla birlikte gelen orta yaşlı adam ve diğer bekleyenler gittiler.

*  *  *

O gece gittiği apartmanın kapısında bekletilen genç adam, ertesi gün ve daha sonraki günlere ait gazetelerde, basılan kumarhane, fuhuş yeri, yakalanan katil, hırsız, kaçakçılar ve diğer polisiye suçlarla ilgili haberleri inceledi. O gece gittiği apartmanda polisler çok önemli bir baskın yapmış olmalıydılar.. O apartmanın semtinde ise böyle bir baskın ile ilgili hiçbir haber göremedi. Yalnız o semtte, kendisinin gittiği apartmana çok benzeyen büyük bir apartmanda dinî kitap okuyan 100 kişiyi tutuklayıp nezarete götürdüklerine ve ifadelerini alıp mahkemeye sevk ettiklerine dair bir haber gördü.. Buna biraz hayret etti, üzülür gibi oldu. Kendi kendine bu olayı izaha çalıştı. “Cinayet, kumar, fuhuş, hırsızlık, sahtecilik vb suç ama dindarlık da mı suç?” diye düşündü.

*  *  *

Kendi kendine bu konuda biraz düşünüp neticeye varamayınca, vaktiyle bir arkadaşının göndermiş olduğu mektup aklına geldi. “Orada galiba bunun izahı ile ilgili cümleler olacaktı.” dedi. Üşenmedi, o mektubu aradı; buldu. Mektup, 19 Mayıs 1966 da Berlin Teknik Üniversitesinde talebe lokalindeki bir konferanstan bölümler almıştı:

“İnkâr edilemez ki: Kâinatta dindarlık ile dinsizlik Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar devam edecektir.

Dinsizliğe karşı dindarlığın bu zamanda takip edebileceği en selâmetli bir yol ve hareket tarzı: Aynen ihtiyar bir annenin evlâdlarını büyük bir tehlikeden kurtarmak için fedâkarca didinmesi gibi, akılları tenvîr ve kalpleri mutmaîn etmek için yılmadan şefkatle yapılacak ‘Nuranî bir müdafaa’ olabilir.

Tabiatçı felsefenin zulümâtı ile, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden Avrupa’nın bozuk kısmının tesiri altında bütün dünyanın, bilhassa İslâm âleminin ekser yerlerinde din, çeşitli tazyikler altında tutulmakta veya ihmâle uğramaktadır.

Dindarların, zalim düşmanlarına ve dinde alâkasızlara karşı aynen zalimlerin tarzında ve hattâ her çareye başvurarak haklarını müdafaa ve hâkimiyetlerini idame ettirmek ve dinde alâkasızlığı kırmak için; izafî adaletle iktifa, siyaset topuzuyla hareket ve menfî bir şekilde maddî ve manevî tahripten kaçınmayarak boğuşmaya atılmaları; çekici, fakat pek tehlikeli, gürültülü ve korkulu olup kazanç ihtimâli az olmakla beraber zarar ihtimâli pek fazla olan bir yoldur!.

‘Tam ve mutlak adalet’ dersiyle içtimâî hayatta emniyet, selâmet, insaf, uhuvvet ve muhabbeti temin ile ‘Kur’anî ve nuranî isbatlarla insanları ikna ve irşad etmek’ suretiyle tamirci ve müsbet bir tarzda gitmeliyiz.

Bununla beraber:

‘Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değildir. O, vazife-i İlâhiyedir. Vazife-i ilâhiyeye karışmak haddimiz değil.’ deyip dindarlığın özü olan ihlâsla Allah rızası için îman hakikatlerine hizmet etmekte maddî muvaffakiyeti esas tutmamalı; sırf ‘uhrevî neticeye’ müteveccih olunmalıdır.

…Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi       : Merhamet

İkincisi         : Hürmet

Üçüncüsü    : Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip,  haramdan çekinmek

Beşincisi      : Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Bunları okuyunca, sanki zihnini bir anda istila eden birçok soruya birden cevap bulmuş gibi derin bir nefes aldı ve haline şükretti. Sonra, iki gün evvel giriş katındaki arkadaşını ziyarete teşebbüsü gibi, bu defa da ayni apartmanın üst katlarından birindeki polis tarafından baskın yapılan o dinî toplantıya ev sahipliği yapanın kim olduğunu öğrenmek, üzüldü ise onu teselliye, üzüntüsünü gidermeye çalışmak ve ona “Geçmiş olsun!” diyebilmek için, aynı adrese doğru evinden yola çıktı.
Prof. Dr. Mustafa Nutku