Bu eserler böyle mi okunmalı? (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-11)

Sebilürreşad’daki “Kur’ân-ı Azîmüşşanın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde şeriat kitaplarının şeffaf bir şekilde Kur’ân’ı göstermesi gerektiğini yazan Bediüzzaman Said Nursî, arkasında bu tarife uygun bir külliyat bırakarak aramızdan ayrıldı. Hattâ sadece külliyat değil, geniş bir talebe kitlesi de bıraktı.

Ve Bediüzzaman’ın aramızdan ayrılışının üzerinden bugüne kadar altmış yıl geçti.

Bu altmış yıl zarfında Risale-i Nur ve talebelerinin önündeki engeller kalktı. Eserler her yerde okunur hale geldi. Nur talebeleri ve medreseleri yurdun en ücra köşelerine kadar yayıldı. Dünyada Risalelerin girmediği ülke neredeyse kalmadı. Risale basan yayınevleri hiçbir zaman müşterisiz kalmıyor. Dünyanın dört bir yanında Risale-i Nur’u konu alan akademik çalışmalar yapılıyor. 

Özetle, eserler ve talebeler açısından baktığımız zaman, Risale-i Nur hareketinin Üstaddan sonraki dönemde kaydettiği başarılar göz kamaştırıyor.

Bununla beraber, konuyu bir de Üstadın Sebilürreşad’daki makalesinde gösterdiği hedef açısından ele aldığımızda, o kadar sürur verici bir manzarayla ne yazık ki karşılaşamıyoruz.

Eğer Bediüzzaman’ın o makalesinde gösterdiği hedefe uygun şekilde nazarlar Risalelere baktığı zaman oradan doğruca Kur’ân’a intikal edebilseydi, eğer insanlar onun Kur’ân’ı anlatışını okurken bunu anlatana karşı duydukları hayranlıkla yetinmeyip asıl kaynak olan Kur’ân’ın kendisini de biraz olsun merak edebilselerdi, eğer Said Nursî’nin eserlerini okuyanlar o eserlerin kaynağıyla da hergün içli dışlı olabilselerdi, biz bugün bunun sonucunu, tıpkı İslâmın ilk nesillerinde olduğu gibi, bütün halk tabakalarını birden kuşatan topyekûn bir Kur’ân seferberliği halinde görecektik. Bunun neticesinde de, âyetlerin toplum fertlerinden her birinin hayatına günbegün inişine ve ümmeti fert fert, aile aile, sınıf sınıf kucaklayışına şahit olacaktık. İnsanlar Kur’ân’ı okuyacak, Kur’ân’ı konuşacak, Kur’ân’ı soracak, Kur’ân’ı yaşayacak; böylece farklı topluluklara mensup mü’minler bu farklılıklarını Kur’ân’da birleşen insanların havuzuna boşaltacak ve ümmete âhenk içinde harikulâde bir zenginlik kazandıracaklardı.

Ancak o makalede Bediüzzaman’ın şikâyet ettiği problem toplumda iyice kökleşmiş ve, aynen onun tasvir ettiği gibi, Kur’ân’ın bihakkın lâyık olduğu hürmet ve rağbet milyonlarca kitaba ve müelliflerine taksim olunarak onları kusurdan münezzeh, tenkit olunamaz kudsî varlıklar haline getirmişti. Çünkü “her türlü kusur ve çirkinlikten pak ve münezzeh olma” halini ifade eden “kudsiyet,” Bediüzzaman’ın o makalede anlattığı gibi, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerimin “lâzımı” idi. Kur’ân ismen varlığını devam ettirmekle birlikte fiilen hayattan çekilince, onun lâzımı olan kudsiyet, vasıtaların üzerinde kaldı. Böylece eski ulema ve eserleri dokunulamaz, yetişilemez, bu zamanda benzeri tasavvur olunamaz, eleştirilemez, hatâdan ve kusurdan münezzeh birer kudsî varlık halini aldı. Bu anlayışın tipik bir örneğini, Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirini kaleme almasına Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin gösterdiği tepkide buluyoruz. Olayın Arvasî taraftarlarınca anlatımı, bu bir hayli daha vurgulu bir şekilde ortaya koyuyor:


Bir kış günü Efendi Hazretleriyle odada oturuyorduk. Soba yanıyordu. Kapı açıldı, içeriye Said Nursî girdi. Efendi Hazretleri “Buyurun” dedi. Oturdu. Çay ikram ettik, içti. Efendi Hazretlerine “Ben bir tefsir yazdım, bastırmak istiyorum. Size de takdim edeceğim” diye arz etti. Efendi Hazretleri de “Öyle mi? Vah vah vah! Sen tefsir mi yazdın?” dedi ve sonra devam etti: “İslâm âleminde Beydavî, Ebussuud, Razi, Hüseynî gibi yüzlerce tefsir yazılmış. Bunların ne eksiğini gördün? Söyle de bilelim. Sen ne yazabilirsin? . . . Tefsirler yazılmış, bu iş bitmiştir. Zaman tefsirle meşgul olma zamanı değildir. Küfür Ceyhun nehri gibi akıyor, hergün insanlar imanlarını kaybediyor. Binaenaleyh her iki halde de senin getireceğin tefsirin yeri şu soba olur. Büker büker sobaya atarım, ısınırım.”[1]


Bediüzzaman’ın tefsirine Seyyid Abdülhakîm Efendinin lâyık gördüğü muameleden meşhur Elmalılı tefsiri bilfiil nasiplenmiştir. Kendisine hediye edilen Elmalılı tefsiri ile ilgili hatırasını Seyyid Abdülhakîm Efendinin ünlü talebesi Hilmi Işık böyle anlatıyor:


[Tefsiri] eve getirdim, “Anne, bak bunlar Kur’ân-ı Kerim tefsiridir, sakın abdestsiz ellemeyin” dedim. Birkaç gün sonra İstanbul’a gelmiştim. Bu hadiseyi Efendi Hazretlerine anlattım. Buyurdular ki: “Sakın o tefsiri okuma; hattâ eve gidince hepsini yak! İlim sahibi olmaksızın tefsir okuyanların imanı gider” buyurdu. Ben de hocamın sözüne ittibâ ettim.[2]

***

Tefsir yakarak İslâmı korumayı kendisine vazife edinen bir kısım ulemâmızın bu yaman mücadeleleri din muhafızlığı alanında gözle görünür bir eser ortaya koyamadı, ama estirdikleri tedhiş havası ehl-i iman arasında Kur’ân’a karşı bir ürkeklik vücuda getirmekte tartışma götürmez bir başarı kaydetti. Maalesef onların bu tesirlerinden Risale-i Nur cemaatleri de hariç kalamadı. Bu kadar zaman sonra, hâlâ, Risale-i Nur talebelerinin bile birçoğunun bir meal veya tefsirin kapağını – eğer açabilirlerse – tereddütle açtıklarını görüyoruz. (Nitekim sırf bu korkuyu yenmekte bir kısmımıza faydası olur ümidiyle bu yazı serisinin önemli bir kısmını bu konuya ayırdık.)

Oysa Risale-i Nur, geçen bölümde de temas ettiğimiz gibi, bir Kur’ân okuma rehberi idi. Onun dâvâsı iman dâvâsıydı; zamanın bunalımları arasında iki dünya saadetini birden kaybetme tehlikesiyle yüz yüze kalan insanlara ebedî kurtuluş yolunu gösteriyordu. Ama bunu eski kitapların yaptığı gibi değil, Kur’ân’ın yaptığı gibi yapıyordu. İnsanları doğrudan doğruya Allah’ın rahmetine çağırarak, gökler ve yer sayfalarında yazılı kudret ve rahmet âyetlerini Kur’ân âyetleriyle beraber okuyup okutarak, her yerde ve her hadisede İlâhî rahmetin eserini göstererek, kendilerini her taraftan kuşatmış bir rahmet ve muhabbet deryasına çağırıyordu. Bu çağrıda, iki dünya saadetinin yanı sıra, Allah’ın kitabını okumaya ve Âlemlerin Rabbine muhatap olmaya bir davet de vardı. Kendisi örnek olarak bazı âyetleri açıklıyor, insanların önüne böylece geniş bir tefekkür ufku açtıktan sonra “Sairlerini sen kıyas et” diyerek onları Rablerinin kelâmıyla baş başa bırakıyordu. 10. Bölümde bunun misallerini gördük. Hattâ şunu da gördük:

“Sen kıyas et” şeklindeki ifadeler bir yerde değil, birçok yerde tekrarlanıyor ve bu tekrarlar açıkça gösteriyor ki, bu eserin müellifi, okuyucusundan konuyu orada bırakmamasını istiyor; buradan aldığı bilgi, bakış açısı ve tekniklerle Kur’ân’a yönelmesini istiyor; daha başka âyetlerde Rabbinin kendisine neler söylediğini daha geniş bir anlayışla kavramaya çalışmasını istiyor.

Kısacası, Risale-i Nur’a – kendi tarifine uygun şekilde – şeffaf bir eser olarak bakıp onun arkasından Kur’ân’ı net bir şekilde görmesini ve ona intikal etmesini istiyor; daha doğrusu, kullandığı fiil kiplerinden de anlaşılacağı gibi, bunu ona emrediyor.

Dahası var:

“Biz avâmız, anlamayız” gibi itirazların da önünü peşin peşin kapatıyor ve “Avâm bu âyetten şunu anlar, bedevî şu nasibi alır, edebiyatçı şunu anlar, âlim bunu anlar” gibi açılımlarla onlara yol da gösteriyor. Allah’ın ihsan ettiği aklı kullanacak olan insanları doğrudan doğruya Kur’ân ile buluşturmak isteyen bir âlim daha ne yapsın?

***

Bediüzzaman Risale-i Nur ile bize Kur’ân okumanın yollarını gösterdiği gibi, bazı somut hedefler de göstermiş ve bizim bu hedefler ışığında Kur’ân’a yönelerek bugünün insanına Kur’ân’ın ikramlarını bulup çıkarmamızı istemiştir. Kur’ân medeniyeti ile ilgili tarif ve tasvirleri bu hedeflerden biridir.

Risale-i Nur Müellifinin tarif ettiği medeniyetin nokta-i istinadı hak, hedefi fazilet, cihetü’l-vahdeti din ve vatan birliği, hayatta düsturu yardımlaşma, rehberi de hüdadır.[3] O bunları “Kur’ân medeniyetinin esasları” olarak tanımlamış, ancak ayrıntıya girmemiştir. Bu durumda Risale-i Nur talebelerinden beklenen şey Üstadın bu satırlarını biteviye okuyup durmak ve birgün bu okumalar sonucunda İslâm medeniyetinin kendi kendine yükselişe geçerek cihana hakim olmasını beklemek midir? Yoksa Üstadın önümüze koyduğu bu formül üzerinde yoğunlaşarak Kur’ân ve Sünnetin bize neler söyler söylediğini bulup çıkarmak, bu buluşlar üzerine güncel modeller inşa ederek bugünün insanına sunmak mıdır?

Aynı şekilde, Bediüzzaman, daha hayatının Birinci Said döneminde iken Asya’nın bahtını açacak olan anahtarı “meşveret ve şûrâ” olarak göstermiş ve hayatı boyunca da bu gayeyi takip etmiştir. Ancak aileden tutun, siyasetin en geniş dairelerine kadar hayatın muhtelif alanlarında bu anahtarın nasıl kullanılacağı konusunda bize “Alın, şunu yapın, arkasından şöyle yapın” şeklinde, adım adım uygulayacağımız bir formül vermemiştir. Acaba burada bize düşen şey “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünü tekrar tekrar okuyarak bu sözlerin bir gün sihirli bir anahtara dönüşüp de İslâm âleminin bahtını açacağı günü mü beklemektir? Yoksa bu sözün İslâm ve insanlık âleminin kaynaklarındaki köklerine inerek oradan Üstadın gösterdiği hedefe doğru yollar mı inşa etmektir?

Risale-i Nur, verdiğimiz bu iki misalin daha yüzlercesini, hattâ binlercesini okuyucuya sunacak muhteşem bir zenginliğe sahiptir ve bu zenginlik, hiç kuşkusuz, doğrudan doğruya Kur’ân’ın hazinelerinden Bediüzzaman’ın gönlüne yansıyan parıltılardan ibarettir. Ne var ki, önceleri amansız takip ve sindirme gayretlerine karşı biteviye bir var olma mücadelesi veren ve bu sebeple eserlerin ilmî yönüne eğilme fırsatını bulamayan Risale-i Nur cemaatlerinin merakı daha sonraki rahat dönemlerde kimi zaman siyaset, kimi zaman tarikat hevesi gibi arızî sebeplerle farklı hedeflere yönelmiş, bu yönelişler ihtilâf ve bölünmelerle neticelenmiş, ihtilâf ve bölünmeler de maalesef bu yola niçin çıktıklarını cemaatlerimize unutturmuştur. Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesinde şeriat kitaplarının doğrudan doğruya Kur’ân’ı göstermekten alıkoyan şeyi “mukallitlerin hatâsı” olarak gösteriyor ve bu hatâlar yüzünden Kurân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek” derecesine düşmüş olmasından yakınıyordu. Ne yazık ki, başından sonuna kadar Kur’ân’ı anlatan ve doğrudan doğruya Kur’ân’ı gösteren Risale-i Nur’un da bugün gelinen noktada eski şeffafiyetini koruduğunu söyleyemiyoruz.

Birçokları bu tesbite hemen itiraz edecek ve cemaatler içinde en çok Kur’ân okuyan cemaat olduğumuzu bile iddia edeceklerdir; ancak biz Kur’ân’ı yüzünden okuyup hatim indirmekten ve mübarek günlerde cüz dağıtmaktan söz etmediğimiz gibi, bu seviyede kalan ve daha ileri gidemeyen bir okumayı Üstadın “Kur’ân’ı tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesine indirmek” şeklinde tanımladığını görmüş bulunuyoruz.[4] Kaderin tecellîsine bakınız ki, Bediüzzaman’ın Sebilürreşad’daki makalesini yayınlayışından tam bir asır sonra, Risale-i Nur’un kendisi bile “mukallitlerin hatâsı yüzünden” tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek muamelesi görüyor. Artık Risale okurken lügate bakmanın dahi caiz görülmediği, açıklama yapmanın ise ise bütün bütün yoldan çıkmak anlamına geldiği günlerdeyiz. Umumî derslerde Risale-i Nur okunurken İmam Şafiî’nin de gelip dinlediğine, ancak okuyan kişi açıklama yapmaya başlayınca dersi terk ettiğine dair şehir efsanelerinin kemal-i iftiharla anlatılıp kemal-i hamakatle alkışlandığını gördükçe insan merak etmekten kendisini alamıyor:

Acaba bu haller bize Fetö’den mi miras kaldı, yoksa Fetö gibi oluşumlara neşvünema veren şey içimizdeki bu Haşhaşî eğilimleri miydi?

Belki de Risale-i Nur tarihinin şu âna kadarki en önemli problemini ifade eden bu soruyu, ilerleyen bölümlerde de zaman zaman kendisini hatırlatacak olan bir sual olarak şimdilik bir kenara not etmekle yetiniyoruz. Ama önümüzdeki bölümlerde ele alacağımız konular ve açıklamalarla bu sorunun cevabı da herhalde açıklığa kavuşmaya başlayacaktır.

Şimdi ise, “Biz buraya nereden geldik?” sorusunun cevabını araştırmak ve Risale-i Nur ile Müellifinin İslâm dairesi içindeki asıl konumunu tekrar hatırlamak gerektiğini düşünüyoruz.

Bundan sonraki bölümde inşaallah buradan başlayacağız.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Ekrem Buğra Ekinci, Hayatı ve Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakim Arvasî (İstanbul: Arı Sanat Yayınları, 2017 [2. baskı]), s. 407.

[2] A.g.e., s. 351-352.

[3] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 573; Hakikat Çekirdekleri (Mektubat), no. 61.

[4] Üstadın da mübarek gün ve gecelerde talebeleri arasında cüz paylaştırdığını söyleyerek bu tesbitimize itiraz edeceklere bir hatırlatma: Üstadın Kur’ân ile yegâne meşguliyeti bu değildi; ayrıca “tilâvetiyle teberrük olunan mübarek” tabirinin bizzat Üstada ait olduğunu da unutmayalım.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: