Kategori arşivi: Bölgelerden Duyurular

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Bediüzzaman Said Nursi, eline tesbihini alıp köşesine çekilmiş bir sufi değildir. Hayat serencamına baktığımızda Avrupa’da İslamiyet’e olan merak ve düşüncelerden birkaç yolla haberdar olmuştur. Şöyle ki:

Eserler ve Çeviriler: Batılı düşünürlerin ve İslamiyet’e dair araştırmalarının çevirileri Osmanlı topraklarında da yaygındı. Hem Şarkiyat hem de Oryantalistlerin faaliyetleri neticesinde. Üstad Bediüzzaman, klasik Batı felsefesini, modern bilimi ve Doğu-İslam ilimlerini karşılaştıran bir ilmi perspektife, genişliğe ve vukufiyete sahipti. Avrupa’daki gelişmeleri özellikle Tanzimat Dönemi’nden sonra Osmanlı’da yaygınlaşan tercüme faaliyetleri aracılığıyla takip edebiliyordu zaten. O dönemin Osmanlı yayın dünyası bu konuda çok aktifti. Hatta gazetelerde bile bu yazılara yer verilmekteydi.

Seyahat Eden Aydınlar ve Diplomatlar: Osmanlı aydınları ve diplomatlarının Batı’da yaptığı seyahatler sırasında İslamiyet’e dair gözlemler ve Batı’daki tartışmalar, Osmanlı topraklarına taşınıyordu. Bu bilgiler kitaplar, raporlar veya şahsi yazılar yoluyla ulaşılabilir.

Gazeteler ve Dergiler: Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde Osmanlı’da birçok gazete ve dergi yayınlanıyordu. Bu yayınlar Avrupa’daki düşünsel akımları ve İslamiyet’e olan ilgi gibi konuları da işliyordu. Özellikle Batı’nın İslamiyet’e yönelik tutumlarını veya İslam’ın Batı düşüncesindeki yankılarını takip etmek mümkündü.

Osmanlı’nın Batı’yla İlişkisi: Osmanlı, Batı ile sürekli bir etkileşim halindeydi. Bediüzzaman, devletin Batı ile olan bu ilişkilerinden ve Batı’daki İslam tartışmalarından haberdar olabiliyordu. Avrupa’daki materyalizmin etkilerini görerek, buna karşı İslam’ın hakikatlerini savunan eserler yazdı. Bu eserleri Avrupa dillerine de tercüme edilerek herkese ulaşmasıyla tebliğ ve irşat amacına yönelik hareket etmiştir. 

Şahsi Görüşme ve Mektuplar: İslam coğrafyasından gelen âlimlerle temas kurduğu biliniyor. Bu âlimler, Avrupa’daki gelişmeleri de tartışıyor olabilirlerdi. Mesela, Musa Bigiyef (Mûsâ Bekûf) ve Mustafa Sabri Efendi arasında olan meseleden haberdar olması gibi:

“Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf’a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.” (bk. Lem’alar, 28. Lem’a, Bir Suale Cevap.)

Batı’ya Eleştirel Yaklaşımı: Bediüzzaman batı felsefesine dair eleştirilerini Risale-i Nur’da sıkça dile getirmiştir. Bu, onun Batı düşüncesini derinlemesine incelediğini, takip ettiği ve İslam’ın hakikatlerini o düşünceye karşı nasıl savunabileceğini anlamaya çalıştığını gösterir. Özellikle pozitivizm, materyalizm gibi akımları eleştirirken Batı’daki bu fikirlerin köklerine vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Eserlerindeki üslup bunu göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, Avrupa’daki İslamiyet merakına dair bilgisi, hem kendi araştırmaları hem de dönemin aydınlarının getirdiği bilgilerle şekillenmiştir.

Mesela, “Nur Çeşmesi” isimli eserinde bu kişilerin sözlerine yer veren Bediüzzaman’dan Carlyle’nin bir yazısına bakalım.

Kahramanlar, Peygamber,  Thomas Carlyle

THOMAS CARLYLE: 

Bu yazı Thomas Carlyle (D. 1795 – Ö. 188) tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş­ “Kahramanlar” isimli eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünya­nın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oy­nadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. Bu, Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rous­seau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.

“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”

“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”

“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, ‘Hayır, asla!’ diye karşılık verecektir.”

“ ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”

“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kâinatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”

“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.”

“Kendisine yük­lenilen -gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün ‘ihti­ras’ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, ‘dünya nimetlerinden ya­rarlanmak’ için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan (haşa) olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: ‘İşte ben buradayım!’ Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”

“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: ‘Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?’ Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”

“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”

“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek, büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.”

“Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?”

“Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”

“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, ‘Kim­dir o?’ diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: ‘Allah’tan başka Tanrı yok­tur.’ ‘Allah-u Ekber’ ve ‘İslam’ kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”

“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.”

“Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”

“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.” (Thomas Carlyle, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.)

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır:

“Kur’an Serapa Samimiyet ve Hakkaniyetle Doludur

“Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” Carlyle (İşarat-ül İ’caz, KUR’AN SERAPA SAMİMİYET VE HAKKANİYETLE DOLUDUR!)

Carlyle ‘Kur’ân’ın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir.’ dediği zaman, şüphesiz, doğru söylemişti.(İşarat-ül İ’caz, KUR’AN’IN CİHANŞÜMUL HAKİKATİ…Doktor City Youngest.)

“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, ‘Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?’ diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: ‘Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.’ Yine Carlyle demiştir ki: ‘Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.’ İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.”

{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.} (İşarat-ül İ’caz, Bakara Suresi 23-24. Ayetlerin Tefsiri.)

Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.

“Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlyle, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: ‘O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: ‘İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi?’ Kendisi kendine ‘Evet’ ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: ‘Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından bir şey çıkmaz, ilââhirihî…’.” (Muhakemat, Üçüncü Makale, Dördüncü Meslek.)

“Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.” (Lem’alar, 14. Lem’a, İkinci Makam)

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Selam ve Dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

 

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem’in hayatında duanın çok büyük bir yeri vardı. Zira “De ki, eğer dualarınız olmasaydı Rabbim size değer vermezdi.”(1) ve “Onlara de ki “Kullarım sana benden sordukları zaman Ben onlara çok yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin çağrısına icabet ederim.”(2) ayetleri onun kalbine vahyedilmişti. O bu ayetlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle hayatının her alanında, o alanın konumuna uygun ve o alana büyük bir mana yükleyen çok geniş kapsamlı dualar ederdi.

Evinden dışarıya çıkarken; Allah’ın adıyla (dışarıya çıkarım). Allaha tevekkül ettim (güvendim). Hiç bir kuvvet ve hareket Allah’ın izni olmadan gerçekleşemez. Allahım, (dışarıdaki hayatımda) dalâlete düşmekten (bir şeyin en mükemmel şekli varken onun bir düşüğünü yapmaktan) veya başkasının beni delâlete düşürmesinden sana sığınırım. Ayağımın (sırat-ı müstakimden) kaymasından veya bir başkasının benim ayağımı sırat-ı müstakimden kaydırmasından sana sığınırım. Bir kimseye zulmetmekten (haksızlık etmekten) veya bir başkasının bana haksızlık etmesinden sana sığınırım. Yapmam gereken bir işi unutmaktan, veya bir başkasının benim hakkımda yapması gereken bir işi unutmasından sana sığınırım.(3)

Yeni bir elbise giydiğinde o yeni giydiği elbisenin ismini zikrederek şöyle derdi; Allahım, hamd yalnızca sanadır. Bu elbiseyi sen bana giydirdin. Senden bu elbisenin hayrını ve yapılış maksadının hayrını isterim. Bu elbisenin şerrinden ve yapılış maksadının şerrinden sana sığınırım.(4)

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem yemeği bitirdikten sonra, yatağa giderken, yataktan kalkarken, bir binite bindiği zaman, tuvalete girerken-çıkarken bir yere otururken-kalkarken, hatta zevcesi ile beraber olurken bile bu ve buna benzer bir çok dua etmiştir. Bu duaları inceleyen bir kimse Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemin, hayata ne kadar büyük manalar yüklediğini, ne kadar zengin bir iç dünyaya ve ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğu açıkça görür.(5) Meselâ bir meclisten kalkarken devamlı yaptığı şu dua ne kadar mühim ve ne kadar anlamlıdır. “Allahım senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver. Sana itaattan bizi cennete götüren bir parça ver. Dünya musibetlerini bize hafifleten yakini bir iman ver. Allahım, bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır. Ölümümüze kadar onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Bize düşamanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musibete uğratma. dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz; ilmimizin de ulaştığı son nokta yapma. Bize merhamet etmeyenleri üzerimize yönetici ve otorite tayin etme.(6)

Senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver; Allahın emir ve yasaklarını çiğnemek insanı hem dünyada hem de ahirette felaketlere sürükleyen büyük bir suçtur. Günahlar insanı dünyada korkunç zarara uğrattığı gibi ahirette de insanın ebedi hayatını mahveder. Bu günahlardan dolayıdır ki insan, bir kıvılcımı dünyayı kül eden cehennemi hak eder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan cenneti veya cennetin daha güzel yerlerini kaybeder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan iç dünyasını ve ruhunu tahrip ettiği için dünyada işlemediği suç, haksızlık ve zulüm kalmaz, böyle önemli ve hassas bir mesele karşısında beşerin efendisinin bizlere öğretmek için Rabbine yakarışı: Allahım, kalbime senin korkundan öyle bir pay ver ki, nefsim günah işlemeye yöneldiğinde o korku benimle günahın arasına girsin ve günah işlemekten uzak durayım. Temiz tertemiz bir insan olayım. Bembeyaz bir defter ve parlak bir yüz ile sana döneyim..

Sana itaatten, bizi cennete götüren bir parça ver; Kalbime sana itaat duygusunu yerleştir. Beni cennete ulaştıracak kadar sana itaat etmeyi bana nasip eyle.. O cennet ki, orada hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir insanın aklına hayaline gelmeyen güzellikler, nimetler, zevkler ve tadlar var.. Zira O sevgili bir başka duasında Rabbine şöyle yakarıyordu “Ey kalpleri evirip çeviren Allahım benim kalbimi sana itaata çevir..”

Dünya müsibetlerini bize hafiflettirecek yakini bir iman ver; Yakîn, kesin bilgi demektir. Kuran-ı Kerim ölüme “yakîn” ismini vermektedir. Çünkü insan öldüğü zaman melekleri ve perde arkasındaki dünyayı gözüyle gördüğü için ahiret, cennet, cehennem, yaratıcı ve alemin hakikatı hususunda kesin bilgiye ulaşır. İşte dünyada, bu yakini bilgi ve imandan pay alan bir kimseyi, cenneti ve cehennemi görüyormuş gibi inanan bir kimseyi nakillerde perde arkası hakkında verilen haberlere yakinen bağlanan bir kimseyi, dünyanın hangi bir musibet ve belası üzebilir ki?!

Ey güzel peygamberim! Bize ne yüce bir anlayış, ne geniş bir ufuk, ne büyük bir talep öğretiyorsun!.. Allahım, perde arkası hakkında bana öyle bir iman ver ki, başıma dünyanın hangi musibet ve belası gelirse gelsin, o belalar bana bu imanla hafif gelsin, beni üzmesin..

Bu duayla Efendimiz aleyhissalat-i vesselam, Rabbinden, dünyanın sıkıntılarına karşı bir nevi ruhî donanım istemektedir. Zira bu gücün zayıflığından dolayıdır ki bir çok insan kendisine isabet eden bir bela, bir musibet karşısında ezilmekte, yıkılmakta ve ruhsal bunalımlara düşmektedir. O nedenledir ki bu dua, dünyanın her türlü acılarını, belalarını ve sıkıntılarını, çeşidi ve şiddeti ne olursa olsun, büyük bir müjdeye, kolaylığa ve rahatlığa çeviren engin bir muhtevaya sahiptir.

Allahım bizi yaşattığın müddetçe, kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır; Bu da çok önemli ve büyük bir taleptir. Zira bir çok insan bazen gözünü kaybederek, bazen işitmesini yitirerek, bazen kendisine felç isabet ederek başkalarına muhtaç hale düşmektedir. Hele “yaşlandığımda eğer elden ayaktan düşersem ben ne yaparım?” sorusu hepimizin en büyük endişesidir. İşte günümüzde bir çok insanın kendisine sahip olamayacak duruma gelince en yakınlarının bile kendisini terkettiğini görünce bu cümlelerin ne büyük değer taşıdığını daha iyi anlıyoruz. Bize bu acıyı tattırma Allahım..

Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et; Haksızlıklar ve zulümler günden güne artmaktadır. İnsanlar, başkalarının haklarına ve hukukuna saygı göstermemektedir. Böyle olunca da hayatta bir çok haksızlıklar ortaya çıkmaktadır.

İşte böyle durumlarda Allah’ın yardımını talep etmek bizim için büyük bir teselli, huzur ve sevinç kaynağıdır. Zira bir başka hadis-i şerîfte sevgili peygamberimiz “Mazlumun bedduasından kork. Zira mazlumun bedduasıyla Allah arasında hiç bir engel yoktur.”(7) buyurmaktadır.

Bizi dinimizde Musibete uğratma; Musibet ve belamızı dinde verme. Namaz kılmamak, oruç tutmamak, günah işlemek, inancı bozuk olmak, Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmemek vb. gibi şeyleri dinde musibete uğramaya misal verebiliriz. Dünya işlerinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse, dünyanın en büyük acılarını çekse bile, ölüm ile bütün bu acılardan kurtulur ve ahirette mutlak mutluluğun kaynağına ulaşır. Oysa dinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse bir yandan dünya hayatını mahvettiği gibi, öte yandan ahiret hayatını da zehir eder, işte bundan daha korkunç bir felaket olamaz!.. Dininde musibet ve belaya uğramayan ve dini hayatı düzgün olan bir kimse ise hem dünyasını hem de ebedi hayatını cennet eder. O nedenle bu dua son derece mühimdir.

Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz yapma; En önem verdiğimiz, öncelikli meseleler arasına dünyayı yerleştirme. Günümüzde milyonlarca insanın en önem verdiği öncelikli meseleler arasında hep dünya gelmektedir. Dünyaya önem verip ahireti bir kenara atan bir kimse dünyayı doğru yorumlayamadığı için bir çok haksızlıklara sapar. Oysa ahireti unutmayan bir kimse ise dünyayı doğru yorumladığı için onu ebedî güzelliklere ulaşmaya bir vesîle yapar. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) dünya hayatını, bir yerden başka bir yere yolculuk yaparken bir ağacın gölgesi altında dinlenen, sonra kalkıp yoluna devam eden bir adamın ağacın gölgesi altındaki durumuna benzetmiştir. Akıllı bir insan ömür sermayesini ağacın gölgesinde harcayarak ebedi yolculuğunu perişan etmez.

Dünyayı ilmimizin ulaştığı son nokta yapma; Burada dünya ile kast olunan fizik âlemidir. Duyularla hissedilen madde alemi, şuhûd alemidir. Bir de fiziğin ötesinde, perdenin arkasında (metafizik) bir alem var.. Gayb alemi… İşte Efendimiz bu duayla şöyle demek istiyor. Ey Rabbimiz! Bizim ilmimizi bu fizik (şuhûd) alemiyle sınırlandırma.. Perdenin arkasındaki alemden de bize bilgiler ver.. İlmimiz maddeyi de aşıp madde ötesine taşsın..

Günümüzde bile pozitif bilimler dünya kadar bilimsellikle boğuşurken ondört asır önce çölün ortasında okuma yazma bilmeyen bir ümmi’nin fiziğin ötesine taşan bir ilmi Rabbinden talep etmesi ve “Allahım mevcudâtı hakikatine uygun olarak bize göster” diyerek yakarması derin bir anlayışı gösteren muazzam bir olaydır. İşte bu dualara icabet eden Rabbimiz Ona perdenin arkasından bir çok ilim vermiştir. Bu nedenle Efendimiz şöyle diyordu; “Hiç şüphesiz ki ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Sema çatırdadı. Çatırdamakta da haklı, zira semada dört parmak miktarı boş hiçbir yer yok ki bir melek alnını oraya koyup Allaha secde etmiş olmasın. Allah’a yemin ederim ki şayet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan lezzet almaz, dağlara çıkıp Allah’ın yardımını isterdiniz.(8)”

Bize merhamet etmeyenleri üzerimize otorite yapma; Bize merahmet etmeyen bir yöneticiyi üzerimize musallat etme. Bize acımayan, şefkat ve nezaket ile yaklaşmayan kimseleri bizim üzerimize güç, kuvvet ve iktidar sahibi yapma.

Her insanın üzerinde bir otorite vardır. Bu otorite anne, baba, koca ve öğretmenden tutun da siyasi iktidara hatta uluslararası güç odaklarına kadar uzanabilir.

Bir işçinin veya memurun kendisine acımayan zalim bir patronun veya amirin altında ne sıkıntılar çektiğini müşahade ettiğimiz dünyamızda – zira bu durumdaki bir kimse ne işi bırakabiliyor ne de devam edebiliyor- halkına merhamet etmeyip sadece kendi çıkarları için çalışan yöneticilerin altında ızdırap çeken halkları gördüğümüz günümüzde ey yüce Peygamber! Senin öğrettiğin bu duanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyoruz. En güzel selamlar senin üzerine olsun.

Rabbim Efendimiz’in (S.A.V) Dua’ları ile sana iltica ediyoruz. Rabbim Efendimiz (S.A.V)  duası ile onun ummetim kardeşlerim duasına nail olmayı nasip eylesin RABBİM AZZE VE CELLE…

HATİCE BAŞKAN

Dipnotlar:

1) Furkan: 77.

2)Bakara: 186.

3) Ebu Davud, Edeb 103, Tirmizi Daavat 34.

4) Ebu Dâvud, Libas 1, Tirmizi, Libas 28.

5) Maalesef günümüzde bir çok insan manasız ve anlamsız bir hayat yaşamakta, böylece duygu anlam ve his yoksulu bir nesil türemektedir.

6) Tirmizi, Daavât 80.

7) Buhari, Megazi 60, Müslim, İman 29.

8 ) Tirmizi, Züht 9

ERNA Gençlik ile Rotterdam’da Nübüvvet Yolculuğu

ERNA (European Risale-i Nur Association ) Gençlik yapmış olduğu başarılı çalışmalarına son halkasını Rotterdam´da ekledi. Programa Duisburg, Köln, Hannover, Hagen, Bielefeld, Mannheim, Wittlich ve Mainz Hizmet bölgelerinden katılan genç gruplar Risale-i Nur perspektifinden Nübüvvet, Risalet ve Sünnet i Senniye konusunu çok geniş ve detaylı bir şekilde ele aldılar. İki gün içerisinde Sunulan tebliğler ve değerlendirmelerin Avrupadaki Gençlerin bu konuda ne kadar ciddi çalışmalar yaptıklarını belgelemiş oldu.
Hazırlanan Sunumlar aşağıdaki başlıklardan yola çıkılarak Risale-i Nur Eserleri kaynak alınarak araştırılmıştır.

-Niçin Nübüvvet
-Nübüvvet Delilleri
-Peygamberlerin (AS) ve Peygamber Efendimiz (SAV) in Allah´ın varlığına delilleri
-Risaletin hususiyetleri,Vahiy ve Mucize
-Mucizelerin hususiyetleri,rehberliği
-Peygamberimiz (SAV) in en büyük Mucizesi
-Sünneti Seniyyenin çesitleri ve mertebeleri
-Marifetün Nebi
-Miracin hikmeti

Doç.Dr Kasım Yenigün’ün değerlendirmeleri ile ayrı bir ilmi seviyeye yükselen ERNA Gençlik, adım adım Avrupada´da Risale i Nur´u Akademik çalışmalar seviyesine doğru götürmektedir.
Rotterdan İslam Üniversitesi Rektörü Prof.Dr Ahmet Akkündüz´ünde teşrif etmiş olduğu program Pazar günü son buldu.

ERNA Gençlik grubunun bir çok çalışmalarından biri olan bu program 3 ay sonra farklı konular ve araştırmalarla yine Avrupa’daki Nur´lu Gençleri ilmi çalışmalara yönlendirecek.

www.erna-nur.com

Edirne’de Yapılacak Esnaf Okumasına Gidiyoruz

25-26 Aralık 2010 günü Edirne’de yapılacak olan Esnaf Okuma Programı, Trakya Bölgesinden, Yunanistan, Bulgaristan ve ayrıca İstanbul’dan gelecek ağabey ve kardeşlerin iştiraki ile gerçekleşecektir.

Risale-i Nur‘ları daha iyi anlama ve bu sayede Kur’an‘ın hakikatlerine nufüz edebilmek ve Peygamber Efendimiz‘in hakiki mahiyetinin ne olduğu idrak edebilmemizi temin etmek amacıyla bir araya geleceğiz. Bu vesileyle Kur’ana ve Sünnete uygun bir hayat prensibini hayatımızın birinci önceliği haline getirmek gayesiyle, kendimizden başlayıp, ardından aile ve çevremizi ve sosyal hayatımızı İman hakikatleriyle nurlandırmak ve hayatımıza tatbik edip yaşama metotlarını konuşacağımız bu programda buluşuyoruz.

Cumartesi ve Pazar günü olacak program aşağıdaki cetvel üzerine takip edilecektir.

İletişim: edirne@www.nurnet.org

Cumartesi Pazar
5.30 Teheccüd Namazı ve Sabah Namazı
7.30 İstirahat

9.00 Kahvaltı

9.30 Okuma

10.40 Haşiye (İkram)

10.45 Okuma

12.20 Öğle Namazı

13.00 Ders (Meslek Meşrep Dersi)

13.30 Çay + Simit

14.00 Okuma

14.30 İkindi Namazı

15.20 Ders

16.50 Akşam Namazı

17.30 Yemek

18.20 Yatsı Namazı

19.00 Çay

19.20 Okuma

20.00 Aile ve Çocukla İlgili Ders

21.00 Meyve

21.35 Okuma

23.00 Yatış

5.30 Teheccüd Namazı ve Sabah Namazı
7.30 İstirahat

9.00 Kahvaltı

9.30 Okuma

10.40 Haşiye (İkram)

11.00 Meşveret Kararları ve İnternet Hizmetleri

12.20 Namaz

13.00 Uhuvvet Dersi (Abdülvahid Mutkan Ağabey)

13.30 Çay

14.00 Okuma

14.30 İkindi Namazı

15.00 Namaz Dersi

15.30 Akşam Yemeği (Gidecekler İçin)

Yatsı namazından sonra umumi ders ve balkan hizmetlerinin anlatılması.

Programdaki değişiklikler buradan bildirilecektir.

Program bitmiştir: http://www.nurnet.org/edirne-okuma-programinin-ardindan/ adresinden programla ilgili habere ulaşabilirsiniz.