Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 6. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

ARADAN bir müddet geçtikten sonra Dr. Ali İhsan ve arkadaşı söz verdikleri gibi bu Müslüman Rus grubun davetine icabet ettiler. Kısa sohbetin ardından yeni Müslüman Rus’ların soru bombardımanı başladı. Cevaplar ise hep Risale-i Nur’dan oluyordu. Öylesine cevapların cazibesine kapıldılar ki, kendilerini bırakmak istemediler. Dr. Ali İhsan, Risale-i Nur’dan böylesine etkilenen bu insanların, kitap istemeyişlerine şaşırıyordu. Ellerindeki kitabı merak etti:

– Yahu şu sözünü ettiğiniz kitabınızı görebilir miyim, diyerek istedi.

Nikolay birden ayağa kalktı ve kütüphanenin en üst rafında sargılar içinde sakladıkları kitabı indirdi. İtina ile sargılarını açtı ve Ali İhsan’a uzattı. Bu arada hepsinin gözleri Ali İhsan’daydı. Acaba kitaplarını beğenecek miydi? Bu bilge kişinin de kendileri gibi bu kitabı takdir etmesini arzuladılar. Ali İhsan, paylaşmak istemedikleri kitabın, Risale-i Nur’dan Yirmi Üçüncü Söz olduğunu görünce, gayr-i ihtiyari gülmeye başladı. Ruslar:

– Ya siz sadece ismini ve kapağını görünce gülüyorsunuz. Bir de içindekileri okusanız, ne yapardınız, dediler.

Ali İhsan bu defa daha da yüksek sesle güldü. Ve çantasında bulunan Rusça’ya tercüme edilmiş Risaleleri bir bir çıkarmaya başladı. Her birini eline aldıkça:

– Bu ne?
– Tabiat Risalesi…
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî, deyip kenara koydu. Sonra ötekini eline aldı.
– Peki, bu ne?
– Ayetü’l-Kübra
– Avtor, (yazarı) Bediüzzaman Said Nursî. Onu da kenara koydu.
– Bu ne?
– Küçük Sözler…
– Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî. Sonra kendi kitaplarını eline aldı.
– Bu ne?
– Yirmi Üçüncü Söz
– Peki, Avtor, (yazarı)?
– Bediüzzaman Said Nursî!

Ruslar, almak istemedikleri kitabın da kendilerininkinden olduğunu öğrenince sevinçten uçacak gibi oldular. Meğer bu kitaplar, kendi kitaplarına rakip değil, kardeşmiş.

– Vay demek onlar da bizim kitabımızdan, deyip sevinçle birbirlerine sarıldılar. Hele bunların bir külliyatın parçaları olduğunu öğrenmek, onları eşsiz bir hazineye sahip olmuşçasına sevindirdi.

Yeni Bir Ufuk

Bu tanışma, onlara yepyeni bir ufuk açtı. Kitapların bulunduğu şehirdeki dershanenin adresini aldılar. En kısa zamanda oraya gidebilmenin hayalini kurmaya başladılar.

Ali İhsan ve arkadaşını yolcu eden Müslüman Ruslar, onların bıraktığı kitaplara adeta hücum ettiler. Her biri kitaplardan birini alıp okumaya koyuldu. Okuyan, elindekini diğeri ile değiştirdi. Böylece kitapları kısa zamanda devrettiler. Bu kitaplarda kafalarının içindeki sorulara cevaplar, komünizmin ruhlarına açtığı yaralara devalar buldular.

Ayrıca bu kitaplarda kalplerini okşayan, sebebini bilmedikleri bir sıcaklık vardı. Tekrar tekrar okuyorlar, her okuyuşlarında bu kitapların kendileri için yazıldığı hissine kapılıyorlardı.

O Günden sonra her hafta Cuma namazını kılmak ve dershaneye uğramak için tuttular

Ne Yapabilirim?

ABDÜLKERİM arabasını her zamankinden hızlı sürüp radyoevi parkına bıraktıktan sonra Resul’le birlikte radyoevine doğru hızlı adımlarla yürüdüler. İçeri girer girmez onları sekreter karşıladı ve:

– Sofia Hanım odasında sizi bekliyor, dedi.

Asansörle üçüncü kata çıktıklarında Sofıa Hanım’ın gerçekten odasının önünde kendilerini ayakta beklediğini gördüler. Tıpkı eskisi gibi üzerinde hastalıktan hiçbir eser yoktu. Şaşkındılar:

-Sofia Hanım, iyi misiniz?

– İyiyim, hem de çok iyi!

– Bizi çok şaşırttınız, nasıl oldu bu iş anlatır mısınız? Kendisi önden, onlar arkadan odasına girdiler.

– Oturun, siz gittikten sonra yaşadığım olayları anlatacağım. Sofia masasına geçti, Resul’le Abdülkerim de masanın önündeki koltuklara oturup Sofia’ya kulak verdiler. O anlattıkça hayretten hayrete düştüler. Sofia, son derece neşeli bir ses tonuyla olanları anlattı:

– Çocuklar, siz gittikten sonra çok ağladım. Neden sonra bıraktığınız Hastalar Risalesi’ni elime alıp, okumaya başladım. Okudukça içim açıldı, gönlüm ferahladı, ruhum rahatladı. Sadece ruhum değil, bedenimin de hafiflediğini, hastalığımın da azaldığını hissettim. Kitabı sabaha kadar tam altı kez okudum.

– Altı kez mi?

– Evet, tam altı kez okudum. Her okuyuşumda hastalığımın biraz daha hafiflediğini hissettim. Doktorlar beni kontrole geldiğinde, “Ben artık iyileştim, beni taburcu edin!” dedim.

– Olamaz böyle şey Sofia Hanım, tedavinizi yarıda bırakamayız, böyle bir sorumluluğun altına giremeyiz, dediler.

– O halde beni muayene edin, hastalığım eskisi gibi ise sizin dediğiniz olsun. İyileşmişsem, beni serbest bırakın gideyim, dedim.

Tekrar muayene ettiler, tetkikleri yaptılar. Hastalığımın onda bire düştüğünü söylediler.

– Hayret! Böyle bir şeye ilk defa rastlıyoruz. Gerçekten Sofia Hanım, hastalığınız büyük oranda iyileşmiş, bu kadar kısa zamanda bu nasıl oldu, anlayamadık, dediler.

Bunun üzerine onlara Hastalar Risalesi’ni gösterdim:

İşte, diye bağırdım, Benim hastalığımı iyileştiren budur! Doktorlar şaşkın gözlerle bir bana, bir kitaba baktılar. Buna bir anlam veremediler. Kitabın, bir hastalığı iyileştirdiğine ilk defa şahit oluyorlardı. Ama gerçek ortadaydı. Olmaz denilen şey olmuştu. Bu, Allah’ın, Said Nursî eliyle bana verdiği bir şifa idi. İşte işimin başındayım. Bunu Hastalar Risalesi’ne ve size borçluyum. Şimdi söyleyin bana gerçek dostlarım, sizin için ne yapabilirim?

Abdülkerim ve Resul, sevinçle şaşkınlığı ilk defa bu kadar yoğun yaşıyorlardı.

– Sofia Hanım, biz hiçbir şey istemeyiz, sadece sizin sağlığınızı isteriz, dediler.

Sofia:

– Hayır, sizin için mutlaka bir şeyler yapmalıyım.

– Kendimiz için bir şey istemeyiz. Gayemiz bu kitapları insanlığın hizmetine daha fazla sunabilmektir. Bu konuda bize yardım ederseniz, bizim için en iyi şeyi yapmış olursunuz.

– Tamam, zaten bundan sonra bu kitapların tanıtımıyla ilgili elimden geleni yapacağım. Ama ben, sizin için özel bir şey yapmak istiyorum, dostlarım.

Abdülkerim, Resul’ü göstererek:

– Bak, Sofia Hanım. Bu genç, hayatını bu davaya vakfetti. Bu kitapların yayılması için ta Azerbaycan’dan kalkıp buralara kadar geldi. Kitapların tanıtımı için yapacağınız her şey, aynı zamanda ona ve bize yapılmış bir iyilik olacaktır.

Tamam!

Sofia, davalarını nefislerinden daha üstün tutan bu gençlerin ihlâsından çok etkilendi ve hemen Resul’e dönüp:

– O halde Resul, bu haftadan itibaren radyoda birlikte programa başlıyoruz. Bu kitaplardan on beş dakika sen, on beş dakika ben okuyacağım, tamam mı?

– Tamam, bizim istediğimiz de bu zaten! Sofia Resul’e dönüp:

– Yalnız öyle Azerbaycan şivesiyle okumak yok. Sana gerçek Rusça nasıl okunur onu öğreteceğim, tamam mı?

– Tamam!

Sofia ile başlayan gergin münasebetin, kısa zaman sonra yerini sıcak bir dostluğa terk edeceğini kim tahmin edebilirdi? O ilk karşılaşma sahnesi Resul’un gözü önüne tekrar geldi. Kovularak çıkarıldığı odada şimdi sevgi ve hürmetle karşılanıyordu! “Ey Yüce Rabbim, sen nelere kadirsin! Dilersen zelil, dilersen aziz edersin! Ve sen dilersen dinini bir recül-i facirle (günahkâr bir kişiyle) de güçlendirirsin.

Bunun en çarpıcı örneği Sofia Valentinovna değil mi? Baştan nasıl da küçümsemiş ve nefretle reddetmişti. Ama şimdi mesleğinin ona kazandırdığı bütün maharetiyle ve şöhretiyle onların emrinde, dinin hakikatlerini tebliğ için çırpınıyordu. Bu, Allah’ın nurunu tamamlayacağı vaadinin tecellisinden başka bir şey değildi.

Neden Üzgünsün?

YİNE BİR Cuma günü, Nikolay ve diğer Müslüman Ruslar Petersburg’taki dershaneye vardılar. Dershanede onların sorularını cevaplayabilecek yeni bir Nur talebesi Ruslan Cemalov ile tanıştılar. Güzel bir Risale dersi yapıldı. O gün yine üst üste sorular sorup, yine tatminkâr cevaplar aldılar. Cemalov, sorularının cevaplarını Risaleler’den bulup okudukça, yüzleri güldü. Nikolay, kafasına takılan bir soruyu paylaştı:

Allah’ın birliği ile beraber, bütün kâinatı birden yönetmesi nasıl olur, dedi. Cemalov, henüz Rusça’ya tercüme edilmemiş olan bu bahsi, Türkçe On Altına Söz’den buldu. Okuyup açıklama yapmaya başladı. Maddi cisimlerin ve nuranilerin yansıması, güneşin gökte bir tane olduğu halde, yerdeki bütün şeffaf şeylerde yedi renkli ışığıyla ve ısısıyla bulunmasını anlattı. Nikolay adeta yerinde duramıyordu.

– Müthiş, diye bağırdı.

Dersin ardından sofra kuruldu, bir şeyler yiyip içtikten sonra sıra Ruslar’ı yolcu etmeğe gelmişti. Dershanede kalan Nur talebeleri arabalarına kadar onları yolcu ettiler. Yürürken Nikolay’ın düşünceli hali Cemalov’un dikkatini çekti. Yanına yaklaşıp,

– Hayrola Nikolay! Bir şey mi oldu? Seni düşünceli görüyorum, dedi.

– Evet, Cemalov!

– Hayırdır, söyle bakalım neymiş?

– Düşünüyorum da, sizin medreseniz var, sizinle ders yapacak kişiler var. Gelenlerin sorularına hemen cevap verebilecek insanlar var. Novgorod’da buna daha çok muhtaç olduğumuz halde maalesef böyle bir imkânımız yok. İşte ben buna üzülüyorum. Cemalov kendisine moral vermek için:

– Üzüldüğün şeye bak. Açarsınız bir dershane, biz de gelir gideriz, olur biter.

Bu cevabı alınca Nikolay’ın gözleri parladı:

– Sahi, dershane açsak gelir misiniz, dedi. Bu sorunun arkasında ne saklı olduğunu bilmeden Cemalov cevap verdi:

– Tabii geliriz, ne demek?

– Söz mü?

– Söz…

Nikolay, hemen eliyle Cemalov’un kolunu kavradı:

– Öyleyse haydi, medresemiz hazır, gidiyoruz, dedi.

– Yahu dur, bir dakika, nereye gidiyoruz, demeye kalmadan, kolundan sürüklemeye devam etti.

– Söz verdin, itiraz yok, gidiyoruz, dedi.

Meğer Nikolay, dershaneyi açmış, orada ders yapacak biri olmadığından Cemalov’u götürmeyi kafasına koymuştu. Kendisinden söz almak için de böyle bir plan düşünmüştü. Oysa Cemalov söz verirken, nasıl olsa Rusya’da bir ev tutmak öyle kolay değil, epey zaman alır. O zamana kadar bulundukları yerde hizmet de belli bir seviyeye gelir. Sonra gelir gideriz, diye düşünmüştü. Fakat Nikolay kurnazlık yapmıştı.

– Olur mu, böyle ani kararla gidilir mi? Buradaki ev arkadaşım ne der? hele bir görüşüp konuşalım demeğe kalmadan,

– Bak, dedi. Ve devam etti:

– Biz mafyayız, bizde söz senettir. Başka hiçbir şeye itibar etmeyiz. Söz verdin mi, sözünden dönemezsin. Gelmeyecek olursan, seni kendi yöntemlerimizle getirmesini biliriz!

Cemalov, bir mafya liderinin önceden kullandığı metotlarla iman hizmetinde bulunacağına ihtimal vermiyordu. “Yahu böyle apar topar olur mu?” diye düşünürken, nihayet arkadaşının tasdikini aldı ve bir oldu bitti ile Novgorod’un yolunu tuttular.

Cemalov Nikolay’ın otomobilinde Novgorod’a doğru yol alırken, kaderin hükmüne boyun eğdi ve olacakları merak etmeğe başladı. Bu arada Nikolay kendisine, eski hayatından, ailesinden, arkadaş çevresinden bahsetti.

Müslüman olduktan sonra mafya zamanından kalan bütün servetini haram diye bıraktığını ve hayata yeniden başladığını anlattı. Cemalov, “Keşke hepsini terk etmeyip, bir kısmını hizmette kullansaydın” diyecek oldu. Nikolay:

– Sen onların hangi yollardan kazanıldığını biliyor musun? Bilsen böyle demezdin, diye karşılık verdi. Haram yollarla elde ettiği servetinin hepsini bırakmıştı. Ailesini geçindirmek için de küçük bir manav dükkânı açmıştı.

Dediğin Gibi Olsun…

Novgorod’a vardıklarında yüksek bir binanın yedinci katında gayet güzel, dayalı döşeli bir daireye girdiler. Nikolay:

– Nur dersini akşam namazından sonra yapacağız, dedi. Akşam namazı dediği saat yirmi dörttü. Çünkü Rusya’da ‘Beyaz Geceler‘ sebebiyle geceler çok kısaydı. Akşamdan bir saat sonra yatsı, bir saat sonra da sabah namazı kılınıyordu. Cemalov, biraz da yorgunluğunu ileri sürerek:

– Nikolay şu dersi ikindiden sonraya alsak olmaz mı, dedi.

– Olmaz. Bu derse gelenler, senin bildiğin kimseler değil, onlar ancak o zaman gelebilirler.

Haa bir de söyleyeyim, sen hiçbir şeye karışmayacaksın. Kapıyı açmak, çay yapmak, ikram etmek hep bana ait. Sen sadece yerinde oturup ders yapacaksın, o kadar?

– Kim bunlar Nikolay, nasıl insanlar?

– Gelince görürsün, deyip geçiştirdi. Cemalov:

– Böyle müderris gibi ders okumak hoşuma gitmiyor, hizmeti müşterek yapsak olmaz mı?

– Olmaz, sen sadece ders okuyacaksın!

İçinden “Ne olacak, ne kadar da değişse, adam bir mafya babası degil mi?” diye geçirdi, ama yine de ona uymak zorunda kaldı.

– Peki, dediğin gibi olsun…

devam edecek…