Bu Günlerde Bu Yazıyı Okumak Çok Mühimdir

Yirmi İkinci Mektup

Uhuvvet Risalesi

Allah’ın adıyla.

“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

 Birinci Mebhas

BismillahirRahmanirRahim

“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” Hucurat Sûresi, 49:10.

“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” Fussılet Sûresi, 41:34.

“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:134.

 MÜ’MİNLERDE nifak (iki yüzlülük) ve şikak (ayrılma, parçalanma), kin ve adâvete (düşmanlığa) sebebiyet veren  tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ (en büyük insanlık) olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece (içtimai hayat açısından) ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur (reddedilmiştir), muzır (zararlı)  ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan (yönlerinden) altı vechini beyan ederiz.

BİRİNCİ VECİH

 Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine  kin ve adâvet (düşmanlık) besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark (batırmak) ve o haneyi ihrak etmeye (yakmaya) çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye (Rabbimize ait bir ev) ve bir sefine-i İlâhiye (Allaha ait bir gemi) olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır (zararlı) olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet (düşmanlık)  bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun  mânen gark ve ihrakına (batırmaya ve yakmaya), tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.

İKİNCİ VECİH

 

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet (düşmanlık) ve muhabbet, nur (ışık) ve zulmet (karanlık) gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem’olamazlar (bir araya gelemezler).

Eğer muhabbet, kendi esbabının (sebeplerinin)  rüçhaniyetine (üstünlüğüne, önceliğine) göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet (düşmanlık) mecazî olur,acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle (baskı ve zorlama ile) değil, belki lütufla (iyilik yaparak)  ıslahına çalışır. Onun için,  nass-ı hadîsle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek (konuşmayı kesmeyecek)” 1 

 

(Dipnot-1 :  Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebû Dâvud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.)

 

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet (düşmanlık), hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu (yapmacık) ve temellük (dalkavukluk) suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan (Uhud Dağından) daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de :

Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud (Uhud Dağı) azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye (Müslümanca sıfatlar)  muhabbeti ve ittifakı istediği halde,mü’mine karşı adâvete (düşmanlığa) sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. (imandan gelen inanç birliği, kalblerin de birliğini gerektirir). Ve vahdet-i itikad  dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. (itikad birliği dahi sosyal birliği, dayanışmayı gerektirir).

 

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta (ilişki) anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne (kardeşane)  bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet (birlik) alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet  münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız (Yaradanınız) bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız (Rızkınızı veren) bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.

 Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler  vahdet (birlik) ve tevhidi (birleşmeyi),  vifak (uyum) ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti (kardeşliği)  iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde,  şikak (parçalanmak, ayrışmak) ve nifaka (iki-yüzlülüğe), kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet (düşmanlık) etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete (birlik bağına)  bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete (sevgi sebeplerine)  karşı bir istihfaf (küçümseme) ve o münasebât-ı uhuvvete (kardeşlik ilişkilerine)  karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf  (haksızlık) olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

 

ÜÇÜNCÜ VECİH

Adalet-i mahzâyı (tam ve mükemmel adaleti)  ifade eden Vela Teziru vaaziretün vizra uhra (Dipnot-1 :  “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164.)  sırrına göre,bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet  (düşmanlık) ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini (düşmanlığını)  teşmil etmek, İnnel İnsane le Zaluum (“Muhakkak ki insan çok zalimdir.” İbrahim Sûresi, 14:34.)  sîga-i mübalâğa (şiddet ve önem kipi)  ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet (düşmanlık sebebi) ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir (bulaşması ve yansıması özelliğidir). Ve ondandır ki,“Dostun dostu dosttur”2  (Nechü’l-Belâğa, s. 748-749)  sözü durub-u emsal (atasözü) sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir”sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam!  Hakikat böyle gördüğü halde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına (yakınlarına ve akrabalarına)  adâvet (düşmanlık) etmek ne kadar hilâf-ı hakikat (gerçeğe aykırı) olduğunu, hakikatbîn (hakikati gören)  isen anlarsın.

 

DÖRDÜNCÜ VECİH

 

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Vechin esası olarak birkaç düsturu dinle:

BİRİNCİSİ: Sen mesleğini ve efkârını (düşüncelerini) hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat  “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkın yoktur. Ve Aynurrıda an külli aybin kelile,  velakinne aynussuhti tübdil mesaviya  (Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise çirkinlikleri gösterir.” Ali Mâverdî, Edebü’d-Dünyâ ve’d-Dîn, s.10; Dîvânü’ş-Şâfiî, s.91.)   sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan (batıllık, haksızlık)  ile mahkûm edemez.

İKİNCİ DÜSTUR: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her  doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülâmel (ters tepki) yapar.

ÜÇÜNCÜ DÜSTUR: Adâvet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki  adâvete  adâvet et, onun ref’ine (kaldırmaya, çıkarmaya)  çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için  mü’minlere  adâvetetme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara  adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet  hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır. (düşmanlığa en layık sıfat düşmanlık sıfatıdır).

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder (ziyadeleşir).  Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame (devam)  eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.

 

İza ente ekremtel kerime melektehü

Ve in ente ekremtel Leime temerreden

 

 hükmünce, mü’minin şe’ni (özelliği), kerîm (cömert ve şerefli) olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm (kötü, kınayıcı) bile olsa, iman cihetinde  kerimdir (cömert ve iyilik sahibidir). Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur.

 Öyle ise,

 “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” Furkan Sûresi, 25:72.

“Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” Teğabün Sûresi, 64:14.

 (Bağışlamak diyor ufak tefek kırğınlıkları bağışlamak (zarara uğratmış hakkını vermemiş gibi suçlarda buna dahildir. Ama adam öldürmek gibi büyük suçları, şeriat hükmetse hemen öldürenden ölenin hakkını alır öldüreni öldürür. Bir adam öldürmenin cezası böyle olursa. Şeriat hükmetse: onbinlece kişiyi öldürtenlere acaba nasıl ceza verir?)

(Sen)desâtir-i kudsiye-i Kur’âniyeye (Kur’anın kudsi düsturlarına) kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

 DÖRDÜNCÜ DÜSTUR:

Ehl-i kin ve adâvet (kin ve düşmanlık sahipleri), hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

 Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi (hasedçiyi)  ezer, mahveder

yandırır. Mahsud (kendisine hased edilen) hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî  hüsün (güzellik) ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faidesi az, zahmeti çoktur.

Eğer uhrevî (ahirete ait manevi) meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyâkârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Acaba birgün adâvete (düşmanlığa) değmeyen birşeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

 

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini (pişman olacağını) beklemek.

 

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh (bağışlama)  ile ve ulüvvücenaplıkla (kerem ve cömertlikle)  mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.

Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz  umur-u dünyeviyeye (dünya işlerine), güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit (şiddetli) bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir (şiddetli zalimliktir) veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme.Bak, hakikatbîn olan Hâfız-ı Şirazî’yi dinle:

“Dünya öyle bir metâ (kıymetli mal) değil ki nizâa (çekişmeye) değsin.” Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Hem demiş:

“İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret (iyilikle geçinme)  ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir (barış içinde davranmaktır).”

1-(Divân-ı Hâfız, s. 14 (5. Gazel)

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda (yaratılışımda)  adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

 

Elcevap: Sû-i hulk (kötü ahlak) ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet (pişmanlık), gizli bir tevbeve zımnî (örtülü) bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Câ-yı dikkat (dikkat çekici) bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin (dindar)  bir ehl-i ilim (hoca), fikr-i siyasîsine  muhalif (siyasi düşüncesine zıt)  bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde (küfürle itham ederek) tezyif (hakaret) etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,  Euzu billahi mineş Şeytanirracim  dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim. ( Biz Müslümanlar her hal ve hareketimizi din ölçüleri ile yapmalıyız. Seçimde oy vermeyide dini ölçüler ile yaparız. Bilhassa şahsi ma’nevinin re’yini alarak yaparız. Eğer Nurcu isek Nurtalebelerinin temelini teşkil eden Ağabeylerin re’yini alarak ona göre oy veririz.)

BEŞİNCİ VECİH

 

Yukarıda zikredilen düstur:Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.

Eğer denilse: (sual edilse) “Hadîste, “İhtilafü Ümmeti rahmetün” denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.

“ Hadiste zikredilen  tarafgirlik meslekte, mazlum avâmı (halk tabakasını) Kurtarıyor,Meslekte dedim. (Evet biri Berber olur biri terzi olur biri bakkal olur  ve hayatlarınıu devam ederler. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün halkı tek bir meslekte olsa hayat söner )

“Hem tesadüm-ü efkârdan (fikirlerin çatışmasından) ve tehalüf-ü ukulden (düşüncelerin farklılığından) hakikat tamamıyla tezahür eder.”

 

Elcevap:

 

Birinci suale deriz ki: Hadîsteki ihtilâf ise, (yukarıda dediğim gibi)müsbet ihtilâftır. Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder. Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır.

Amma menfi ihtilâf ise—ki garazkârâne, adâvetkârâne (düşmanca)  birbirinin tahribine çalışmaktır—hadîsin nazarında  merduttur (reddolunmuştur). Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.

 

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne (art-niyetli), nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik  eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukàbil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona-hâşâ-lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

 

Üçüncü suale deriz ki:  Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr (fikirlerin çarpışması) ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde (vesile ve sebeplerde)  ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder.

Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne (şöhret tutkusuyla)  bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan (fikirlerin çatışmasından)  bârika-i hakikat (hakikat parıltısı)  değil, belki fitne ateşleri çıkıyor.

Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi (anlayış noktası) bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider (aşırıya kaçar), kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara (birleşeme imkanı olmamaya)  sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Elhasıl:  

 Desâtir-i âliye (dinden gelen yüksek prinsipler)   düstur-u harekât olmazsa, nifak (münafıklık) ve şikak (parçalanma)  meydan alır.

 “Allah için sevmek.” Buharî, Îman: 1; Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:146.

 “Allah için nefret ve buğzetmek.” Buharî, Îman: 1; Ebû Dâvud, Sünnet: 2; Müsned, 5:14

“Hüküm Allah’a aittir.” Mü’min, 40:12; Kasas, 28:70; En’âm, 6:57.)

Evet (böyle) demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

 

Câ-yı ibret bir hâdise: Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: “Neden beni kesmedin?”

Demiş: “Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.”

O kâfir ona dedi: “Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır”4 dedi. (Şeyh Şemseddin Sivasî, Menakıb-ı Cihar Yar-i Güzin, (Osmanlıcası), s. 294.)

 

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:  Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş.Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.

 

Câ-yı teessüf (üzüntü veren) bir hâlet-i içtimaiye (sosyal hadise) ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî: 

“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde (hücum ettikleri bir anda)  dahilî adâvetleri (iç düşmanlığı) unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi (sosyal hayata faydalı bir prensibi iken) en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-i İslâmiyeye  hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm (saldırı) vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adâvetleri (düşmalıkları) unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye (Müslümanların sosyal hayatına) bir hıyanettir.

 

Medar-ı ibret bir hikâye:

Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti defedinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi.

İşte, ey Mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek (kolaylaştırmak), onların harîm-i İslâma (İslamın mahrem yerlerine) girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne (art-niyetli) tarafgirlik ve adâvetkârâne (düşmanca) inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?

 

O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan (imansız ve din-düşmanlarından)  tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve  mesâibine (musibetlerine)  kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var.

Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an, uhuvvet-i İslâmiyedir (İslam Kardeşliğidir). Bu kal’a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan (vicdana zıt)  ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye (Müslümanların menfaatlerine aykırı)  olduğunu bil, ayıl.

Ehâdis-i şerifede gelmiş ki:

“Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak (münafıkların) ve zındıka (dinsizlerin)  başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları (zararlı müthiş şahıslar), İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından (parçalanmalarından)  istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri  hercümerç (darmadağın)  eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”1 (el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:529-530; İbni Hibban, Sahih, 8:286.)

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı İnnemel Mü’minune İhvetün (Müminler hakikaten kardeştir) kal’a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz (sığınınız). Yoksa, ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. (evet görüyorsunuz İslam Âleminde ve memleketimizde bu çatışmaların başka sebebi yok, yalınız iman zayıflığı var. O sebepten din kartdeşi din kardeşini öldüriyor.)

Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mizanda (terazide) iki dağ birbirine karşı muvazenede (tartılmakta) bulunsa, bir küçük taş, muvazenelerini (dengelerini) bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir.

İşte, ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve husumetkârâne tarafgirliklerinizden, kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimaiyenizle alâkanız varsa, (“Mü’minin mü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.” Buharî, Salât: 88; Edeb: 36; Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 65; Tirmizî, Birr: 18; Nesâî, Zekât: 67; Müsned, 4:405, 409).  düstur-u âliyeyi  düstur-u hayat yapınız, sefalet-i dünyevîden (dünyada ki alçaklıktan) ve şekavet-i uhreviyeden (ahirette azaptan)  kurtulunuz.

ALTINCI VECİH

Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet (kulluğun ibadetin sıhhati), adâvet ve inatla sarsılır. Çünkü, vasıta‑i halâs ve vesile-i necat (kurtuluş sebebi) olan ihlâs (sadece Allah rızasını gözetme) zayi olur. Zira, tarafgir bir muannid (inadçı), kendi a’mâl-i hayriyesinde  (hayır işlerinde) hasmına tefevvuk (rakibine karşı üstünlük) ister. Hâlisen livechillâh (sadece Allah için)  amele pek de muvaffak olamaz. Hem hüküm ve muamelâtında tarafgirini tercih eder, adalet edemez. İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin (hayırli işler ve amellerin) esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle (düşmanlıkla) kaybolur.

Şu Altıncı Vecih çok uzundur. Fakat kàbiliyet-i makam kısa olduğundan, kısa kesiyoruz….

Mektubat-Bediüzzaman Said Nursi

Memleketimizdeki bu huzursuz günlerimizde bu Uhuvvet risalenden hisse alabilmek çok faydalıdır.  Zaten Prof Dr.Ahmet Akgündüz kardeşimiz 8 Temmuz cumartesi dersini Topkapıda: “Bu ara derslerimiz Uhuvvet Risalesinden olmalı” dedi ve kendisi de Uhuvveti okudu.

Buradaki bilgileri kardeşlerle paylaşmaktan memnun olan Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: