Büyük Buluşma

Bu yazı: “Kızıl Meydan’dan Kıbleye Hidayet Hikayesi” başlıklı yazımızın 11. Bölümüdür. Yazının diğer bölümlerine ulaşmak için tıklayınız…

SOFİA’NIN naaşı onu sevenlerin kolları üzerinde kabristana götürüldü. Nikolay (Abdülkerim) yol buyunca düşündü. Hayat ne kadar kısa, dünya ne kadar geçici bir yerdi. Eğer üç ay önce tanışmış olmasalardı, belki de Sofia bugün bir ateist olarak ölecekti. Ne büyük bir inayetti. Dilinden şu cümleler dökülüverdi:

Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.” (Kasas Suresi, 56)

– Gerçekten kullarına yardım ve hidayet edecek yalnız O’ dur, diye içinden geçirdi. Kendisi de bir zamanlar komünist değil miydi? Eğer arkadaşı, bundan birkaç sene önce onu ele vermeseydi, hapishaneye düşmeyecek Kur’an’la buluşmayacak ve hayatını sorgulamayacaktı.

Haksızlığı görmese gerçek adaleti aramayacaktı. Önce İncil’le sonra gerçek hakikat Kur’an’la şereflenmeyecekti.

Evet, Abdülkerim ve arkadaşları, Kur’an’ın sayesinde hapisten kurtulmuştu. Dinini öğrenmek için büyük bir şevkle çalıştı. Eski yaşamının bütün karanlıklarını yeni diniyle nurlandırmaya başlamıştı.

Bir bir gözünün önünden geçti bu süreçte yaşadıkları. Abdülveli Özbekistan’a gitmişti. Bu arada diğer arkadaşları kendilerine yeni bir ev, yeni bir hayat kurmuşlardı. Abdülkerim bir manav dükkânı açıp kendine temiz bir yol çizmişti.

Abdülveli’nin dönmesiyle İslam’ın şartlarını ve o çok değer verdikleri Nur Risaleleriyle tanışmışlardı. Böylece eski yaşamıyla beraber Nikolay gitmiş, yerine hizmet dolu bir yaşamla Abdülkerim gelmişti. Nikolay’a Abdülkerim ismini Abdülveli vermişti.

Cuma namazı için gittikleri Petersburg’da Ruslan Cemalov yani Resul ile karşılaşmış, bu hizmet adamıyla birlikte birçok kişiye yardım eli uzatmışlardı.

Abdülkerim liderlik vasfıyla bu yolda da hizmet etmişti. Silahlı arkadaşlarına Resul’ün de yardımıyla Risale dersleri yapmış bir kısmının nurlanmasına vesile olmuştu. Hapishanedeki arkadaşlarını unutmamış, o koyu komünistlerin hayatını değiştirmişti. Onların en muhtaç oldukları meseleleri en iyi bilen, bir zamanlar bu azılı katil ve canilerin önderi olan Abdülkerim idi. Rusça’ya çevrilen Risaleleri her birine dağıtıp, onlarla hapishanede Risale dersleri yapmıştı.

Ne gariptir ki Sofia ile tanışmalarına sebep olan hikâye, hapishane müdürünün, yaptıkları dersleri bir kasete kaydedip yayınlamayı teklif etmesiyle başlamıştı.

Hapishaneden yola çıktıklarında Resul de Abdülkerim de radyoevinde karşılaştıkları Sofia’nın Müslüman olacağını, Nur davasına hizmet edeceğini nereden bilebilirlerdi?

Bir ateist olan Sofia, okunan Risale’lerle can bulmuştu. O değil miydi Yirminci Mektup’ta geçen o vurucu cümlelerin zihninde dönüp durmasına şaşıran. O değil miydi hastaneye yattığında, en yakınları bile yokken yanında, Abdülkerim ve Resul’ün gelmesiyle düşman bildiklerine dost olan.

Sofia tümör teşhisiyle hastaneye yattığında Abdülkerim ve Resul’ün ziyaretiyle yaşama yeniden başlamıştı. Hastalar Risalesi’ni defalarca okumuş ve mucizevî bir şekilde iyileşmişti. Geri kalan ya samını Risale-i Nur hizmetine adamaya karar vermişti.

Sesine hayran olunan, Rusça’yı en güzel ve düzgün bir diksiyonla konuşmasıyla meşhur olan Sofia, şimdi aynı meziyetlerini kullanarak, Risale-i Nur’un büyük kitlelere de ulaşmasını sağlamıştı.

Ömrünün son aylarında, yıllara tekabül edebilecek bir hizmet gerçekleştirmişti. Ve şimdi ebedî saadete doğru yol almıştı.

Abdülkerim, mezara ulaşıldığında bu düşüncelerinden sıyrıldı. Sofia’nın naaşı arabadan indirilip mezarın kenarına konuldu.

O büyük kalabalığın içinde sadece üç Müslüman vardı. Sofia, Resul ve Abdülkerim… Cenaze namazını kılmak üzere Resul ve Abdülkerim öne geçti. Biri imam, diğeri cemaat oldu. Vasiyetteki gibi Resul cenaze namazını kıldırdı. Kalabalık bir grup arkada bu manzarayı seyrediyordu. Ardından defin işlemi başladı. Resul Yasin-i Şerifi okudu, Abdülkerim de Sofia’nın hidayetine sebep olan Yirminci Mektup’u okumaya başladı.
O sırada Sofia’nın oğlu Resul’ün yanına yaklaşarak:

– Annem sizin için küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı.

– Tamam, verin bakayım.

– Hayır. Burada değil, evde vermemi söyledi. Eve gitmeliyiz. Resul, merak etti. Eve vardıklarında vasiyet kâğıdında şu notun
yazılı olduğunu gördü:

– Cenazemin defninden sonra eve gelinecek. Moskova’dan gelen bütün sanatçı dostlarıma evde ikram edilecek ve Resul onlara Risale-i Nur’dan ders okuyacak.

Ölürken de hizmeti düşünen bu kadının kısa zamanda kazandığı bu şuura bir kere daha hayran kaldılar.

Eve gelenlere ikram yapıldıktan sonra Resul Yirminci Mektup’tan ders yapmaya başladı.

“Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hamisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahi bini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tamsa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.”

Misafirler, Resul konuşmaya başlarken Sofia’nın ne kadar iyi bir insan olduğundan, meziyetlerinden bahsedeceğini düşünüyorlardı. Fakat Resul kitaptan ölüm ve hayatla ilgili bir şeyler okuyor ve izah etmeye çalışıyordu. Okunanlar dinleyenlerin daha önce duymadıkları tarzda ifadelerdi. Bu sözler, ölenden çok yaşayanlara hitap ediyor ve bu dünyadan ayrılanlar için daha güzel bir yer hazırlandığı na dair müjdeler veriyordu. Ölümü güzel gösteriyordu. Resul’u daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladılar.

“Yuhyi” Yani, hayatı veren O’dur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar: yüzde doksan dokuz meyvesi Onun’dur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nida eder, müjde verir ve der:

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenasını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevi, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm’a aittir. Masarif ve levazımatını O tedarik eder Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefine sahibi Zât’ın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâic, bir cihetle senin defter-i a’mâline geçer, sana bir hayat-ı bakiyeyi temin eder, seni ebedî ihya eder.

Sofia’yı sevenler dinledikleri sözlerden daha önce bilmedikleri ve düşünmedikleri şeyler duyuyorlardı. Cümleler onların duygularına, iç dünyalarına hitap ediyordu. Yaratıcı hakkındaki fikirleri farklı bir boyut kazanıyordu. Yaşamın zannettikleri gibi keşmekeş ve zalim olmadığı; Allah’ın her bir canlının yaşamına Rahmetiyle ve Keremiyle sahip çıktığı anlatılıyordu.

Resul okumaya devam etti:

“Yumit” Yani, mevti veren O’dur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bakiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkıyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Dinleyenlerin ölüm hakkındaki düşünceleri de derinden sarsıldı. Bir yokluğa gidiş olarak düşündükleri ölümün, aslında daha güzel bir hayata geçiş olduğundan bahsediyordu.

Bu da onları ölümden sonraki hayat hakkında bir daha düşünmeye sevk etmişti.

Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bakide huzur-u Kibriyâya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahimlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Halikı ve Mabudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.

Bu arada misafirlerden İslamiyet’le alakalı peş peşe sorular gelmeye başladı. Yaratıcı ve ahiret hayatıyla ilgili Resul’e pek çok soru yöneltildi. Sohbetin sırasında “Biz İslamiyet’i çok yanlış biliyorduk!” diye itiraflarda bulundular. Evet, Sofia hayatında olduğu gibi, ölümünde de hizmet etmişti…

“İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki: Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun?

Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemâl, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyle ise, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”

Bu cümlelerle Sofia, sanki onlarla konuşuyor ve onlara üzülmemelerini, kendisinin çok güzel bir âleme gittiğini, mutlu olduğunu söylüyordu.

“Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz.

Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.”

Son Söz Yıkılan Mezar!

KADIN SAFLIĞININ sembolü olarak aldığı Meryem ismiyle yeni hayata başlayan Sofia Valentinova, Rusya toprağına bir Meryem olarak düşer. Kıbleye yönelmiş mezarıyla bütün batıl inançlara sırtını dönerek. Kabri bir şiar-i İslam haline gelir. Novgorod mezarlığına her yolu düşene sanki “Dur yolcu geçme!” diye seslenir gibidir. Adeta kendi milletine yarım kalan tebliğini, yattığı yerden sürdürmektedir.

Fakat, çok fazla geçmeden bundan rahatsız olan Rus yetkililer mezar taşını kırıp yok ederek tebliğini susturmak isterler. Artık o da Üstad’ı gibi bir, “Yıkılmış Mezar“dır. Bu haliyle bile gönül verdiği Üstad’ına ne kadar da benzemektedir…

Bir insanın fikir ve inancını zorla yok edeceğini sananlar yine aldanacaklar. ‘Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek‘ diyen Üstad gibi, Sofia da bir çekirdek olarak Rus toprağına düştü. Ama inanıyoruz ki, o binler Meryem olarak dirilecektir.. Ve yine inanıyoruz ki, onun gibilerin mazlumiyeti, İstikbal semavatı ve zemin-i Rusya’yı İslam’ın beyaz eline teslim etmeye sebep olacaktır….

devam edecek….

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: