Bize Heryer Mucize!

Evet, külliyet intizama delildir. Zira bir şeyde intizam olmazsa, hüküm külliyetiyle cereyan edemez. Çok istisnaâtıyla perişan oluyor. Bu şahitleri tezkiye eden nazar-ı hikmetle istikrâ-i tâmmdır. Fakat bazan intizam görülmüyor. Çünkü dairesi ufk-u nazardan daha geniş; tamamen tasavvur ve ihata olunmadığı için, nizamın tasvir-i bîmisali kendini gösteremiyor. Muhakemat’tan.

Ama arkadaşım, başlarken itiraf etmeliyim, en güzel cümlelerimi çakırkeyf zamanlarımda yazmıyorum ben. Her nedense, en rahat zamanlarım, üretim açısından en çok sıkıntı çektiğim zamanlar oluyor. Aksine yoğun zamanlar, o yoğunluğun celadetinden beynimin kırıştığı zamanlar, bir kaçış, bir dinleniş, bir kalemle dileniş, bir kağıda sığınma, dışımdan içime bir firar, bir mola, iki sıkıntı arası bir cennet, kesrete karşı yaşadığım bir yılgınlık. Belki biraz da ayetin ifadesiyle ‘zorlukla beraber gelen kolaylık.’ Yazmak bende hükmünü bende böyle icra ediyor.

En güzel akçelerin bağışlandığı avuçlar oluyor bu boşluklar. Yüzbin elhamdülillah. Hem yazma eyleminin sırf iradeyle/imkanla ilgili olmadığını, en azından bunların ‘iyi yazının’ garantisi olmadığını, böylece anlıyorum. Yaptığınız iş maddeden manaya yaklaştıkça vesileler de daha ağır yaralar alıyor. Neden-sonuç ilişkileri zayıflıyor. Sanat arttıkça nesnede, mana arttıkça maddede, hakikat arttıkça metinde, uluhiyetin azameti daha çok çekiyor ellerinizden eseri. Yani sanki daha yüksek sesle “Bu aslında benim!” diyor izzet-i İlahiye. Siz de daha net farkediyorsunuz. İdrak gözünüzle görüyorsunuz. Hatta böyle zamanlarda ‘sırr-ı tevhidin nur-u ehadiyet içindeki inkişafı’ndan “Yazdım!” demeye diliniz varmıyor da artık, çok aklı gözündeyi kızdırmak pahasına, “Yazdırıldı!” diyorsunuz. Belki bir parça da “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!” fermanına sığınıyorsunuz.

Nübüvvetlerini tasdik için peygamberlerin ellerinde yaratılan harikalara ‘mucize’ denmesi boşuna değil. Acizlik kokuyor beşerden yana herbir yeri onların. Evet. “Bu benle yapıldı. Ama ben bunu yapmadım. Çünkü ben bunu yapamam!” dediğiniz şey mucizedir ancak. Mucizenizdir. Farkındalığınızla doğru orantılıdır varlığı. Bu yüzden Ebu Bekir radyallahu anhın gözünde mucize olan Ebu Cehil’in gözünde sihirdir. Yapmadığınızın, yapamayacağınızın, yapmaktan aciz olduklarınızın farkına vardıkça hayatınızdaki mucizelerin sayısı da artar. Şahitlikleriniz çoğalır. En büyük mucizeler peygamberler elinde zâhir olur çünkü bu bilincin zirvesi de onlardadır. Hem zaten arkadaşım öyle değil midir: Tevhide iman etmek herşeyin mucize olduğuna da iman etmektir. Madem ki Allah yaratıyordur mucizedir. Çünkü yaratmak tevhidin gözünde yaratılanları aşan bir iştir.

Yani mü’min için yalnız ‘sıradışı olan’ değildir mucize. Dikkat et. Bize göre heryer mucizedir. Mucizedir, çünkü siz ve benzerleriniz, benzerini yapmaktan acizsiniz. Yaptığınızı sandıklarınızın faili de aslında siz değilsiniz. Kelime-i tevhid de buna şahitliğin ilanıdır bir nevi. “Allah’tan başka ilah yoktur!” Aynı zamanda şunun haykırışıdır bu: “Ol’uşların en küçüğüne bile gücümüz yetmez. Allahım, senin ‘ol’ların benzerlerini yapmakta bizi aciz bırakır. Tek ‘ol’ sahibi sensin. Bizler ancak olanlarız.”

Bediüzzaman’ın mesleğinin dört esası olarak tarif ettiği; acz, fakr, şefkat ve tefekkürde; acz’in başa, tefekkürün sona gelmesi ne kadar anlamlı. Zira kainata acizliğini görmek kastıyla bakanların yapabileceği şeydir tefekkür. Acizliğini bilen ancak hakiki failin izini arar. Kendi güçsüzlüğünü farkeden bebek ancak annesini sesler. Ve tefekkür aczini arttırmıyorsa, yani zaten sende varolan acizliği ve zaten kainatta varolan mucizeleri görmeni sağlamıyorsa, ona ‘tefekkür’ denilmez. Aczle kuşanmamış bir tefekkür ancak gafleti kalınlaştırır. Perde arkasına körleştirir. Zira sıradanlaştırıcıdır. Mürşidim bu sadedde diyor ki:

Dalâletten gelen hadsiz bir cehalet ve zındıkadan neş’et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle, bilmiyorlar ki, esbab yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazatını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve destgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir; ‘İşte bu ağaç bundan çıkmış’ diye, Sâniinin o çamdaki gösterdiği bin mucizâtı inkâr eder misillü, bazı zahirî sebepleri irâe eder. Hâlıkın ihtiyar ve hikmetle işlenen pek büyük bir fiil-i rububiyetini hiçe indirir. Bazan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti olan bir hakikate fennî bir nam takar. Güya o nam ile mahiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, mânâsız kaldı!

Virginia Woolf Deniz Feneri’nde şöyle birşey söylüyor: “(…) ilhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun için birşey şekilleniyordu. Sonsuza kadar geçip giden ve akıp duran bu bitmeyen akış ve geçiş bir anda sabitleniyordu.” Ben buna benzer birşeye Bediüzzaman’ın da dokunduğunu düşünüyorum. Tam da şurada işte: “(…) ve eskiden beri sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman en zâhir hakikatleri dahi beyan edemediğimi, belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilave edilse, daha ziyade beni dersten, teliften men etmekle beraber, en mühim Sözler ve Risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en sür’atli bir tarzda yazılması, doğrudan doğruya bir inâyet-i İlahiye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur’âniye olmazsa nedir?

Öyle. Öyle. Hep öyle. Sebepler perdesi imkansızı işaret ettikçe Allah’ın inayeti/keremi daha da coşkulu bir şekilde tezahür ediyor. Çünkü zâhirde nazara çarpan o kaos, o karmaşa, o çıkışsızlık aslında desenin de giriftleştiğini, daha muhteşemleşeceğini gösteriyor. Nasıl bir misalle açmayı denemeli? Belki şöyle: Bir kilimi düşünün. Yahut da dokunan başka herhangi birşeyi. Renk sayısı, ip sayısı, ilmek sayısı, malzemedeki ve ayrıntıdaki fark sayısı arttıkça; zahiren herşey karmaşıklaştıkça yani; desenin en harika yerlerine yaklaştığınızı da hissediyorsunuz.

Şöyle bitmiş haline geriden bakınca da aynelyakin görüyorsunuz: İşlerin en sarpa sardığı yer, kilimin en güzel yeri, en manidar nakışı olmuş. Subhanallah! Ama siz o nakışı yaparken herşey karmaşık geliyordu. Çünkü nazarınız ‘manzar-ı âlâ’yı kuşatmıyordu. İhatasızlığından inkâr ediyordu. Evet. Evet. Hep evet. Allah’ın ezelî bilişinde herşeyin bir anlamı var. Sanatı var. Hikmeti var. Yerli yerinde duruşu var. Ama sen yaşarken bütüne vakıf olmadığından bazen parçanı anlamlandırmakta zorlanıyorsun. Kızıyorsun. Küsüyorsun. Veylediyorsun. Stresin de böyle bir körelmeden doğuyor belki.

Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz’üdür. İşte bunun için, semere-i âlem olan insan en cami’, en bedi’, en âciz, en zayıf ve en lâtif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, âsumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, mânen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi, bütün mucizât-ı san’atın meşheri, sergisi (…) olmuştur.”

İnsanın karmaşıklığı. İnsanın sanatı. Arzın karmaşıklığı. Arzın sanatı. Her ne ki karmaşık geliyor sana, aslında orada büyük işler dönüyor, farket bunu. O kadar girift bir hal alıyor ki onun intizamı ‘adem-i intizam’ şeklinde görüyorsun. Şiddet-i zuhurundan resmini sarıp isimlendiremiyorsun:

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.

‘İntizamsızlık içinde kemal-i intizam.’ Bu ne demek biliyor musun? Şiddet-i zuhurundan çözemediğin bazı intizamsızlıklar var ki, kemal-i intizamın, yani harikanın ta kendisi! Yıldızlar da bu halin şahidi. Şimdi şu hadis-i şerife de birazcık yaklaşabildin mi arkadaşım: “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir… Demek: Kim ne kadar meyve verecekse o kadar musibet, o kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar nakış… Bunlar Cenab-ı Hakkın sana kötülüğü değil. Seni bereketlendirmesi. Kiliminin desenleri çoğaldığında meyve verme zamanı yaklaşıyor olabilir arkadaşım. Öyleyse isyanın ile Nakkaş-ı Zülcelalini gücendirme. Âmin.

Ahmet Ay – hicbisey.com