Kategori arşivi: Aile Sağlık

“Evlilikte Niyet Sözleşmesi”

Toplumun temel taşı olan ailenin sağlam ve güçlü temeller üzerinde kurulması gerektiğini vurgulayan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Son Sığınak Aile” kitabında 10 maddelik “Evlilikte Niyet Sözleşmesi”ne yer verdi. Sözleşmede “İki ayrı kişiyiz ancak bir bütünün parçalarıyız. Özgürlüklerimiz ve sorumluluklarımız arasındaki dengeyi unutmayacağız” denilerek ortak ideallerin ömür boyu sevgi, saygı ve güvene dayalı birlikte yaşama hedefi olduğu vurgulanıyor. 

Aşağıdaki maddeleri ön şartsız olarak kabul ediyorum.

1-İki ayrı kişiyiz ancak bir bütünün parçalarıyız. Özgürlüklerimiz ve sorumluluklarımız arasındaki dengeyi unutmayacağız.

2-Ortak ideallerimiz ömür boyu sevgi, saygı ve güvene dayalı birlikte yaşama hedefidir.

3-Büyük kararları birlikte alacağız. Karar verirken en önemli değerlerimiz açıklık, dürüstlük, karşılıksız sevgi ve empatidir. Yöntemimiz iyi iş birliği kurabilmek için birbirimizin isteklerini, duygularını ve ihtiyaçlarını anlama çabasıdır.

4-Farklı düşünsek bile birbirimizden çok şey öğreneceğiz, konuşarak ve sevgi dillerini kullanarak çözüm yolları geliştireceğiz.

5-Öncelikle bir diğerimizi değil, kendimizi geliştirmeye çalışacağız.

6-Birbirimizin özel ve sessiz anlarına ve estetik anlayışına saygı duyacağız.

7-Evimizi evrensel değerlere uygun kurallı bir ortam yapacağız ve bu kurallara birlikte uyacağız.

8-Diğer aile yakınlarımız ve büyüklerimiz bizim için değerli ve önemlidirler. Ancak özelimizin bizde kalmasına özen göstereceğiz.

9-İlişkimizde güven esas, kuşku istisnadır. Kriz anında aile büyüklerimin ve uzmanların hakemliğini kabul ediyorum.

10-Çocuklarımızın iyi yetişmesi için evimizin sıcak, sevimli ve mutlu eden bir ortam olmasının farkındayım.

Aile Psikolojisi

Aile kelimesi, Arapça kökü itibariyle, fakirlik ve yoksulluk yaşanılan yer demektir. Çünkü evlenme öncesinde, bir erkek sadece kendi geçiminden sorumludur ve belirli bir geliri vardır. Evlenmekle, eşinin geçim yükünün ve sonrasında çocuklarının da geçim sorumluluğunun altına girdiğinden kişi başına geliri, gittikçe azalır. Bu ise, geçimin zorlaşması anlamına gelir. Bu manasıyla evlilikle kurulan müesseseye, Araplar, ekonomik yönüyle aile demişler. Fakat iktisat ve kanaat ile, çocukların getirdiği bereket ile Allah ya o sabit geliri yeterli hale getirir veyahut babanın imkânlarını bollaştırır, daha güzel iş fırsatları verir.

Toplum, ailelerden meydana geliyor. Aile ise, anne-baba ve çocuklardan oluşur. Aileyi, hakiki aile yapan ailedeki her bir ferdin kendi konumunu bilmesi ve konumunun gereği olan vazifeyi sergilemesidir. Erkek, eşinin hak ettiği sevgi ve ilgiyi gösterdiğinde; kadın da eşinin hak ettiği saygı ve sevgiyi gösterir. Anne-baba, çocuğun hak ettiği sevgiyi, şefkati ve merhameti çocuğuna verdiğinde, çocuk da anne-babasının hak ettiği saygıyı, sevgiyi ve ilgiyi onlara gösterecektir. Bunlar fıtrat kanunlarıdır. Şu an ki huzur evleri, yetim evleri ve kadın sığınma evlerindeki birçok durum aslında fıtrat vazifelerinin ihmalinin neticesidir. Bu vazifelerdeki ihmal büyüdüğü için de Türkiye’de bu sığınma yerlerinin sayısı günden güne artmaktadır.

Bir anne ve baba, Peygamberimiz’in (ASM) dediği gibi “ Çocuğuna güzel isim vermek, onu güzel ahlakla terbiye etmek ve zamanı geldiğinde onu evlendirmek zorundadır. Bunlar evladın, anne babası üzerindeki haklarıdır.[1] Evladının hakkını vermemiş bir anne-babanın evladından tam manasıyla bir hürmet beklemeye hakları yoktur. Evlad buna rağmen gerekli saygı ve sevgiyi onlara gösterirse bu, onun faziletinden dolayıdır. Bununla beraber anne-babalık vazifesini hakkıyla yapan bir anne-babaya yaşlılık zamanlarında “ Öf dahi dememek, onları kınayıp incitmemek, onlara değer verdiğini gösteren güzel sözler söylemek, onları şefkat ve tevazu kanatları altına almak, onlar içinde Rabbinin merhamet ve şefkatini dualarında dilemek ” anne-babanın evladı üzerindeki haklarıdır.[2] Bu açıdan süreklilik taşıyan bir aileyi iç dünyası sağlıklı, hukuku çiğnenmemiş ve vazifelerine sâdık ferdler oluşturur.

İç dünyası sağlıklı ferdlerin oluşabilmesinin yolu ise, insanların kendi yapılarını doğru okumaları ve fıtratlarının gereği olan vazifeleri yapmalarıdır. Allah’a karşı vazifelerini hakkıyla yapan bir kişi, ailesi ve diğer insanlara ait vazifelerini de hakkıyla ve itina ile yapabilir. Evet, her bir insanda 3 temel yön var: Akıl-Kalb-Nefis… Bunlar, ruhumuzun bedene girmesiyle insanda ortaya çıkan bilinçli yapılardır. Akıl, düşünce yönümüzün kimliğini; kalb, duygu yönümüzün kimliğini; nefis ise, fiziksel yönümüzün kimliğini ve idaresini ifade eder.

Din, bizim düşünce-duygu ve fizik cephemizi dengeli ve düzenli hale getirmek istiyor. Bu seviyeye, “ sırat-ı müstakim ” ismini verir. Denge ile taşlar yerine oturur. Bu manada iç dünyasında taşlar yerine oturmuş dengeli her insan, iç âleminde bir aile gibidir. Bu ailede akıl, babadır; kalb, annedir; nefis ise, çocuktur.

Bir insan nefsinin hevesleri ve arzularını temel alsa, onun vücudunda nefis idareci olsa, onda çocuksu davranışlar ve ahlaksız bir karakter görünmeye başlar. Toplumdaki birçok “ sakallı çocuk ” hükmündeki kişilerde gördüğümüz üzere… İnsan kalbi, akıl ile nefis arasında tampon bölgedir. Tıpkı ailede baba ile çocuklar arasında annenin tampon bölge olması gibi… Bir kişi hayatında kalbi temel alsa, onda duygusallığın verdiği uç haller görünür. Bu ise psikolojik zararlara yol açtığı gibi, davranışlarda da dengesizliklere sebep olur. Bu yüzden bir insanda akıl, idareci; kalb, yardımcı olmalı; nefis ise, akıl ve kalbin velâyeti altındaki çocuk konumunda kalmalıdır. Tâ ki fıtrat dengesi bozulmasın.

İç dünyayı dengeleme konusunda en başarılı kişiler, hakiki dindar kişilerdir. Çünkü onlar sağlıklı bilgileriyle akıllarını, ibadetler ile de kalb ve nefislerini dengeliyorlar.

Sağlıklı ve dengeli bireyler, sağlıklı bir yuva kurabilirler. Evlilik, insanlık tarihi boyunca hep var olan ve yaşanan bir hadise… Bütün semavi dinler evliliği fıtratın gereği olarak doğru karşılamış; onu belirli kurallar içinde düzenlemiştir. Eşlerin ve çocukların hak ve sorumluluklarını fıtrat üzere belirlemiştir. Tâ ki huzurlu ve mesut bir yuva ortaya çıkabilsin. Bu manada Peygamber Efendimiz (ASM) döneminde bir genç yanına yaklaşır. Evlenmek ve aile kurmak isteyen birisi nasıl bir tercihte bulunması gerektiğini Hz. Peygamber’e (ASM) sorunca O şöyle der: “ Bir kadın ile 4 şey için evlenilir: Güzellik, zenginlik, asalet ve dindarlık. Sen dindarlığı tercih et, mesut olursun.[3] İnsan hayatının geneliyle ilgili olacak bir surette Hz. Ömer (RA), Peygamber Efendimiz’e (ASM)

İhtiyaçlarımızı gidermek için ne gibi faydalanılacak şeyler elde edelim?” diye sorunca Peygamberimiz (ASM) şu tavsiyede bulunur:

Faydalanılan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalb ve âhireti ile ilgili hizmetlerde ona yardım eden imanlı bir hanımdır.”[4]

 Aile, din açısından mukaddestir. Allahu Teala aile kurulmasından razı ve memnundur. Boşanmayı ise, zaruri bir ihtiyaç haline gelebildiği için helal kılmıştır. Fakat boşanma “ Allah’ın gazaplandığı bir helaldir.[5] Çünkü boşanma ile çocukların psikolojileri bölünüyor; geleceğe bakışları kararıyor ve anne babası hayatta olduğu halde, çocuklar yetim ve öksüz büyüyorlar. Toplumdaki binlerce canlı örnekte gözlemlediğimiz üzere… Dünya genelinde yapılan istatistiksel araştırmalar 1970’lerde Avrupa’da evlenme oranının binde 7-9 iken, son yıllarda bu oranın binde 4,6’ya gerilediğini gösteriyor. Buna mukabil boşanma oranları Avrupa’da her geçen yıl artmaktadır. Türkiye verilerine bakıldığında ise, 2017 yılında Türkiye’de yapılan evlilik sayısı, önceki yıla göre %4,2 düşmüş; fakat boşanma sayısı ise önceki yıla göre %1,8 artmıştır. Bu da gösterir ki, toplum hayatı ve aile müessesesi çatırdamakta; çocukların ise mağduriyeti katmerlenmektedir.

Evet, ailede ve toplumda en önemli ihtiyaç, huzurdur. Aile ve toplum huzuru ise, onları oluşturan bireylerin iç dünyalarında huzur olmasıyla mümkündür. Bu konuda yaşayan İslam âlimlerinden Yusuf el-Kardavi şöyle der:

 Bundan kaç sene önce “el-Muhtar” dergisinde Amerikalı parlak bir doktorun yazısını okudum, doktor diyordu ki:

“Bir zamanlar gençliğimde hayatın herkesçe kabul edilen güzelliklerini bir liste halinde sıraladım ve dünyevi isteklerle şu açıklamayı yazdım: Sağlık, sevgi, kabiliyet, zenginlik ve şöhret. Sonra da kibir ve gurur ile bunu yaşlı bir bilgeye gösterdim.

Yaşlı dostum bana şöyle dedi: ” Güzel bir liste. Zararsız da sıralanmış. Ancak bana öyle geliyor ki, en mühim madde unutulmuş. O olmadan liste taşınmaz bir yük olur. Bilge dostum, listenin üzerine bir çarpı çekti ve iki kelime yazdı: “Kalp Huzuru” Ve dedi ki: “İşte bu, Allah’ın seçkin kulları için sakladığı bir lütuftur. Allah çoklarına zekâ ve sağlık verir. Mal ise el kiridir. Şöhret ender değildir. Ama kalp huzurunu ancak takdir ettiği kimselere verir.

Ve izah yollu şöyle dedi: ” Bu, bana mahsus bir görüş de değildir. Ben sadece Tevrat’tan naklediyorum; Aurelius’tan ve Ladenis’ten naklediyorum. Bu hikmet ehli şöyle demişler:Ya Rabbi, dünya nimetlerini ahmakların ayağı altına ser; bana da huzurlu bir kalp ver.

O gün bunu kabul etmek bana zor geldi. Ancak yarım asırlık özel bir tecrübeden ve ince düşüncelerden sonra anladım ki, kalp huzuru bir hayat için tek idealdir. Ve artık biliyorum ki, diğer meziyetler insana huzur sağlama için zaruri değildir. Bu huzurun mal olmadan, hatta sıhhat olmadan da geliştiğini görüyorum. Huzur, kulübeyi saraya çevirebilir. Huzursuzluk da sarayı zindan eder.

Ailenin saray gibi bir mutluluk yuvası olması az önceki yaşanmış örnekte gördüğümüz üzere kalb huzuruna bağlıdır. Kalb huzuru ise, Allah’a iman ve Onu bütün kalbiyle sevmeye dayanır. Kur’an bu noktada der: “ Uyanın! Dikkat edin! Kalpler ancak ve ancak Allah’ı aşk ile zikretmekle tatmin olur, huzur bulur.[6] Allah’ı ise, Onu tanıyanlar hakkıyla sevebilirler. Akıl, Onun marifetini elde eder; kalb ise, Onu zikreder. Bu şekilde huzurlu ferdler, mesud yuvalar kurulabilir.

Ailede baba, akıldır; anne, kalbdir; çocuk ise, nefistir. Allah ailede psikolojik olarak şöyle bir görev dağılımı yapmıştır: Babaların şefkati, kız çocuklarına odaklanır. Çünkü kızlar, âciz ve kırılgan bir yapıya sahiptirler. Şefkat duygusu, fıtratı gereği, âciz ve güçsüzleri koruma altına almak ister. Annelerin merhameti ise, oğullarına odaklanır. Çünkü erkek çocuklar, doymak bilmeyen muhtaç bir yapıya sahiptirler. Merhamet duygusu, yapısı gereği, aç ve muhtaç kişileri doyurmak ve tatmin etmek ister. Bu yüzden kız çocuklarının babalarına, oğulların da annelerine daha çok nazı geçer.

Toplum ve ülke planında baktığımızda ise devlet, babadır; vatan, anadır; halk ise, çocuklardır. Devlet idaresinin sağlıklı olmasının yolu, idarecinin nefsinin terbiye edilmiş; akıl ve kalbinin kontrolünde yaşayan birisi olmasıdır. Aksi takdirde idareci, elindeki maddi imkânları nefsinin hevesleri ve hırslarına kullanabilir. Birçok ülkede gördüğümüz üzere… Bu ise, vatana ve her bir vatandaşa karşı bir hıyanettir. İdareci, duygusallık ve kalbi temel alırsa bu sefer ya baskıcı olur veya aşırı derecede şefkatli ve merhametli olur. İlk durum halkı isyan ettireceği gibi, ikinci durum da halkı şımartacaktır. Bu açıdan devleti, akıl idare etmeli, cesaret gibi duygular devletin yardımcısı olmalı.

Aile, toplum binasının yapı taşıdır. Aile müessesesi yok edilirse, toplum yok olur. Aile yapısı bölündüğünde toplum da bölünmeye başlar. Bu açıdan devletin vazifesi aileyi korumak; onu zedeleyici engelleri kaldırmak ve var olan problemleri çözecek formüller geliştirmektir.

Kâinat da bir ülkedir. Allahu Teala ise, bu ülkenin idarecisidir. Allah, fıtrata koyduğu kanunlar ile her şeyi idare eder. Kâinat krallığında aile, temel bir önem taşıyor. Bu açıdan ailede olabilecek problemleri önlemek ve aile fertleri arasında kaynaşmayı sağlamak için Allah kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç bir yapıda yaratmıştır. Genel olarak erkekler, sayısız ihtiyaçlara sahiptirler; kadınlar ise, fıtraten kanaatkârdırlar. Bu açıdan kadınlar azla yetinebilirler, fakat erkekler hırslı fıtratları gereği az ile yetinemezler. Bu hırslarıyla beraber erkekler, ihtiyaçlarını giderme konusunda genel itibariyle beceriden de yoksundurlar. Yemek yapma, temizlik yapma vesaire… Bu konularda kadınlar çok becerikli ve yatkındırlar. Ayrıca neslinin devamı açısından da erkek kendi kendine yeterli değildir. Bu manada bakılırsa erkekler, çok yönlerden kadınlara muhtaç kılınmıştır.

Kadınlar ise nahif, zarif ve güçsüz fiziksel yapıları ile korunmaya ihtiyaç hissederler. Bu açıdan bir kadının onu koruyucu bir erkeğe, onun sevgisi ve şefkatine ihtiyacı vardır. Şâir Basîrî, kâinat ülkesindeki tarafların birbirine ihtiyacını şöyle ifade eder:

Zen merde, civan pîre, keman tîrine muhtaç

Eczâ-yı cihan cümle biri birine muhtaç

Zen, kadın; merd, erkek demek… Civan, genç; pîr, ihtiyar demek… Keman, yay; tîr ise, ok demek…

Ayrıca kadın fiziksel olarak güzel yaratıldığı için, erkekten ister istemez eşine doğru bir sevgi akışı olur. Çünkü fıtrat, güzelliği sevecek şekilde programlanmış. Sevilen ve evlilikle sahiplenilen bir kadının kalbinden ise, eşine karşı ister istemez bir saygı duygusu yükselir. Erkek fıtratı, sevmek ve sahip olmak; kadın fıtratı ise, sevilmek ve sahiplenilmek ister. Karşılıklı güven duygusu eşliğinde bu sevgi ve saygı duyguları ailenin gözle görünmeyen tutkallarıdırlar. Karı-koca arasında emniyet ve güveni sağlayacak sır ise, kadının dindarlığı, iffet ve hayâsıdır. Bunların göstergesi ise, layıkıyla yaşanılan bir tesettürdür. Bu noktada Bedüzzaman Said Nursi aile hayatı hakkında kaleme aldığı Risalede şöyle der:

Tesettürsüzlük ve açık saçıklık, o emniyet ve güven duygusunu bozar, o karşılıklı hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü, açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzelini görmediğinden, kendini ecnebiye          ( yabancıya ) sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile ( karşılıklı hürmet ) gider.[7] İstatistiksel araştırmalar, evli herhangi bir kadının yabancı erkeklere ilgi göstermeye başladığında diğer erkeklerin %90’ını eşinden daha yakışıklı olarak bulacağını bize gösteriyor. Buna mukabil evli bir erkeğin ise, yabancı kadınlara ilgi göstermeye başladığında %95 kadını kendi eşinden daha güzel olarak bulacağını bize gösteriyor. Daha güzel ve yakışıklıyı görmek ise, fıtrat kanunları gereği onların sevilmesini ve istenilmesini netice verir. Bu ise, toplum hayatını yerle bir eder. Bu noktada dinin emrettiği gözlerini ve kulağını haramdan sakınma uygulaması, tam manasıyla koruyucu bir hekimliktir. Ki hem eşler arası sevgi ve saygı duygularını muhafaza etsin hem ailelerin bozulmasını engeller.

Bu noktaya dair Şekel bin Humeyd (RA) isimli genç bir sahabe Hz. Peygamber’den (ASM) ona devamlı edebileceği bir dua öğretmesini ister. O da şu duayı öğretir: “ Allah’ım, kulağımın şerrinden, gözümün şerrinden, dilimin şerrinden, kalbimin şerrinden ve üreme suyumun şerrinden sana sığınırım. [8] Demek bir zinanın ilk başladığı an, karşı cinsin sesini duyma ânıdır. Sonra süreç ona bakmaya ve karşılıklı bakışa ilerliyor; sonra konuşmaya geçiyor; sonra sevmeye uğruyor. Zinada çocuk, istenilmez. Çünkü onda hedef, zevktir. Oysa cinsellik, insan neslinin devamı için fıtrata konulmuş bir özelliktir. Dinin emrettiği evlilik, cinsel ihtiyacın meşru şekilde tatmini ve neslin bekasının temini amaçlıdır.

Çocuk, toplumun devamını sağlayan unsur olduğu gibi; aile fertlerini kaynaştırıcı ve evin merkezi olan unsurudur. Evdeki bütün hizmetler çocuklaradır. Bu manada Osmanlı Döneminde erkek çocuğa, “ mahdum ” yani “ kendisine hizmet edilen ”; kız çocuğa ise, “ kerîme ” yani “ bize değer katan, değerlimiz ” denilirdi.

Din, ailede her sahada görev dağılımı yapar. Ailenin dış işlerinden ve geçim kaynaklarından baba; iç işleri ve ev idaresinden anne sorumlu tutulur. Her ailenin toplumsal kimliği, babayla; kendi içsel kimliği anneyle temsil edilir. Bu açıdan dinde, ev içi vazifeler âtıl kalmaması için kadın çalışmaya ve sosyal hayata girmeye zorlanmamıştır. Kendi isteğiyle çalışabilir; kazancı da kendisine ait olur. Fakat aile içi vazifelerini aksatmamak kaydıyla… Bu manasıyla aile, küçük bir devlet ve topluma benzer.

Aile, bir okuldur. Baba, çocukların “ öğretmen ” idir ( muallim ). Anne ise, çocukların “ eğitmen ” idir ( mürebbiye ). Milli Eğitim Bakanlığı bu sistemi “ Tâlim ve Terbiye Kurulu ” ile Bakanlık çapında düzenleyip yapıyor. Baba, tâlim yapar, anne ise, terbiye eder. Tâlim için belirli bir mantık, sistematik ve disiplin gerekir. Terbiye içinse duygusal yaklaşım, sabır ve süreç esastır. Ahlak, ilmin hayat haline gelmesi olduğundan terbiyenin eseridir. Bu açıdan çocukların ahlakı, annenin bir sanat eseridir. Güzel ahlaklı ve sabırlı bir anne, ahlak âbidesi çocuklar yetiştirecektir. Bu noktadan her ülkenin ihtiyaç duyduğu ahlaklı ferdler, aile denilen okulun ve annelerin mahsulüdürler.

Ailenin verdiği ahlak, haya ve edebe dair yaşanmış bir vakayı Prof. Dr. Alaeddin Başar yazdığı bir kitabında şöyle anlatır:

 ” Lise son sınıftaydım. Bir gün hocamız sınıfa girdiğinde, tahtada ahlâk dışı bir resim ve uygunsuz bir yazı ile karşılaşmıştı. Rengi bir an değişti…

Hiçbir şey söylemeden silgiyi aldı ve tahtayı yavaş yavaş silmeye başladı.

Çok kızdığı belliydi. Belki de, böyle yapmakla sinirlerinin yatışmasını bekliyordu. Daha sonra tahtanın önünde birkaç kez gitti geldi… Sonunda bize dönerek:

Çocuklar! ” dedi.İleri görüşlü olun!

Bir şey anlamamıştık. Ne demek istemişti? Resimle bu sözün ne alakası vardı? Kısa süren bir sessizlikten sonra şöyle sürdürdü konuşmasını.

Evet, İleri görüşlü olun. Sadece bulunduğunuz günü, mevsimi, çağı düşünmeyin. Hiç olmazsa, hayalen on-onbeş yıl sonrasına gidin.

Bugün öyle şeyler konuşun, yazın, çizin ki, o gün oğlunuza yahut kızınıza ‘ namus, haysiyet ‘ dersi verirken yüzünüz kızarmasın. “

Sınıfta çıt çıkmıyordu… Resmi çizen arkadaşın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Hocamız devam etti konuşmasına;

Bugün öyle bir hayat sürün ki, yarın hayat arkadaşınızın yüzüne utanmadan bakabilesiniz. Bu zavallı da, beni sağlam ayakkabı sanıyordemeyesiniz kendi kendinize…

Bu sözler hepimizin kafasına çivi gibi işlemişti…[9]

Evet, kadınların fıtratını bozmak aileyi yıkmak demektir. Din, fıtrata uygun bir aile ve toplum hayatı istiyor. Bu manada Kur’an, bir fıtrat haritasıdır. Kur’an bize insan, aile,  toplum, dünya ve Âhiretin fıtratının haritasını sunuyor. Kur’an şeytanın, şeytanlaşmış fikir ve akımların kadın fıtratını bozmaya yöneleceklerini Bakara suresinde şöyle ifade eder:

204– İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Halbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır.

   205 – İş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, kadını ve nesli helak etmek için koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.

Çoğu mealler âyetin Arapçasındaki “ hars ” kelimesini “ ekin ” manasına çeviriyor. Oysa aynı surenin 223. Âyeti kadınları,              “ kendisinde ekin biten bir tarla ” ya yani “ hars ” a benzetir. Kadın tarladır; çocuklar ise, ekindir.

Evet bir toplumu helak etmek için en kestirme yol aileden itibaren yıkıma başlamaktır. Aileler ise, kadının fıtratını bozmakla yıkılır. Anne fıtratı bozulunca, nesil de bozulur.

[1] Buhâri, Akika 1, Edeb 108; Müslim, Fezâil 62; İbn Mâce, Edeb 3; İbn Kayyim el-Cevziyye, s. 159;

[2] İsra suresi, 23-24.

[3] İbni Mâce, Nikâh: 6.

[4] Tirmizî, Tefsirü’l-Kur’ân.- 48, İbn-i Mâce, Nikâh: 5.

[5] Ebu Davud, Sünen, Talak: 3. H. No: 2177. İbn Mace, Talak: 3. H. No: 2018.

[6] Rad suresi, 28.

[7] Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Hikmet.

[8] Ebû Dâvûd, Vitir 32; Tirmizî, Daavât 74. Ayrıca bk. Nesâî, İstiâze 4, 10, 11, 28.

[9] Hülya’ya Mektuplar, Zafer Yayınları.

Tarhan: “Üstün zekalı kavramı çocuğun narsist eğilimlerini besliyor”

Toplumda özel yetenekli çocuklar için kullanılan ‘üstün zekalı’ ve ‘üstün yetenekli’ kavramları, tanımlanırken yapılan hatalar nedeniyle çoğu zaman birbirinin yerine kullanılıyor. Bilimsel olarak üstün zekalı ve üstün yetenekli tanımlamalarını kullanmadıklarını ifade eden Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Üstün denildiği zaman çocuk ‘ben üstün zekalıymışım’ diyor. Kendini zeki ve üstün görüyor, diğer çocuklara karşı kendisine narsistik eğilimleri besleniyor, ego kabarması oluyor” dedi. Tarhan, ailelere çocuklarının fiziksel ve sosyal gelişimlerini görebilmeleri için Denver Testi uygulanmasını tavsiye etti.
 

Üstün zekalı tanımı, ego çocuğun egosunu şişiriyor

Bilimsel olarak üstün zekalı ve üstün yetenekli tabirlerini kullanmadıklarını belirten Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Çocuk etrafındakiler tarafından üstün zekalı olarak tanımlandığı zaman ‘ben üstün zekalıymışım’ diyor. Kendini zeki ve üstün görüyor, diğer çocuklara karşı narsistik eğilimleri besleniyor, ego kabarması oluyor. Üniversitede ‘Özel Yetenekliler Araştırma ve Uygulama Merkezi’ adında bir bölüm açtık. Bu programa girdiği zaman kişinin kendisiyle ilgili algısı değişiyor” dedi.

Matematiksel zekanın yerini çoklu zeka aldı

Özelliği olan çocuğun üstün olduğu anlamına gelmediğini söyleyen Tarhan, “Bu durumlarda üstün zeka, üstün yetenek yerine özel yetenek diyoruz. Bir özelliği olan çocuk geldiği zaman bu üstünlük anlamına gelmez. Bu toplam kalitede vardır. Daha önce zekâ tekil kabul ediliyordu,  matematiksel zeka deniyordu. Daha sonra çoklu zeka olduğu anlaşıldı. Çoklu zekada da sosyal, müziksel, içsel ve duygusal zeka var. Bütün bu özelliklerin toplamı olduğu zaman bir zekadan bahsedilir. Zeka tekil değil çoğuldur, sabit değil değişkendir tarzındaki görüş kanıtlandı. Bu nedenle bu çocukların sadece zeka alanında yüksek olması onun sosyal ve duygusal zekalarının da yüksek olduğu anlamına gelmiyor. Beyninde bir sorun olur, örneğin kişi otistiktir. Einstein öyle, evliliği yürütememiş, sosyal ilişkilerde başarılı değil ama deha derecesinde müthiş bir matematiksel zekası var” dedi.

Zeka testi yapılırken kişi olduğu gibi değerlendirilmeli

“Zeka yetenekler kümesidir” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, sözlerine şöyle devam etti:

“Kişide zamanlama, sıralama ve benzeri aykırılıklar, farklılıklar olur. Çeşitli testlerle ölçülen becerilerdir. İlk zeka testini bulan Stanford’a soruyorlar ‘Zekâ nedir?’ diye. Net bir cevap bulamıyor ve en sonunda ‘Benim testimin ölçtüğü şeydir’ diyor. Testler var ama o testler de her şeyi tam ölçmüyor. O yüzden zekayla ilgili değerlendirme yaparken kişiyi olduğu gibi ele almak gerekiyor. Kişiye özel bir durum var. Bazı kişiler bazı alanlarda güçlü, bazı alanlarda zayıftır. Bazı kişilerin zekası yetersiz görünür ama bazı alanlarda olağanüstü olabilir. Onun için özel yetenekli olan gençlere özel bir yaklaşım gerekiyor. Mantıksal zekası yüksek olanlar çok kolay öğrenir. Sınıfta hocanın anlattığını ben biliyorum der, hoca sorduğunda gerçekten de bildiği görülür. Bir anlatışta kapmış. Mantıksal zekası yüksek olan bu çocukları özel olarak eğitmek gerekiyor.”

Wisc-r Testi suistimal edildi

Bir dönem Türkiye’de Wisc-r Testi uygulandığını belirten Tarhan, “Bu testte 120’nin üzerinde olanlar parlak zekalı kabul ediliyordu ve onlara özel eğitim statüsünde uygulamalar yapılıyordu. Fakat daha sonra her şeyin suistimal edildiği ortaya çıktı. Wisc-r Testi’nin eğitimini insanlara verdiler, çocuklara testi yapa yapa öğrettiler. Bu sefer zekası ortalama 100 civarında olan bile o derse gittiği zaman 120 üzerinde çıktı. Bunun üzerine Türkiye’de kaldırıldı. Daha ayrıntılı testler var, mantıksal ve matematiksel zekayı ölçüyor. Matematiksel zekanın gerçekten doğuştan gelen bir yönü var. Şöyle ki; genlerinde insan boyunun 1.80 olduğu yazılıysa ve eğer iyi beslenip, iyi yaşarsa 1.80’e kadar boyu uzar. Ama iyi beslenmez, iyi yaşamazsa 1.70’lerde kalır. Zeka da böyle, genetik olarak anne ve baba zeki olduğu zaman çocukta da öyle olur. Burada hızlı öğrenebilmek önemli. Yani beyne aslında bilgisayar metodolojisiyle yaklaşırsak bilgisayarın işlemci hızı yüksekse o bilgisayar zekidir. Hızlı öğrenir hızlı kapar ama bilgisayar sadece işlemciden ibaret değil. Bellek var, odaklanabilmesi lazım. Diğer birçok fonksiyonu var” dedi.

Beyni zorlarsak zekamızı geliştirebiliriz

Dikkat eksikliğinde kullanılan bazı ilaçların öğrenme hızı üzerinde doping etkisi yapıp öğrenmeyi artırdığına dikkat çeken Tarhan, “Fakat etkisi geçince kişiyi depresif yapıyor, ilacı bırakamaz hale geliyor. Bu, beynin işletim sistemini hızlandırmaktır. Öyle bir şeydir ki beynimizi zorlarsak zekamızı geliştirebiliriz. Amaç burada beynimizi zorlamak. Mesela body yapan gençler kaslarını zorluyor, saatlerce çalışıyorlar, terliyorlar sonra üçgen vücut ortaya çıkıyor. Buna benzer şekilde kişi beynini de zorlarsa, zora talip olursa, zor problemler çözerse ve rutine razı olmazsa zekayı geliştirebilir. Japonların bir yöntemi var, bir şey yapıldığı zaman ‘daha iyisi mümkün mü?’ diye sorarlar. Bunu yaparak zekayı geliştiriyorlar. Mevcutla yetinmek, statükoculuk, korumacılık zekayı köreltiyor. Yeni deneyimler, yeni tecrübeler ve merak duygusu zekayı iyileştiren etkenlerdir” dedi.

Osmanlı döneminde tek kişilik sınıflar vardı

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ‘Doğuştan gelen bir sermaye var. Biz ve çocuğumuz bunu nasıl kullanacak diye düşünmemiz lazım’ dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Özel yetenekli olan çocuklarda bunu iyi kullanmamız lazım. Diğer çocuklar grup içerisinde öğreniyorlar, oynuyorlar. Fakat özel yetenekli çocuklar diğerlerinden farklı özelliklere sahip olduğu için gruptan ve toplumdan ayırmadan özel derslerle, güçlü oldukları alanlarda özel eğitimlerle desteklenirse fark oluşturuyorlar. Hatta bunu Osmanlı fark etmiş, Enderun mekteplerinde tek kişilik sınıflar oluşturmuşlar. Nevzat Yalçıntaş hoca İngiltere’ye gittiğinde tek kişilik sınıflarda dersler verildiğini görmüş. Neden böyle yapıyorsunuz diye sorduğunda hoca gülüp ‘Bunu biz sizden aldık, Osmanlı eğitim sisteminde bu var’ demiş. Bunlar özel yetenekli çocukları alıyorlar, güçlü yeteneklerini ortaya çıkarıyorlar. Buna yetenek yönetimi deniyor. Yetenek yönetimi yapılıyor ve yeteneğine göre ihtimal iklimi içerisinde ona fırsat veriliyor.”

Ebeveynler profesyonel yardım almalı

Ebeveynlerin çocuklarında özel yetenekler olduğunu öğrendiklerinde genellikle çok mutlu olduklarını belirten Tarhan, “Annelerde bu durumla daha çok karşılaşılıyor. Annenin dünyasında en önemli unsur, çocuğunun geleceği için iyi eğitilmesidir. Fakat ebeveynlerin böyle bir durumda hoşuna gideni değil de doğruya talip olması gerekiyor. Bu yüzden profesyonel bir yardım gerekebilir. Biz böyle durumlarda çocuğu taramalardan geçiriyoruz. Çoklu zekayla ilgili bütün becerilerine, öğrenme bozukluğu durumuna, sosyal öğrenmesine ve non-verbal öğrenmesine bakıyoruz. Öğrenmeyi sadece verbal yani sözel öğrenme olarak değil de sözel olmayan emosyonel, sosyal ve davranışsal öğrenme olarak kabul ediyoruz. Bütün bu taramaları yaptıktan sonra çocuğa şu alanlarda şöyle bir destek faydalı olabilir diyoruz” dedi.

Sınıf ortalamasının üzerindeki çocuk sıkılmaya başlıyor

Sınıfta çocuk hep ortalamanın üzerinde oluyorsa bir süre sonra sıkılmaya başlıyor diyen Tarhan, “Böyle çocukların ayrıca birebir onun seviyesindekilerle eğitim alması sağlanmalı. Rehberlik Danışma Merkezleri bunun için var. Çocuk bir alanda başarılı olunca özgüveni de oluşuyor. Onu mutlu da ediyor. Bilgisayarda başarılı, resimde başarılı. Nerede başarılıysa o alana yönlendirelim ama sadece tek ilgi alanı o olmasın. Tek bir alanda süper olursa onun dışında evliliği başaramıyor, iş hayatında başaramıyor” dedi.

Özel eğitim formatı değişiyor

Özel eğitimde formatın değişmekte olduğunu ifade eden Tarhan, “Nörobilim temelli özel eğitimler var. Beyin temelli eğitimlerle bir insanın bacağı kırıldığı zaman bütün vücudu değil sadece bacağı alçıya alınır. Bazı kişilerde öğrenme bozukluğu varsa bir alan bozuksa sadece o tedavi edilir. Tüm beyine ilaç yükleme yapılmaz. Onun zayıf olan yeri neresiyse orası güçlendirilir. Bunun gibi çocuğun bir tarafı başarılı olduğunda herkes alkışlayacak diye ön plana çıkarırken diğer sosyal becerilerini, ince motor kaba motor becerilerini, sosyal becerilerinin hepsini düşünerek ortaya çıkarmak gerekir. Danver diye bir test var. Bu testleri yaparak çocuğu tanıdıktan sonra çocuğa danışmanlık desteği alınması gerekiyor” diye konuştu.

Yetenek avcıları gençleri keşfediyor

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ‘kişilerde zaten mutlu bir aile ortamı varsa yetenekler kişide farkında olmadan ilerliyor’ dedi ve sözlerine şöyle devam etti:

“Engelle karşılaşmamış, önü açılmış oluyor. Bu nedenle sosyal desteğin iyi olması önemli. Lisede ve üniversitede bu tarz bir öğrenciyi öğretmen keşfettiği zaman yetenek yönetimi dediğimiz yetenek avcıları vardır. Yetenek avcıları gider bu tarz gençleri keşfeder onlara özel eğitimle onun geleceğiyle ilgili birçok kazanım sağlamış olur. Eğitim sistemimizde bu özel yetenekli çocuklarla ilgili yetenek avcılarını geliştirmek lazım. O çocukları bulacaklar, onların üzerinde beceri kazandıracaklar. Bu erişkinler için de geçerli. Zaten yöneticilerin en önemli özellikleri yetenek yönetimi yapabilmeleri. Şu kişi şu işi daha iyi yapar, şu kişi şu işi burada daha iyi yapar diyebilmeleri önemli. Bu birazda liderlikle ilgili. Lider iyiyse yetenek yönetimini iyi yapar ve bununla ilgili deneme ve yanılmayla fazla uğraşmadan ilerleyebilir. Yetenek yönetimi vizyonuyla bakarsak bu tarz kişileri iyi yönetebiliriz. Bakmazsak, bu kişiler harcanıyorlar.”

nevzattarhan.com

Tarhan: “Aile değerlerini bilirsek aileyi iyi yönetiriz”

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan İçişleri Bakanlığı’nın düzenlediği 106. Dönem Kaymakamlık Kursu Vizyon Eğitimi Programı kapsamında Kaymakam adaylarıyla bir araya geldi. “Ailede Yeni Doğrular” başlıklı konferansta 21. Yüzyılda ailenin önemine dikkat çeken Tarhan, “Aileye ait değerleri iyi bilirsek ailemizi iyi yönetiriz. Unutulmamalıdır ki ailenin de kişiliği vardır ve aile canlıdır.” Dedi.

“Değişen dünyada aile de şekil değiştirdi”

Covid-19 pandemisinin bedelinin ödendiği alanlardan birisinin de aile kurumu olduğuna değinen Tarhan; “Bazı toplumlar bu durumdan olumsuz etkilendi, Çin’de boşanmalar arttı. Şu anda aile kurumunda yeni doğrular ortaya çıkmaya başladı. 21. yy dolayısıyla zaten yeni doğrular oluşmaya başlamıştı şimdi bu doğrular daha da ön plana çıktı. Günümüzde artık evler büyük ama aileler küçük, aya gidiyoruz ama kapı komşumuzu tanımıyoruz, yüksek gelir durumu var ama daha az huzur, sayısız ilişkimiz var ama gerçek sevgi sıfır noktasında. Değişen dünyada aile de şekil değiştirdi.” İfadelerini kullandı.

“21. Yüzyıl becerilerinde kuşaklar önemli rol oynuyor” 

Tarhan, sözlerinin devamında 21. yüzyıldaki değişikliklerde kuşakların da çok önemli rol oynadığını belirterek; “X,Y ve Z kuşaklarının da unutulmaması gerekiyor. X Kuşağı radyo kuşağı, Y Kuşağı televizyon kuşağı, Z Kuşağı ise sosyal medya kuşağı olarak adlandırılıyor. Teknoloji ile temas Z kuşağında daha yüksekken örgütsel bağlılık X kuşağında daha fazla.

Özgüvenli olma ve konforculuk eğilimine baktığımız zaman bu konuda da yine Z kuşağının oranları daha fazla çıkmakta. Fakat ahlaki normlara bakıldığında X kuşağında daha fazla, Z kuşağında ise çok az olduğunu görmekteyiz.

Dürtü kontrolün Z kuşağında düşük seviyede olması bağımlılığı da arttırmıştır. Z kuşağı öyle bir kuşak ki, evlenmeyi ayak bağı olarak görüyor. Z kuşağındakiler dini, milli ve ideolojik aidiyetlere ne gerek var? Diyor.” Şeklinde konuştu.

“İttihat ve Terakki’nin yüz yıl önceki sloganıyla Z Kuşağının sloganları aynı”

Doğayla, küresel ısınmayla ilgilenmek onlara göre daha önemli diyen Tarhan; “Eğer Z kuşağının sosyolojisini çözemezsek, sosyolojilerine uygun davranmazsak tarihe bize hata yaptıran kuşak olur. Yakın tarihimize baktığımız zaman bu örneği İttihat ev Terakki’de görmekteyiz. İttihat ve Terakki’nin yüz yıl önceki sloganlarıyla Z kuşağının bugünkü sloganları aynı. İttihat ev Terakki de özgürlük, adalet, eşitlik diyordu, şu andaki gençlik de aynı şeyi söylüyor. Z kuşağını korku politikalarıyla yönetirsek bu kuşağı kaybederiz. Onun için güven esaslı politikalar üretmemiz gerekiyor.” Şeklinde konuştu.

“Aile kurumunda altı önemli madde”

21. yüzyıl becerileri ve aile konusunda altı önemli madde olduğuna değinen Tarhan; “İlk madde objektivizm. 21. Yüzyılda objektivizm daha çok ön plana çıktı. Objektif olmayan kişi olaylara sadece kendi penceresinden bakar. Ama objektivizmde bütünlük anlayışı esas. Olaylara bütüncül bakabilmek önemli. Bir diğer kavram ise relativizm. Bu konuda çoğulculuk çok önemli. Çünkü ayrımcılık insanlığa aykırıdır. Irkçılık zaten bu çağın en önemli sorunlarından birisidir. Üçüncü madde olan emotivizm de karar verirken duyguları göz önüne almayı hedefler. Çünkü insan psikolojik bir varlıktır. Diğer bir madde olan konnektivizm, bağlantısallığı ifade eder. İnsan ilişkisel bir varlık. 20. Yüzyılda birey önemliydi, ön plandaydı ama 21. Yüzyıla baktığımız zaman ailenin kutsal olduğunu gördük. Batı kültüründe hala daha aileye gereken önem verilmiyor ve hatta çift terapistleri boşanma terapisti gibi çalışıyorlar. Beşinci madde olan nörobilim temelli öğrenme, 21. Yüzyılda deneyimleyerek örenmenin önemini bize anlattı. Akılda kalmayan bilgi, kuma yazılmış gibidir aradan zaman geçince unutulur gider. Bu elektriksel öğrenmedir. Ama nörobilim temelli öğrenme kimyasal öğrenmedir ve taşa yazılmış gibidir. Taşa yazılmış bilgi asırlarca kalır ama kuma yazılan bilgi ilk rüzgârla gider. Altıncı madde ise değer içerikli eğitim. Nesiller bu anlayışa göre yetiştirilmeli. Bütün bu değerleri aynı anda kullanabilen kimse, 21. Yüzyılın insanı olacak.” İfadelerini kullandı.

“Aile değerlerini bilirsek aileyi iyi yönetiriz”

Örgütsel psikolojide ailenin büyük bir birey, bireyin ise küçük bir aile olduğuna dikkat çeken Tarhan; “Bireyin kendisini yönetmesi ile patronun işletmeyi yönetmesi benzer dinamiğe sahiptir. Aile kültürü, ailede paylaşılan değerler, yaşanan hayat senaryoları, normlar, varsayımlar, semboller, etik standartlar, ritüeller, hikâyeler, inanç sistemleri, dil ve rol modeller kümesidir. Bu maddelerin hepsi ailedeki değerleri oluşturuyor. Biz eğer bu değerleri iyi bir şekilde bilirsek ailemizi iyi yönetiriz. Unutulmamalıdır ki ailenin de kişiliği vardır. Aile canlıdır.” Dedi.

nevzattarhan.com

Çocuklara Yardım Niyetiyle Yapılan Kötülükler

Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babalar, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek.

Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye çalışan  anne abalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar.

Her şeyleri hazır olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır. Doktor tarafından anne adayına ağır kaldırmayacaksın deniyor o da bunu en küçük bir iş yapmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğumda zor olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı, normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir.

Anne ile çocuk arsındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün birçok anne tarafından sıkıntısız olmasından dolayı sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir.

Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek harcamadan dünyaya gelen çocuklar, beslenmeleri de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de biberonla (hazırlığı alıştırma ve hazır mama) yapılınca çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir.

Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında bebeğini emme davranıştan mahrum bırakmaktadır. Anne ile çocuk arasındaki sevgiyi bağlarını güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor.

Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle  “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor.

Anneyi emmek; başlangıçta çocuklar için çok zordur ve emek gerektirir. Oysa emmek bebeklerin birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır. Zekâ gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana bıraksak da çocuk emme davranışıyla ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir.

Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk, biberon yüzünden öğrenememektedir. Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslenmekle de kalınmıyor. Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir.  Yemekleri anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri içinde kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden çocuğun ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha geçilmiş olacaktır.

Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların hallerini gördükçe bir eğitimci bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı olarak hissediyorum.

Köyde büyüyenler bilir. Bağ bahçe zamanında genelde herkes bağ bahçeye gittiğinden evde kimse olmaz. Bizlerde okul zamanında öğle tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimiz kendimiz hazırlardık. Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız otomatik değildi. Ocağı çakmakla yakar çayı ocağa koyardık. Çayla birlikte sofraya koyduğumuz zeytin, peynir, yoğurt ve kümesten getirip yağda pişirdiğimiz yumurtaları da yer okula tekrar geri dönerdik.

İkindi vakti okuldan geldiğimizde rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde; “Oğlum mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canı ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine sanki bir mesaj yollar gibiydi.

Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, çocuklara bırakın mutfakta bir şey hazırlamalarına müsaade etmek, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa sokulmamaktadır. Bugün üniversite okuyan birçok kız öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de çay yapmasını bilmemektedir. Erkek çocuklarının da kız çocuklarından kalır tarafı yok. Birçok erkek çocuğu her şeyi otomatik olan ocağı kullanması dahi bilmemektedir. 

Çocukları hazırcılığa alıştırma konusunda yürümeyi öğrenirken de devam etik. Çocuklar doğru dürüst emekleme davranışını kazanmadan bu seferde düşmeden yürümesini öğrenmeleri için örümceklere bindirdik. 

Yürümesini örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka yürümek yerine ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında geçmektedirler. Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden tutmak istemeyen çocuklara da düşer diye her şeye rağmen izin vermedik. Başka bir ifadeyle düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni fazlasıyla yaptık.

Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar. Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır. 

Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar. Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan çıkmalarını sağlar.  Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba da oğluna:

“Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler. Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için uçamadan ölmektedir.”

Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük. Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük. Bu anlamda düşmek (yerinde ve zamanında) demek tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir. 

Almanya I. Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II. Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikleri içindir. Biz I. Dünya Savaşı’nda aldığımız yarayla II. Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen bugün Almanya ve Japonya gibi güçlü ekonomimiz yoksa bu, düştükten sonra kalkmasını öğrenemediğimizden kaynaklanmaktadır.

Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık.

Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına yürüyemez diye yürümelerine yardım ettiğimiz çocuklara bugünde tek başına yiyemez diye yemek yemelerine yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversite de tercihlerine sonra iş bulmalarına ve evlenmelerine en sonunda da boşanmalarına yardım ediyoruz.

Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz. Çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir.

Her şeyi anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden okulda olduğu kadar sosyal hayatta da sorumluluk almaktan korkacaklardır. Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman bağımlı bir kişi olacaklarından hayatta hep birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten çok yönetilmeye müsait kişiler olacaklardır.

Mehmet Emin Karabacak – cocukaile.net