Kategori arşivi: Haberler

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-2

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-2

Risale-i Nur’un iklim değişikliğiyle ilişkisi

Risale-i Nur külliyatı, doğa ve insan ilişkisi üzerine geniş bir perspektif sunar. Bu perspektif, iklim değişikliği iddiaları gibi küresel bir sorun karşısında insanlara yol gösterici olabilir.

İktisat, kanaat gibi kavramlar insanları doğrudan iklim değişikliği konularıyla yüzleştiriyor.

Adalet ve Eşitlik

Bediüzzaman, tabiat kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılması gerektiğini vurgular. Bunu da hem sosyal sınıflar arasında yardımlaşma ile kolayca izah etmektedir.

Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır.

Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır.

Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden, zekat ve muavenettir.

Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahm kalmaz.” (İşarat-ül İ’caz, 45)

İklim değişikliğinin etkileri, özellikle yoksul ülkeler ve topluluklar üzerinde daha ağır sonuçlar doğurur. Zekât ve sadaka gibi İslamiyet’in sosyal hayata bakan içtimai meseleleriyle yoksulluk ve yoksunluğun en asgari seviye indirilebileceği ve toplumsal sorunların daha kolay çözülebileceğini ifade etmektedir.

Risale-i Nur’un adalet ve eşitlik vurgusu, bu durumun farkına varmamızı ve daha adil çözümler üretmemizi sağlar.

Gelecek Nesillere Karşı Sorumluluk

Risale-i Nur’da insanın sadece kendi nesli için değil, gelecek nesiller için de sorumluluk taşıdığı belirtilir. Bu hem maddi hem de manevi meseleler için geçerlidir.

İklim değişikliğinin en büyük etkilerini gelecek nesiller yaşayacaktır. Hani bir söz var “Dedesi limon yer torununun dişleri kamaşır.” Bu nedenle, Risale-i Nur’un bu şuur vurgusu, gelecek nesiller için daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için harekete geçmemizi bize hatırlatır.

İsrafın Zararları

Kat’iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.” (Mektubat, 285)

İnsanın ihtiyaçları doğrultusunda yaşaması gerektiği vurgulanır. Aşırı tüketim ve kaynakların israfı, Risale-i Nur’un bu düsturlarına aykırıdır.

Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir.

Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni yemektir.

Evet hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.” (Mektubat, 366)

Üstad, bu yüksek iktisadcılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir.

Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takib ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir.” (Tarihçe-i Hayat, 14)

Bilinçli Tüketim

Risale-i Nur, insanın bilinçli bir şekilde hareket etmesi gerektiğini vurgular. Bu, tüketim alışkanlıklarımızdan, enerji kullanımımıza kadar hayatımızın her alanında daha bilinçli olmamız gerektiği anlamına gelir. Bilinçli tüketim de iktisat ve kanaatin bir sosyal düzen halini almış halidir.

Kuvve-i zaika kapıcıdır dedik.

Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir.” (Lemalar, 140)

İnsanlar hayatın lezzeti için bir çok şeyi bilinçsizce tüketmektedir. Halbuki insanın lezzet için yaşaması bir çok sorunların kapısını çalmaktadır.

Yemek için yaşamak, lezzetin kulu kölesi olmak bilinçsiz ve sağlıksız bir tüketici olmamıza sebep olabilir.

Peki, bunlar pratikte nasıl uygulanabilir?

Çevre Bilinci Oluşturma

Risale-i Nur’un tabiat ve insan ilişkisi üzerine olan izahlar, okullarda ve toplumda çevre bilinci oluşturmak için kullanılabilir. Bu konular hakkında belgeseller, kısa metraj filimler etkili olacaktır.

Sürdürülebilir Yaşam

Risale-i Nur’un israfı önleme ve ihtiyaçlar doğrultusunda yaşama vurgusu, sürdürülebilir yaşam tarzlarının benimsenmesini teşvik edebilir. Bu konuda iktisat ve kanaat meselesinin alt başlıklarındandır.

“İktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir.” (Lemalar, 141)

İsraf, insanın kalitesizliğine bir sebeptir. Bu da sürdürülebilir hayat anlayışında kalitesiz bir hayata yol açar.

Siyasi ve Sosyal Etki

Risale-i Nur’un adalet ve eşitlik vurgusu, iklim değişikliği ile mücadele için daha adil ve etkili politikaların oluşturulmasına katkı sağlayabilir. Adalet sadece kanun önünde herkesin eşit olmasını ifade etmemektedir. Kâinattaki adalet anlayışıyla ve bunun vurgulanması ön plana çıkarılmasıyla daha etkili olacaktır.

Siyasi olarak devletleri yöneten hükümetlerin parlamentolarında bu konu üzerine çalıştaylar ve uygulamalar ve bu konuda çalışmaları teşvik ederek çevre bilinci oluşturmak için yapılan icatları teşvik için çevrepest şeklinde uygulamalar yapılabilir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin düşünceleri, iklim değişikliği gibi küresel bir sorun karşısında insanlara hem bireysel hem de toplumsal düzeyde hareket etmeleri için bir rehber niteliğindedir. Tabiatı korumak, gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak ve adaletli bir dünya kurmak için Risale-i Nur’un öğretilerinden ilham alınabilir.

Tabiatın Dilini Anlamak ve Kendimizi Tanımak

Tabiat, Bediüzzaman’a göre Allah’ın yarattığı bir eser olarak bize O’nun isim ve sıfatlarını gösterir.

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.

Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden On üçüncü dersten işittik.

Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır.” (Sözler, 235)

İnsan, bu “Kitab-ı kebir-i kainat kitabını” okuyarak hem Rabbini hem de kendini tanır.

İklim değişikliği, insanın bu dili doğru anlamayıp doğaya bilinçsizce müdahale etmesinin bir sonucu olarak görülebilir.

Bediüzzaman’ın “ahlaki kemal” dediği insani erdemler arasında mahlukata karşı sorumluluklarımızı da içerir; bu, iklim değişikliği karşısında manevi ve ahlaki bir uyanış gerektirir.

Manevi Boşluk ve Krizlerin Kaynağı

Bediüzzaman, insanın yalnızca maddi kazançlarla değil, manevi değerlerle de donanmasını mücehhez olması gerektiğini belirtir.

Manevi boşluk ve dünyevileşme neticesinde seküler ve vurdumduymaz insanların tabiatı hoyratça tüketilmeye başlamıştır. Anı yaşa, haz peşindeysen tüket.. vs bir sürü slogan üretilmiştir. Hedonizm’in zirvelere oynadığı bir zaman dilimindeyiz.

Bu durum iklim değişikliği gibi krizlere yol açar. Bediüzzaman’a göre insan, Allah’ın yarattığı her şeye saygı göstermeli ve onları korumalıdır. Bu manevi sorumluluk perspektifi, çevre sorunlarına sadece maddi veya bilimsel değil, manevi bir yaklaşım geliştirmemizi sağlar.

Kanaat ve İktisat: Sade Yaşamın Gerekliliği

Bediüzzaman, dünya hayatının geçiciliğine dikkat çekerek, insanları kanaate ve iktisada teşvik eder. Bu sebeple “İktisad ve Şükür Risalesi” isminde bir eser telif etmiştir. Bu risale sadece yeme içme şeklinde düşünülmesi yanlış bir tutumdur.

Aşırı tüketim alışkanlıkları, iklim değişikliğinin en önemli sebeplerinden biridir. Halbuki insan tükettikçe tükenmektedir.

Bediüzzaman’ın sade yaşam tavsiyesi, insanları yalnızca ihtiyaçları kadar tüketmeye yönlendirir ve tabiatı korumayı sağlayacak bir denge önerir.

Bu bakış açısı, sürdürülebilir bir yaşam tarzına geçiş için kâşif mizaçlar için ilham vericidir.

İktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir.”

İsraf ise; o hikmete zıd hareket ettiği için çabuk tokat yer…” (Lemalar, 140)

Burada iktisat anlayışını tüketim ahlâkı haline getiremezsek insanlar bu kâinatın çok ciddi tokadı, ikazı ile karşılaşacaktır. Mesela çevre sorunu olarak ele alınan Musilaj, Deniz Lahanası gibi problemler acaba bu yazıdaki kriterlere göre hareket edilseydi sizce sorun olarak karşımıza çıkar mıydı?

Dua ve Çabaların Manevi Gücü

Bediüzzaman’a göre iman ve ihlâsla yapılan dualar ve çabalar oldukça değerlidir.

İklim değişikliğine karşı alınacak önlemler sadece maddi ve bilimsel çalışmalardan ibaret olmamalıdır; manevi yönleriyle de ele alınmalıdır. İnsanlar manevi olarak kendilerini mesul hissederse kendilerinde bir manevi kuvvet de hissedecek olacaklar. Sahsım olarak yere çöp atmam bu bilinçle. Küçük kızıma da bu hasleti vermeye çalışıyorum. Şimdi yere çöp atan birisini görse pis insanlar şeklinde kendisi gelip bana söylüyor. Çalışmış olduğum iş yerinde gençlere de bu mesuliyet şuurunu aynı şekilde aşılamaya gayret ediyorum. Toplumlar nasıl ayakta kalır başlıklı yazımda bu konulara da değinmiştim. Bediüzzaman, çevrenin korunmasını sadece bireysel bir çaba değil, aynı zamanda manevi bir görev olarak değerlendirir. İnsan duası, çabası kadar değerlidir desem ifrat bir söz kullanmış olmam.

Şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir.

Zira bu kâinat öyle bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tazammun eder.

Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardır.

Her bir harfi içinde bir kaside vardır.

Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitab içinde var.

Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır.

Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır.

O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

İşte böyle bir kitab..” (Sözler, 59)

Bu yazımda, Bediüzzaman Said Nursi’nin tabiatın korunmasına dair düşüncelerinin iklim değişikliği konusunda ne kadar muhit/kapsayıcı ve derin olduğuna değinmek istedim.

Tabiat, sadece bilimsel bir alan olarak değil, manevi bir sorumluluk olarak da anlaşılması gerektiğini, çevrenin korunması, tüketim ahlâkı, iktisat ve şükür kavramlarının iklim değişikliği konusuna bakan vecihlerini bir bilinç ve ahlak meselesi olarak anlaşılırsa daha yaşanabilir bir dünyanın mümkün olduğuna değinmek istedim.

Netice itibariyle;

  • Tabiatı/Doğayı “Mana-i Harfi” ile Okumakla,
  • İsraf, kanaat, şükür ve iktisat prensiplerine riayet etmekle,
  • Tüketim kültürü adabını öğrenerek,
  • Toplumda çevre bilinci oluşturmakla,
  • Sade yaşamın önemi,
  • Hayatımızda maneviyatın etkisi,
  • Hükümetlerin bu konuda hassasiyetiyle

Çevre ve iklim sorunlarında minimal problemlerle baş edilebileceğini on görüyorum.

Her şey Allah’ın kudretini, ilmini, iradesini, esma ve sıfatlarını yansıtır ve bu dengeye zarar vermek, yaratılışa zarar vermek anlamına da gelir. Bu şuurla hem kendimizi hem de çevremizde rol model olabilmemiz temennisiyle.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

 

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-1

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-1

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-1

“İklim değişikliği, çölleşme, biyolojik çeşitlilik kaybı, ormansızlaşma, ozon tabakasının tahribatı, hava, su ve toprak kirliliği, tehlikeli ve plastik atıklar, deniz ve okyanus kirliliği gibi çevre sorunları sürdürülebilir kalkınmayı tehlikeye atmakta; insanların güvenliği, sağlığı ve üretkenliği, diğer canlı türlerinin bekası ve gıda güvenliği ile su kaynakları üzerinde tehdit oluşturmaktadır.” (www.mfa.gov.tr)

Kısaca iklim ve çevre değişikliği bu şekilde izah edilmektedir. Biz de Risale-i Nur Külliyatı merkezinde bu konuyu ele almaya çalışacağız.

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur’da insan, kainat ve Allah arasındaki derin ilişkiyi ön plana çıkartır. Herbirisini adeta biz pazılın parçası olarak görüp çok kuvvetli şekilde izah eder. Tabiat, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir kitap gibidir; insan ise bu kitabı okuyup anlayarak hem kendi varlığını hem de kâinatı daha iyi tanımalıdır. Dolayısıyla bunların hepsi Allah’ın Esma, sıfat, fiillerinin tecellileridir.

Tabiat, âlem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve a’zâsının ef’alini intizam ve rabt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir.

İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, sünnetullah ve tabiat ile müsemmadır.

Hilkat-i kâinatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir.” (Mesnevi-i Nuriye, 249)

Tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-i hariciye sahibi ise;

ancak bir san’at olabilir, Sâni’ olamaz.

Bir nakıştır, Nakkaş olamaz.

Ahkâmdır, hâkim olamaz.

Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri’ olamaz.

Mahluk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz.

Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz.

Kanundur, kudret değildir; kàdir olamaz.

Mistardır, masdar olamaz.” (Asa-yı Musa, 167)

Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi’ değildir.

Tâbi’, ancak kudrettir.

Kanundur, kuvvet değildir.

Kuvvet ancak kudrettedir.” (İşarat-ül İ’caz, 90)

Bediüzzaman’ın bu düşünceleri, günümüzün önemli çevre sorunlarından biri olan iklim değişikliğiyle başa çıkmada bize önemli bir manevi bakış açısı sunmaktadır.

İklim değişikliği, insanın tabiata müdahalesi sonucu ortaya çıkan ekolojik dengenin bozulmasıdır. Bu durum, Allah’ın koyduğu kanunlara aykırı bir durumdur. İklim değişikliğinin sadece bir coğrafyayı değil, tüm dünyayı etkilediğini ve bu nedenle herkesin sorumluluk alması gerektiğini gösterir.

Bediüzzaman’ın tabitat/doğa ve çevreyle ilgili görüşlerinin iklim değişikliği karşısında nasıl anlam kazanabileceğine dair bazı noktalar:

Tabiatı/Doğayı “Mana-i Harfi” ile Okumak

Bediüzzaman, kainatı yalnızca kendine hizmet eden bir varlık olarak değil, Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden bir “harf” olarak görmeyi tavsiye eder.

İnsanın doğayla uyum içinde yaşaması gerektiği, doğanın korunmasının önemi ve Allah’ın yaratışındaki dengeye saygı gösterilmesi gerektiği gibi konuları da izah eder. Buna “Sünnetullah” der.

Şeriat-ı fıtriyedir ki, “Sünnetullah” ve “Tabiat” ile müsemmadır.” (Asar-ı Bediiyye, 12)

Sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düstur…” (Lemalar, 124)

Bu bakış açısına göre tabiat, bir emanettir ve onu korumak insana düşen bir vazifedir. Bugün iklim değişikliğinin temel nedenlerinden biri olan sınırsız tüketim ve doğayı sadece bir meta olarak görmek, “mana-i ismi” dediğimiz, yani her şeyi yalnızca kendine bakan anlamıyla değerlendirme yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısı bir çok sorunu peşin olarak getirmektedir.

Bediüzzaman’ca bakarsak, tabiata saygı duyarak, onu Allah’ın isim, sıfat, kudretinin bir tecellisi olarak kabul ettiğimizde, çevreyi koruma bilincimizi de manevi bir sorumluluk olarak görebiliriz.

Çevre bilinci

Bediüzzaman’ın düşünceleri, tefekkürleri, günümüzde çevre bilinci olarak adlandırdığımız kavramlarla örtüşmektedir. İnsanların tabiata karşı sorumluluklarının olduğu ve çevreyi korumak için çaba göstermeleri gerektiği vurgulanır.

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Bediüzzaman Said Nursi’nin Doğaya Bakışı ve İklim Değişikliği Üzerine-2

İtalyanca Asa-yı Musa Tercümesi Tab Edildi

ASA-YI MUSA (LA VERGA DI MOSE – İTALYANCA)

Malûmdur ki; Risale-i Nur başta otuz üç aded Sözler’dir ve Sözler namıyla yâd edilir.

Fakat Otuz üçüncü Söz müstakil değil, belki otuz üç aded Mektubat’tan ibarettir ve Mektubat namıyla zikredilir.

Sonra Otuz birinci Mektub dahi müstakil değil, belki otuz bir aded Lem’alardan mürekkebdir ve Lem’alar adı ile müştehirdir.

Sonra Otuz birinci Lem’a dahi müstakil olmamış, o da inşâallah otuzbir aded Şualardan mürekkeb olacak.  Şualar ( 730 )

 

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATININ SESİ GÜRLEŞİYOR.

Asa-yı Musa Eserinin tercümesi SÖZLER NEŞRİYAT tarafından baskısı gerçekleştirildi.

Risale-i Nur Külliyatının duayenlerinden olan SÖZLER NEŞRİYAT başta Türkçe, Arapça, Osmanlıca, İngilizce, Arnavutça, ispanyolca olarak külliyat baskıları yapmakla beraber kırk altı lisanda da muhtelif eserlerin tercümelerini insanlığa ulaştırmaktadır.

Basılan Eserin fiziki özellikleri

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN – ASA-YI MUSA (LA VERGA DI MOSE – İTALYANCA)

CİLT       : VİNLEKS
EBAT     : BÜYÜK BOY (14 x 22 cm)
KAĞIT   : ŞAMUA (60 gr)
BASKI   : TEK RENK
SAYFA   : 400 SAYFA

Asa-yı Musa eseri hakkında kısaca, Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur Külliyatı içinde yer alan eserlerinden biridir. İsmini Hazret-i Musa’nın (a.s.) asasından alır. Asa-yı Musa’nın anlamı, “Musa’nın Asası”dır ve bu isim mecazi anlamda kullanılır; nasıl ki Hz. Musa’nın asası mucizeler gösterip Firavun’un sihirbazlarını mağlup ettiyse, bu risalenin de imanî ve Kur’ânî hakikatlerle batıl fikirleri çürüttüğü anlatılmak istenir.

 

Kitap temini için tıklayınız

www.NurNet.org

Bayramlar: şükrün zirvesi mi, gaflet tuzağı mı?

Bayramlar: şükrün zirvesi mi, gaflet tuzağı mı?

Bayramlar, İslam’ın müminlere bahşettiği ilahi birer lütuftur. Ramazan’ın bereketiyle kavuşulan bayram, yalnızca bir tatil veya dünyevi sevinç anı değil, ibadetin kemale erdiği, şükrün zirve yaptığı ve kardeşliğin pekiştiği mübarek bir fırsattır. Ne var ki, bu mukaddes zamanlar, gafletin gölgesinde hakiki manasından uzaklaşabiliyor. Oysa bayram, “Allah’ın bizlere verdiği nimetlere şükür, ibadete devam ve uhuvvet bağlarının güçlenmesi” için bir vesiledir.

GAFLETİN BAYRAMI ÇALMASINA İZİN VERMEYELİM!

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bayramlarda gaflete düşmenin tehlikesine şu sözlerle dikkat çeker:

Bayramlarda gaflet istilâ edip gayrimeşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azim tergibat vardır.”

Gaflet bayramlarımızı nasıl çalar hiç düşündük mü acaba?

ŞÜKÜRSÜZ SEVİNÇ: NİMETİ UNUTMAK

Bayram, Allah’ın “verdiği nimetlere şükür[1] zamanıdır. Fakat şükürsüz bir neşe, nimeti unutturup gaflete sürükler insan hiç farkında bile olmaz.

Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:

Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.”[2]

Bugün bayramlar, lüks sofralar, israf ve nefsani eğlencelerle dolduruluyor. Oysa gerçek bayram, fakirin hatırlandığı, şükrün arttığı ve Allah’ın verdiği her nimetin farkında olunan bir gündür.

İsraf ve haramla zayi edilen bayramlar şüphesiz ki kaçırılmış büyük fırsatlardır.

Allah Teâlâ, israf edenleri “şeytanın kardeşleri” olarak nitelendirir:

Çünkü israf edenler, şeytanların kardeşleridir.”[3]

Maalesef bazıları için bayram, gösterişli harcamalar, haram eğlenceler ve namazın terk edilmesi, gıybetlerin havada uçtuğu gibi günah panayırlarına dönüşebiliyor. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bayramı şöyle tarif eder:

Bayramlar, yeme, içme ve Allah’ı zikretme günleridir.”[4]

Bayramı haramla kirletmek, onu gaflet çukuruna atmaktan başka nedir?

AKRABALIK BAĞLARINI KOPARMAK: BAYRAM RUHUNA İHANETTİR

Bayram, kırgınlıkların silindiği, aile ve dostluk bağlarının güçlendiği bir fırsattır. Hâl böyle olunca akraba u taallukat çok rahat unutulmuyor. Hayatın koşuşturmacası içinde insan neredeyse kendini unutuyor. Fakat bugün bazıları da çeşitli dünyevi kırgınlıklar yüzünden akrabalık bağlarını koparıyor. Hâlbuki Resûlullah (asv) şöyle buyurur:

Akrabalık bağlarını kesen kimse cennete giremez.”[5]

Bayram, kin ve nefreti terk edip, kardeşliği tazelemek için en güzel zamandır. Bu fırsatı heba etmek, ebedi bir kayıptır.

Gerçek Bayram Nasıl Yaşanır? diye hemen aklımıza geliyor.

1.Şükür ve Zikri Artırın:

Bayram sabahı namazla başlayıp, Kur’an’ı Kerim, Evrad u Ezkâr, Risale-i Nur, Tefsir, Hadis Kitapları okunmalıdır.

2.İsraftan Kaçının:

Lüks sofralar kurmak yerine, fakirleri sevindirin.

3.Haramlardan Uzak Durun:

Gösteriş, haram eğlence ve gıybetten sakının.

4.Akraba ve Komşuları Ziyaret Edin:

Bayram, muhabbeti artırma günüdür.

5.İbadetle İhya Edin:

Bayram gecesini dua ve Kur’an’la değerlendirin.

6. Cemaatle Bayramlaşın:

Beraber hizmet ettiğiniz kimseleri veya uzakta olan hizmet kahramanlarını mümkünse fiziken değilse telefonla arayarak bayramlaşın. İnsan kendi gibi düşünenlerden pozitif enerji aldığı unutulmamalıdır.

7. Üzerinizde Emeği Olanları İhmal Etmeyin:

İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder.”[6]

Sermayesi yolculuk olan bu insan sürekli yeni yol arkadaşları edinir. Onları ara ara arayarak hal hatır sormak insan olmanın bir şiarıdır.

HAKİKİ BAYRAM, EBEDÎ SAADETİN MÜJDESİDİR!

Bayram, dünyevi neşelerle yetinmek değil, ahiret bayramını kazanmak için bir fırsattır. Gaflete düşmeden, şükürle, ibadetle ve kardeşlikle geçirilen bayramlar, gerçek sevinci yaşatır.

Cenâb-ı Hak, bizleri bayramın ruhunu idrak eden ve onu hakkıyla yaşayan kullarından eylesin! Âmin.

Bu manalarla Bayramınızı tebrik ederim.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Mesnevi-i Nuriye (31)

[2] Bakara s, 2 (152)

[3] İsrâ s, 17 (27)

[4] Ebû Dâvûd, Savm (49)

[5] Buhârî, Edeb (11)

[6] Mesnevi-i Nuriye (223)

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Ecnebi Filozofların Kur’an-ı Kerim’i tasdiklerinden Üstad Bediüzzaman nasıl haberdar olmuştur?

Bediüzzaman Said Nursi, eline tesbihini alıp köşesine çekilmiş bir sufi değildir. Hayat serencamına baktığımızda Avrupa’da İslamiyet’e olan merak ve düşüncelerden birkaç yolla haberdar olmuştur. Şöyle ki:

Eserler ve Çeviriler: Batılı düşünürlerin ve İslamiyet’e dair araştırmalarının çevirileri Osmanlı topraklarında da yaygındı. Hem Şarkiyat hem de Oryantalistlerin faaliyetleri neticesinde. Üstad Bediüzzaman, klasik Batı felsefesini, modern bilimi ve Doğu-İslam ilimlerini karşılaştıran bir ilmi perspektife, genişliğe ve vukufiyete sahipti. Avrupa’daki gelişmeleri özellikle Tanzimat Dönemi’nden sonra Osmanlı’da yaygınlaşan tercüme faaliyetleri aracılığıyla takip edebiliyordu zaten. O dönemin Osmanlı yayın dünyası bu konuda çok aktifti. Hatta gazetelerde bile bu yazılara yer verilmekteydi.

Seyahat Eden Aydınlar ve Diplomatlar: Osmanlı aydınları ve diplomatlarının Batı’da yaptığı seyahatler sırasında İslamiyet’e dair gözlemler ve Batı’daki tartışmalar, Osmanlı topraklarına taşınıyordu. Bu bilgiler kitaplar, raporlar veya şahsi yazılar yoluyla ulaşılabilir.

Gazeteler ve Dergiler: Bediüzzaman’ın yaşadığı dönemde Osmanlı’da birçok gazete ve dergi yayınlanıyordu. Bu yayınlar Avrupa’daki düşünsel akımları ve İslamiyet’e olan ilgi gibi konuları da işliyordu. Özellikle Batı’nın İslamiyet’e yönelik tutumlarını veya İslam’ın Batı düşüncesindeki yankılarını takip etmek mümkündü.

Osmanlı’nın Batı’yla İlişkisi: Osmanlı, Batı ile sürekli bir etkileşim halindeydi. Bediüzzaman, devletin Batı ile olan bu ilişkilerinden ve Batı’daki İslam tartışmalarından haberdar olabiliyordu. Avrupa’daki materyalizmin etkilerini görerek, buna karşı İslam’ın hakikatlerini savunan eserler yazdı. Bu eserleri Avrupa dillerine de tercüme edilerek herkese ulaşmasıyla tebliğ ve irşat amacına yönelik hareket etmiştir. 

Şahsi Görüşme ve Mektuplar: İslam coğrafyasından gelen âlimlerle temas kurduğu biliniyor. Bu âlimler, Avrupa’daki gelişmeleri de tartışıyor olabilirlerdi. Mesela, Musa Bigiyef (Mûsâ Bekûf) ve Mustafa Sabri Efendi arasında olan meseleden haberdar olması gibi:

“Mustafa Sabri ile Mûsâ Bekûf’un efkârlarını muvazene etmek için vaktim müsait değildir. Yalnız bu kadar derim ki:

Birisi ifrat etmiş, diğeri tefrit ediyor. Mustafa Sabri gerçi müdafaatında Mûsâ Bekûf’a nisbeten haklıdır; fakat Muhyiddin gibi ulûm-u İslâmiyenin bir mucizesi bulunan bir zâtı tezyifte haksızdır.” (bk. Lem’alar, 28. Lem’a, Bir Suale Cevap.)

Batı’ya Eleştirel Yaklaşımı: Bediüzzaman batı felsefesine dair eleştirilerini Risale-i Nur’da sıkça dile getirmiştir. Bu, onun Batı düşüncesini derinlemesine incelediğini, takip ettiği ve İslam’ın hakikatlerini o düşünceye karşı nasıl savunabileceğini anlamaya çalıştığını gösterir. Özellikle pozitivizm, materyalizm gibi akımları eleştirirken Batı’daki bu fikirlerin köklerine vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Eserlerindeki üslup bunu göstermektedir.

Bediüzzaman Said Nursi, Avrupa’daki İslamiyet merakına dair bilgisi, hem kendi araştırmaları hem de dönemin aydınlarının getirdiği bilgilerle şekillenmiştir.

Mesela, “Nur Çeşmesi” isimli eserinde bu kişilerin sözlerine yer veren Bediüzzaman’dan Carlyle’nin bir yazısına bakalım.

Kahramanlar, Peygamber,  Thomas Carlyle

THOMAS CARLYLE: 

Bu yazı Thomas Carlyle (D. 1795 – Ö. 188) tarafından Mayıs 1840 tarihinde verilmiş olan altı konferanstan meydana gelmiş­ “Kahramanlar” isimli eserinden alınmıştır. Thomas Carlyle, eserlerinde, genellikle dünya insanlığına yön vermiş, kitleleri peşinden sürüklemiş, insanlığın ve dünya­nın gelişmesinde önemli işler üstlenen karizmatik liderlerin, oy­nadıkları büyük roller üzerinde durarak, bu tür konulara temas eder. Bu, Thomas Carlyle’ın en önemli eseridir. Carlyle bu kitabında, Napolyon, Cromwell, Jean Jacques Rous­seau, Johnson, Burns, Dante, Shakespeare, Hz. Muhammed, Noks, Luther, Odin hakkında bilgiler verip, onların toplumlar üzerinde meydana getirdikleri etkileri açıklamaktadır.

“Biz Hz. Muhammed’i peygamberlerin en önde geleni olduğu için değil, kendisinden en serbestçe söz edebileceğimiz peygamber olduğu için seçtik. O hiçbir surette peygamberle­rin en hakikisi değildir, ama bence hakiki bir peygamber­dir. Ayrıca, aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından onun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.”

“Bu adamın (Hz. Muhammed’in) söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon in­sana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da tıpkı bizim gibi, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam. Eğer düzenbazlık böylesine gelişmiş ve kabul görmüş olsaydı bu dünya hakkında ne düşüneceğimizi hiç bilemezdik.”

“Bu gibi düşünceler çok acınacak şeylerdir. Eğer Tanrı’nın gerçek eseri hakkında biraz bilgi edineceksek bu düşünce tarzlarını tamamen reddetmeliyiz. Onlar bir şüphecilik çağının ürünleridirler, çok talihsiz bir manevi kötürümlüğe ve insan ruhunun ölümüne delalet ederler. Bu dünyada şimdiye kadar böylesine tanrısız bir düşünce tarzının ortaya atılmış olduğunu sanmıyorum. Bir düzenbaz nasıl böyle bir düşünce tarzını kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezsek yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. Bir insanın kendini tabiat yasalarına uydurması, tabiat ve eşya ile gerçekten bütünleşmesi gerekir. Aksi halde tabiat ona, ‘Hayır, asla!’ diye karşılık verecektir.”

“ ‘Yüce Tanrı’nın ilhamı ona zekâ bahset­miştir.’ Öyleyse her şeyden önce onu dinlemeliyiz.”

“Dolayısıyla, biz Hz. Muhammed’i asla bir batıl, bir göster­melik, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyo­ruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkânsızdır. Getirdiği mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Kâinatın o geniş göğsünden fış­kırmış ateşten bir hayat külçesi! Dünyanın yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Hz. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlana­bilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıka­mazlardı.”

“Hz. Muhammed’in zengin bir dul olan Hz. Hatice’nin hizmetine nasıl girdiği ve bu hizmet nedeniyle tekrar Suriye çarşıla­rına seyahat edişi, görevini nasıl bir bağlılık ve ustalıkla yap­tığı, Hz. Hatice’nin ona olan minnettarlık ve saygısının nasıl art­tığını ve nihayet evlenmelerinin hikâyesini Arap yazarları açık ve güzel bir üslûpla anlatırlar. Bu sırada Hz. Muhammed yirmi beş yaşındaydı. Hatice ise kırk. Buna rağmen hâlâ güzel bir kadındı. Hz. Muhammed bu nikâhlı velinimetiyle sevgi ve sü­kûnet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine özel, böylesine sakin ve alçak gö­nüllü bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekâr olduğu te­orisini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilâhî bir görev aldığından hiç söz etmemiştir.”

“Kendisine yük­lenilen -gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Hz. Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra baş­lar. Buna göre, o zamana kadar Hz. Muhammed’in bütün ‘ihti­ras’ı dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi düşünceleri o ta­rihe kadar ona yetiyormuş. Yani, ‘dünya nimetlerinden ya­rarlanmak’ için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayaca­ğı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkâr edercesine sefil bir şarlatan (haşa) olmuş!.. Ben kendi hesabı­ma böyle bir şeye kesinlikle inanamam.”

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. O samimi ol­mak üzere yaratılmıştı. Diğer insanlar birtakım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, o ise kendini hazır reçetelere, birtakım kalıplara uyduramazdı. O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir in­sandı. Daha önce de söylediğim gibi, o büyük varoluş bilin­mezi bütün dehşet ve gösterisiyle parıldıyordu. Hiçbir söy­lenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: ‘İşte ben buradayım!’ Böylesi bir samimilik -biz buna samimilik adını veriyoruz- gerçekten ilâhî bir şeye sahipti.”

“Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya yaratılışın özvarlığının sesiydi, insanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Başka hiçbir şeyi dinle­medikleri gibi… Çünkü bundan başka her şey, bununla kı­yaslandığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kut­sal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce ya­şamıştır: ‘Ben neyim? İnsanların evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Hayat nedir? Ölüm nedir?’ Hıra Dağı’nın, Sina Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıs­sız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak Tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”

“Bu devirde Hz. Muhammed’i art niyetle, şuurlu bir samimiyetsizlikle ve sırf düzenbazlıkla suçlayan bir tenkitçiyi anlamak katiyen mümkün değildir. Onu tam ve şuurlu bir düzenbazlık ortamı içinde yaşamak ve Kur’an’ı bir sahtekârın ve düzenbazın yapabileceği bir şe­kilde yazmakla suçlamak benim aklımın almayacağı bir dav­ranıştır.”

“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatmi­nini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak gö­rürsek, büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Hz. Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekme­ğinden ve sudan ibaretti. Bazen aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir.”

“Hz. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insan­ların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onun­la omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi! Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönete­mezdi. Ona peygamber mi diyorlardı?”

“Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bu­lunan bu adama peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış bir hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir. Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir kahraman başarıyla çıkabilir.”

“Çünkü o son bir iki yüzyıl içinde insan soyu­nun beşte birinin dini ve yol göstericisi olmuştur. Hepsinden önemlisi, İslâm, yürekten bağlanılan bir din olmuştur. Müslümanlar dinlerine gerçekten bağlıdırlar ve ona göre yaşamaya çalı­şırlar. İlk çağlardan beri hiçbir Hristiyan -belki modern çağ­lardaki İngiliz Püritenleri hariç- Müslümanlar kadar kuvvet­li bir inanca sahip olmamışlardır. Müslümanlar dinlerine yü­rekten bağlanmışlar ve onunla zamana ve sonsuzluğa mey­dan okumuşlardır. Bu gece Kahire sokaklarında bekçi, ‘Kim­dir o?’ diye bağırdığında, yolcunun ağzından gerekli yanıtla birlikte şu sözler de çıkacaktır: ‘Allah’tan başka Tanrı yok­tur.’ ‘Allah-u Ekber’ ve ‘İslam’ kelimeleri bu milyonlarca Müslümanın ruhunda ve günlük hayatında derin yankılar uyandırmaktadır. Gayretli din görevlileri İslam’ı Malezyalı­lar, zenci Papualılar, vahşi putperestler arasında yayıyorlar. İyi, kötüyü yeniyor, onun yerini alıyor.”

“İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dün­ya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin ta­nımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte gökten gönderilen bir peygamber – kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim, bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir.”

“Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Hz. Muhammed denen insan ve o bir tek asır; değer­siz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu? Ama hayır! Bu kum yığınının gerçekte bir barut yığını oldu­ğu anlaşılmıştır. Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri tu­tuşturan bir patlayıcı madde yığını!”

“Daha önce de söylemiştim: Büyük Adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şey­ler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşmuşlardır.” (Thomas Carlyle, Kahramanlar, Beyaz Balina, 2000.)

Bediüzzaman Said Nursi Risale-i Nur’da şu şekilde ele almıştır:

“Kur’an Serapa Samimiyet ve Hakkaniyetle Doludur

“Carlyle (Karlayl) şöyle diyor: Kur’anı bir kerre dikkatle okursanız, onun hususiyetlerini izhara başladığını görürsünüz. Kur’anın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden kabil-i temyizdir. Kur’anın başlıca hususiyetlerinden biri, onun asliyetidir. Benim fikir ve kanaatıma göre, Kur’an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır.” Carlyle (İşarat-ül İ’caz, KUR’AN SERAPA SAMİMİYET VE HAKKANİYETLE DOLUDUR!)

Carlyle ‘Kur’ân’ın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir.’ dediği zaman, şüphesiz, doğru söylemişti.(İşarat-ül İ’caz, KUR’AN’IN CİHANŞÜMUL HAKİKATİ…Doktor City Youngest.)

“Amerikalı feylesof Carlyle -Alman edib-i şehîri Goethe’den naklen- Kur’anın hakaikına dikkat ettikten sonra, ‘Acaba İslâmiyet içinde âlem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?’ diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki: ‘Evet muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.’ Yine Carlyle demiştir ki: ‘Hakaik-i Kur’aniye, tulû’ ettiği zaman ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden bir şey çıkmadı.’ İşte bu feylesof, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ … فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ilââhir olan âyet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.”

{(Haşiye): Kırk sene sonra neşrolan Risale-i Nur’da Carlyle, Goethe ve Bismark gibi kırk meşhur feylesofların tasdikleri beyan edilmiş. İnşaallah bu kitabın zeylinde dahi yazılacak.} (İşarat-ül İ’caz, Bakara Suresi 23-24. Ayetlerin Tefsiri.)

Bu açıklamalar Risale-i Nur Külliyatı’ndan NUR ÇEŞMESİ isimli eserde neşredilmiştir.

“Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlyle, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: ‘O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: ‘İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi?’ Kendisi kendine ‘Evet’ ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: ‘Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından bir şey çıkmaz, ilââhirihî…’.” (Muhakemat, Üçüncü Makale, Dördüncü Meslek.)

“Hazine-i rahmetin en kıymetdar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi: “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.” (Lem’alar, 14. Lem’a, İkinci Makam)

اَللّٰهُمَّ بِحَقِّ اَسْرَارِ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ بِحُرْمَتِهِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ مِنْ خَلْقِكَ آمِينَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Selam ve Dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL