Kategori arşivi: Röportajlar
Risale-i Nurların Tahrif Edildiği iddiası
Risale-i Nur Külliyatı, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayattayken yazımı, tashihi ve kitap haline gelmesi tamamlanmış ve bizzat kendisinin onayıyla yayına sunulmuş eserlerdir. Zaman içinde farklı bazı yayınevleri tarafından orijinal nüshalar esas alınıp çoğaltılarak günümüze kadar gelmiş, inşallah istikbalde de Bediüzzaman’ın müjdelediği gelecek nesile bu şekilde ulaştırılacaktır.
Risale-i Nurlarda değişiklik yapıldığı iddiası zaman zaman bazı vesilelerle dile getirilmektedir. Bu iddiaları ilk defa Üstad’ın eski eserlerinde yaptığı bazı tasarruflarla gündeme getirmişlerdi. Üstad Hazretleri hayattayken “Eski Said” diye isimlendirdiği dönemde yazdığı eserlerini, yeniden neşrettiği zaman bu eserlerinde bazı tasarruflarda bulunmuş, zamanın ihtiyacına ve şartlara göre bazı bölümleri eklemiş veya çıkarmıştır. Dolayısıyla eski halleri ile Üstad’ın tasarrufundan sonraki hallerini görüp mukayese eden şahıslar bu konuda şüpheye düşmüşlerdi.
Üstad’ın orjinal el yazması eserlerdeki tasarruflarının, talebeleri tarafından ilgililerin nazarına sunulmasından sonra bu konudaki iddialar da büyük oranda kesildi.1
Bugünlerde Risale-i Nurlar hakkında benzer iddialar yine gündeme getirilmeye çalışılmaktadır. Bu defaki iddialar da ise, Risale-i Nur’da bazı mektupların aynı yayınevinin farklı nüshalarındaki kelime veya cümle farklılıkları veya farklı yayınevlerinin kitapları arasındaki bazı ufak tefek farklılıklar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Risale-i Nurların basımını otuz yılı aşkın bir süredir devam ettiren ve şu an en yaygın okuyucu kitlesi bulunan Risale-i Nur Külliyatını neşreden Envar Neşriyat yayın sorumlularından Ahmet Özertan Bey’e bu farklılıkların nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap özetle şöyle:
“Risale-i Nur eserlerinde genel olarak yapılan bütün tasarruflar, bizzat Üstad tarafından yapılmıştır. Risale-i Nur’u basan bütün yayınevleri de Üstad tarafından tashih edilerek çoğaltılan nüshaları esas alarak bu eserleri basmaktadırlar.”
Risale-i Nur Eserlerinin Tashih ve Neşir Aşamaları
Envar Neşriyat yetkilisi Ahmet Özertan Bey’in Risale-i Nurların tashih ve neşir safhaları ile verdiği bilgileri aynen aşağıya alıyoruz:
“Risale-i Nurlar ilk te’lif zamanı olan 1920’lerden, Bediüzzaman Hazretlerinin vefat tarihi olan 1960’a kadarki süre içerisinde, önceleri el yazısıyla binlerce nüsha yazılmış ve böylelikle neşredilmiştir. Bu yazılan nüshaların bir kısmı, Hz. Bediüzzaman tarafından kontrol edilmiş ve “Tashihli Nüsha” ünvanını almıştır. Malûmdur ki; beşeriyet muktezası olarak bu nüshaları yazanlar tarafından bazı harf ve kelimelerde hatalar olmuş, hattâ tevafuklu kelimeler yüzünden bazen satır atlanmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu nüshaları tashih ederken, manaya zarar veren yanlışlıkları düzeltmiş ve gerekli harf, kelime ve cümleleri yerine yazmıştır. Bu şekildeki nüshalar, az önce de bahsettiğimiz gibi, yüzlercedir.
Bu tashihli nüshalarla ilgili birkaç nokta:
Bediüzzaman Hazretlerinin bir nüshada kaydettiği bir not veya kelime, diğer nüshalarda bulunmayabilmektedir. Onun için, şu anda neşredilen külliyatta bulunan bir kelime veya cümle, farklı bir yerdeki tashihli nüshada bulunmayabilir. Fakat bu noktada şu bilinmelidir ki: neşredilen tashihli külliyattaki o ilâve bizzat Hz. Bediüzzaman tarafından yapılmıştır.
Yine tashihli nüshalarda, bunun aksi de mevzubahistir. Meselâ: Bediüzzaman Hazretleri bir nüshada bazı kelime ve cümleleri çıkarmış, iptal etmiştir. Fakat başka nüshalarda o kelime ve cümleler aynen kalmış olabilir.
Tashihli nüshalarda göze çarpan üçüncü bir husus da şudur:
El yazısıyla yazılan nüshalardaki noksanları veya yanlış yazılmış kelimeleri düzeltirken, Bediüzzaman Hazretleri manayı düzeltecek bir kelime veya cümle yazar. Ta ki o kısımdaki mana yanlışlığı düzelsin. Fakat bu yazdığı kelimeler, diğer nüshalardaki (yani noksan veya yanlış yazılmamış diğer nüshalardaki) kelimelerle tıpkı tıpkısına olmayabilir. Çünki Hz. Bediüzzaman, manayı nazar-ı itibara almış ve tashihi ona göre yapmıştır. Onun için elinde herhangi bir tashihli nüsha bulunan bir kimse, neşredilen Külliyatt’aki herhangi bir yer, elindeki nüshaya lafız olarak aynı aynına denk gelmediği zaman, dememeli ki, bu cümle yanlıştır. Çünkü onun elinde bulunan nüshadaki farklılık, hattâ Bediüzzaman Hazretlerinin elyazısıyla yazdığı bir kelime veya cümle de olsa; asıl itibariyle yazıcının yaptığı bir noksanlık veya yanlışlıktan kaynaklanıyordur.
Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’u te’lif ve neşir faaliyeti ve hizmeti böyle el yazılarıyla devam ederken, 1940’lı senelerde bazı talebeleri teksir makinesi alıp bununla risaleleri çoğaltmak istemişlerdi. Bu haber Bediüzzaman Hazretleri tarafından büyük memnuniyetle karşılanmış ve bu vatan ve millet için çok menfaatli bir hizmet olarak beyan buyurmuşlardı.
«Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki cesed ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddemesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab’ ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat herşeyden evvel sıhhatlı ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile, mümkün ise evvel eski harfle yazılsa, sonra yeni harfle daha münasibdir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.»2
«Kanaatım geliyor ki; bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.”
“Evet bir âdi mektubum için ‘Kim yazmış?’ diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekizyüz sahifeyi binbeşyüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtibdir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa, zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, herbiri bir-iki nüshayı ıslah etsin.»3
Teksir makinesinde çoğaltılacak risaleler önce mumlu kağıtlara yazılıp Bediüzzaman Hazretlerine gönderiliyordu. Aynen el yazıları gibi, Hazret-i Üstad onları tashih edip tekrar iade ediyor ve öylece teksir makinesiyle çoğaltılıyordu. Böylece o zamanda teksirle çoğaltılan risaleler de bu “tashihli nüshalar” mesabesinde mevki almışlardır.
1956 senesinden itibaren de Risale-i Nur’un tamamının yeni yazıyla matbaalarda tabedilmesine teşebbüs edilmişti. Bediüzzaman Hazretleri, yeni yazıyla matbaada basılacak risaleye (mecmuaya) mehaz olacak kitabı hazırlıyor ve onu neşredecek talebesine gönderiyordu. Bu mehaz kitap, Hatt-ı Kur’an’la yazılmış ve neşredilecek/neşredilmeyecek yerleri Hz. Bediüzzaman tarafından işaretlenmiş bir kitaptı. Matbaada basılacak risale, ona göre yeni yazıya çevriliyor ve neşrine müsaade edilen kısımları yeni yazıyla neşrediliyordu.
Yeni yazıyla neşir işinde Hz. Bediüzzaman’ın istihdam ettiği nâşir talebeleri ve yine bu hizmette bilfiil çalışan çok kimseler halen hayattadırlar ve keyfiyetin böyle olduğunun canlı şâhitlerdirler.
Tashih ve neşir faaliyeti, Hz. Bediüzzaman’ın sağlığında böyle olmakla beraber; Hazret-i Üstad’ın vefatından sonra da vasiyetnameleri mûcibince nasıl yapılması lâzım geldiği, bu hizmetkâr ve nâşir talebeleri tarafından yakînen bilinmekte ve öylece hareket etmeye gayret gösterilmektedir.”4
Envar Neşriyat yetkililerinin verdikleri bilgiler ışığında; bugün ortaya Risale-i Nurların değiştirildiği doğrultusunda atılacak her iddiayı, biz yine o dönemdeki orijinal nüshalara müracaat ederek cevaplamaktayız.
Envar Neşriyat’ta, Üstad’ın tasarruflarından hariç olarak, bir tasarruf 2005 baskısında yapılmış, ancak bu baskıdaki değişiklik sonraki baskılarda geri alınarak eski haline döndürülmüş, mevcut bütün külliyat nüshaları ile aynı hale getirilmiştir.
Bu değişikliğin yeri Tarihçe-i Hayat’ta sayfa 630’da Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı röportajın son kısmında geçmektedir. Eski baskılarda “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil bin Said feda olsun.” ibaresi, 2005 baskısında “…yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” şeklinde değiştirilmiştir.
Bu tasarrufun yapılma nedeni hakkında, Envar Neşriyat yetkililerinden Ahmet Özertan Beyin ifadeleri şöyle:
“Eşref Edip Fergan’ın Üstad’la yaptığı bu röportajın orijinal nüshası bulunup oradaki orijinal ifade ile Tarihçe-i Hayat’taki eski ifade değiştirilip baskıya sunulmuştu. Ancak daha sonradan röportajdaki bu ibarenin dışında Tarihçe-i Hayat’taki metinle farklılık arzeden daha başka ibareler de olduğu anlaşılınca, bu tasarrufların Üstad tarafından yapıldığı kanaatine varılarak yapılan değişiklik geri alınmıştır.”
Bediüzzaman’ın neşriyatta varis olarak tayin ettiği şahısların5 bu şekilde Risale-i Nur’da tasarruf etme hakları var mıdır?
Üstad Hazretleri, Risaleleri telif döneminde talebelerine gönderdiği bazı mektuplarda yazılan mektubun veya risalenin tasarrufuyla ilgili gibi bazı konularda talebeleri ile “münasip görürseniz …” , “….havale ediyorum”6 ifadeleriyle başlayan veya biten pekçok cümlesinde talebelerine bazı konuları havale etmiştir. Bu verilen yetkilere nisbetle Hulusi Ağabey “Bazan verdiğiniz salâhiyetin manevî kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum.”7 şeklinde tasarruf yetkisini ne şekilde kullandığını Üstad’a arzetmiştir. Ancak merhum Hulusi Ağabeyin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere; Üstad’ın talebeleri, kendilerine verilen tüm yetkilere rağmen Üstad’ın miras bıraktığı eserleri aynen muhafaza ederek yeni nesillere ulaştırma çabasında olmuşlardır.
Risale-i Nur Hakkında Bu İddiaları Ortaya Atanların Amacı Nedir?
Yukarıda zikrettiğimiz hususlar ışığında Risale-i Nurlarda kasıtlı olarak tahrifat yapılamayacağı, nüsha farklılıklarının da yine bizzat müellif Bediüzzaman tarafından yapıldığı ispat etmeye çalıştık.
Bazı kimseler, gördükleri bir iki tashihli nüsha ile şu anda yeni yazıyla neşredilen Külliyat arasındaki farklılıkları “Risale-i Nur’da tahrif yapılıyor.” diye efkâr-ı ammeye neşretmekte ve safî zihinleri bulandırmaktadırlar. Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, onların bu meselede ne kadar haksız olduklarını göstermektedir:
Umum Âlem-i İslâm’ın, hattâ bütün beşeriyetin ebedî saadetlerinin anahtarı olan iman ve Kur’an hakikatlarının öğrenilmesine en müessir vesile ve bu zamanın bidat ve dalalet cereyanlarının tahribatlarına karşı en büyük tamirci olan Risale-i Nur hakkında böyle şüphe ve tereddütler vererek onlara itimadı sarsmak ve Bediüzzaman Hazretlerinin hayatından beri bu hizmette istihdam ettiği sâdık nâşirlerini iftiralarla çürütmeye çalışmak; acaba kimlerin emellerine hizmet eder?
Risale-i Nur’un tashih ve neşri konusunda çeşitli sualler, istifhamlar hatıra gelebilir. İyi niyet ve insafla bu konular sorulduğunda, cevaplandırılmaya çalışılmaktadır bundan sonra da çalışılacaktır.
Ayrıca aşağıdaki kaynaklara da bakılabilir:
Dipnotlar:
1. Üstadın bu tasarrufları ile ilgili kendi eliyle yaptığı düzeltmelerden örnekleri sitemizde “HAZRET-İ ÜSTAD’IN TASHİH VE TASARRUFLARI HAKKINDA” isimli makalede bulabilirsiniz.
2. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I, S:168.
3. Envar Neşriyat, Emirdağ Lahikası-I: S:178.
4. Tırnak içerisindeki ifadeler Envar Neşriyat yetkilisi, Ahmet Özertan beyin ifadeleridir.
5. Bu şahısların kimler olduğu ile ilgili bk. Söz Basım-Yayın, Emirdağ Lahikası-I, 81. Mektup
6. Örnek olarak bakılabilir: Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası 272. Mektup, Emirdağ Lahikası 1, 20. 26. 162. Mektuplar, Emirdağ Lahikası-II, 15. Mektup, On Beşinci Şua, Elhüccetü’z Zehra.
7. Söz Basım-Yayın, Barla Lahikası, 63. Mektup.
Kaynak: SorularlaRisale
www.NurNet.org
Tahiri ağabey hakkında
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
TAHİRÎ AĞABEY HAKKINDA
Tahirî Ağabeyle görüşmemizin başlangıcını net bir tazda hatırlayamıyorum. Fakat İstanbul’a geldiğinde Süleymaniye dershanesindeki küçük odamda görüştüğümü, sorduğum bir sual sebebiyle çok net hatırladığım gibi, bu görüşmedeki samimilikten de, önceden görüştüğümüzü tahmin ederim. Her nedense tarihî hadiselerimin tarihlerini net olarak bilemiyorum.
Bu küçük odamda Tahirî Ağabey’den sorduğum mes’eleye gelince: Bunun mahremane bir mesele olduğunu biliyorum fakat sualin ne olduğunu hatırlayamıyorum.
Meselemi, “Üstad’dan duyduğunuz bir şey varmı?” diye sormuştum. Verdiği cevabında: “Biz böyle mes’eleleri bilmeyiz. Ancak Zübeyir Efendi bilir. Büyük zatların bir sır kâtibi olur. Zübeyir de Üstad’ın sır kâtibi idi. Üstad Hazretleri daha çok onunla hususî sohbet ederdi.” demişti.
Merhum ve muhterem Tahirî Mutlu Ağabeyle vefatına kadar aynı medresede beraber kaldık. Hayatı daima Nur hizmetinde geçerdi. Risale-i Nur’un tashihi, neşri ve dersi, esas teşkil ediyordu. Fuzulî ve afakî konuşmaları yoktu. Hatta Tahirî Ağabey odasında yemek yerken dahi Risale okutur dinlerdi. Ve böyle yemekte geçecek zamanı dahi ihya ederdi. Gelen ziyaretçilerden bazıları, fazlaca ve maslahatsız oturup zaman işgal ettiklerinde Tahirî Ağabey sıkılırdı. Fakat bunu hissettirmezdi. Ben de bu durumu önlemek için Tahirî ağabey’e: “Sizin hizmetleriniz var, isterseniz odanıza buyurun” diyerek odasına gitmesine yol açardım. Tahirî Ağabey de mütebessimane kalkar, selâm verip odasına giderdi. Çok iktisadlı ve nizamlı bir hayatı vardı.
Hayatları ekseriyetle medrese içinde geçmiştir. Medreseyi ihya etmeyi esas almıştı.
Teheccüd namazını ve evradını bir düstur halinde ifa ettiğine yakından şahidiz. Bir kerre, teheccüd vakti bir hususu sormak için odasına girdim. Minderinde kıbleye doğru oturmuş, elindeki Hizb-ül Hakaik’ı, tarif edemiyeceğim bir hazin ve hafif sesle okuyor, gözlerinden damlalar akıyordu ve simasında bir nuraniyet vardı. Bana baktı, tebessüm etti. Ben, “peki sonra konuşuruz” mânâsında el işâretiyle konuşmayacağımı bildirip, rahatsız etmeden dışarı çıktım. Sonra bana bu zikirlerin mânevî halâvetinden bahsetti.
Tahirî Ağabey bu teheccüdden sonra sabah namazını kıldırır, tesbihattan sonra da sabah dersini başlatırdı. Sıra ile herkes okur ve böylece kuşluk zamanına girilirdi. Tahirî Ağabey biraz daha hizmete devam eder, ekseriya öğleden öncesi, bazanda öğlen sonrası bir miktar uyurdu ki, buna kaylule denir.
Tahirî Ağabey bir ara Nurtaşın’da ve Bayezid’de kaldı ise de, bunun mahiyeti hakkında durmayacağım. Bayezid’den asıl medresesi olan Tevruz dershanesine beni ağlatan gelişinden de bahsetmeyeceğim.
Tahirî ağabey, Nur’un fedakârlarına karşı çok mütevazi idi. Bir defasında Haseki dershanesi devresinde ben abdest alıp odama dogru giderken baktım Tahirî ağabey havluyu iki elinin üzerine alarak, ayakta bana havlu tutuyor. Birden şaşırıverdim. Hz. Üstad’ın vârisi, saff-ı evvel faziletine sahip ve benden 35 yaş büyük olmasına rağmen bu hareketi, bizi eritip yumuşatıyordu.
Şahsî münasebetlerde böylesine tam tevâzu ve tefanî sırrına göre hareketleriyle beraber, hizmet düsturlarına uymayan bazı hallerde, gayret-i diniyesinin neticesi olarak gayetle üzüldüğü ve hatta hiddet ettiği de görülürdü.
Has dairenin hizmet ehlini dünyaya, makama ve geniş dairenin şa’şaalı faaliyetlerine teşvik ettiklerini hiç görmedim.
Risale-i Nur ve Üstad Hazretlerinden aldıkları ders ve terbiye neticesi olarak hizmet hayatları ciddî bir nizam içinde cereyan ederdi. Bugünkü hizmeti sonraya bırakmak gevşekliğini hiç sevmezler, o hizmeti anında ifa ederler ve ettirirlerdi. Bu hususta bir hâtıram:
İkindi namazı ve dersinden sonra Tahirî Ağabey’in isteği üzere bazan beraber oturup hizmet ve Risale-i Nur’a ait bazı mes’eleleri tezekküren sohbet ederdik. Bir kere de lâhika mektublarının mânâ ve ehemmiyetine dair konuştuk. Emirdağ Lahikasının başındaki takdim yazısının 7. parağrafından sonraki parağraflarda da temas edildiği gibi, cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hâreketi ta’yin edip neşretmekle Nur cemaatının hizmet birliğini korumak, münâfıkların planlarına karşı gerekli ikazları yapmak ve hizmet-i imaniyenin ve o yoldaki fedakârlığın ve keyfiyet hususiyetlerinin ehemmiyetini beyanla teşvik etmek ve böylece haslar dairesinden Nur cemaatı içinde mânevî disiplin ve istinad noktasını göstermek gibi çok ciddi hikmetleri bulunan lâhikaların neşrinin Risale-i Nur’da bir esas olduğu mânâsında hayli konuştuk. Bunun üzerine Tahirî Ağabey: “Ahî, parası benden, hemen git teksir makinası al” dedi. Ben: “Bu saatte büyük mağazalar kapanır, yarın bakarız” dedim. Ağabey ise: “Hayır şimdi gideceksin” dedi. Ben de hemen harekete geçtim.
Tahirî Ağabey, medrese hayatı beraberliğinde de nizam ve disiplinli idi. Namazlar tam vaktinde ve cemaatle kılınır. Namaza yakın, yani namazı biraz geciktirecek şekilde sofra kurulamaz. Bir hizmet olmadıkça medrese ehli, keyfine göre dışarılarda gezemez. Sabah ve ikindi dersleri, tam bir nizam altında icra edilir, abdest alan ıslak ayaklarla halılara basamazdı. Dersanede gıybet yasağını ilân eden levhası, odasında asılı dururdu. Sabah namazına yakın dershane ehlinin namaza hazır olmalarını nizam altına almıştı. Yemekler muayyen vakitlerde cemaatle yenirdi. Namazlarda sarık, cübbe ve tâdil-i erkân icra olunur, takva ve azimete riayet edilirdi. Cerrahpaşa semtinde iken altımızdaki daireden bir kiracı, bizim dairenin balkon direğine televizyon antenini bağlamıştı. Tahirî Ağabey, ev sahibine şikâyet edip anteni derhal kaldırttı. Bu Ağabey, medresede fuzulî ve mâlâyani sohbetler, lâübaliyâne şakalar ve gülmeleri sevmezdi. Medresede bu nizam ve disiplini, iyi yetişmek için elzem görüyorum.
Bu Ağabeyin en ehemmiyetli mes’elesinin birisi de, Risale-i Nur’da gösterilen prensip ve düsturlara, yani Emirdağ Lâhikası 73’de ifade edildiği gibi “Risale-i Nur’un talimatı dairesinde” hareket etmeye cehd gösterirler, sadakatı esas alırlardı.
Tahirî Ağabeyin takva, azimet ve ahkâm-ı Kur’aniyeye ve Risale-i Nur ve Üstad’a olan teslimiyetindeki hassasiyeti ileri derecede idi. Zübeyir Ağabey ise, bu sıfatlara sahib olmakla beraber, daha çok nifak cereyanına karşı tayakkuzu ve müdebbirliği ve bu cihetteki hassasiyeti ve Hz. Üstad’dan aldığı anlaşılan feraseti çok üstün derecede idi.
Rüştü Tafralı
Ayet-ül Kübra önsözü / Prof. Dr. Muhsin Abdülhamit
Âyetü’l-Kübrâ
Önsöz
Âlemlerin Rabb’ine hamd, peygamberimiz Muhammed bin Abdullah (asm) ve onun âl ve ashabına salât ve selâmdan sonra…
İslam dünyası Hicri on dördüncü yüzyılın[2] başlarına varmadan kendini parçalanmışlığın ve geride kalmışlığın kucağında buldu. O dönemi araştıranlar, o günkü duruma insaf ile bakarlarsa şüphesiz görecekler ki Müslümanlar İslamiyet’ten uzaklaşmış, hastalık, cehalet, fakirlik, İslam dünyasının her tarafını sarmıştı. Bütün bunlar Âlem-i İslam’ı ezmeye yetmezmiş gibi, ortaya bir başka buhran daha çıkmıştı. Kilise ile yeni pozitif ilim hareketinin çarpışmasının bir neticesi olarak materyalist felsefenin yaptığı, büyük devrimlerin başını çektiği bir medeniyet ile eşit kuvvette olmayan Müslümanlar mücadeleye girmiştir. Ve bu meşum mücadelenin sonucu odur ki askeri işgaller, iktisadi ve fikri hücumlar ve kültürel çarpıklıklar ve medeniyet aldatmacası hazırlıksız vaziyetteki bütün İslam dünyasını sarmıştı.
Hakiki İslam’ın uzun bir zaman meydanda olmamasından neşet eden hurafeci akıllara ve bidatçi hallere İslam dünyası teslim olmuştur. İslami ilimlerin asra hitap etmeyen eskimiş eğitim üsluplarının tahakkümü altına girmesi, sathi kalıp şekilciliğe dönüşmesi ve ilimlerin derinliğine nüfuz edilememesi, onun esaslarına ve fikri derinliklerine, prensiplerine ve ondaki ince manalara inilememesi sonucu bu manevi buhranlar daha da derinleşmiştir. Yapılan gayretleri görmek lazım ki İslam dünyasının muhtelif memleketlerinde bu gidişatı durdurmak isteyenler olmuş, fakat kader-i İlahi’nin bir cilvesidir ki pek ciddi bir netice alınamamış ve İslam dünyasının birçok yerinde düşmanın maddi-manevi, fikrî-fizikî istilasına engel olunamamıştır.
Bu şekilde Peygamber Efendimizin(asm) haber verdiği: “İslam garip geldi ve garip gidecek.’’ Hadis-i Şerifinin hakikati meydana çıkmıştır. Fakat yine Muhbir-i Sadık’ın, ikinci şıkta haber verdiği gibi, bu gariplerin fesada düşmüş dünyayı kurtarmaları da tahakkuk ediyordu. Her devrede muttarit bir kanun-ı İlahidir ki ıslahatçı müceddidlerin hep bu buhranlı dönemlerde meydana çıktığını görüyoruz. Bu müceddidler ümmetin o devredeki acılarını ve sancılarını gönüllerinde hissedip geri kalışın sebeplerini teşhis ederek İslamın amîk ilminden faydalanarak ve hâl-i âlemi iyi okuyarak ve İslam dünyasının durumunu iyice mütalaa etmişlerdir.
Maddi manevi buhranların en sıkıntılı olduğu bu asrın âlimlerinden; imanı en derin, ilmi en yüksek, cihadı en kuvvetli ve yaşadığı dönemin tabîi halini(şartlarını) en iyi anlayan ve kalemi en keskin ve üslubu en açık büyük mütefekkir Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Türkiye’nin semâsına karanlık gecede ayın on dördü gibi doğmuştur.
ştir. O Büyük Üstad, bu zamanki fırtınalara karşı yıkılmayan İslami bir şahsiyet meydana çıkarmak; imanı, ahlakı ve medeniyeti yıkılmaya yüz tutmuş bir milleti düştüğü bataktan kurtarmak gibi ulvi ve mukaddes şöyle bir dava için hayatını vakfetmiş.. Adeta koca bir ağaç olarak yeşermek için çürümeyi göze alan bir tohum gibi her türlü nefsî hislerini, kendini Kur’an-iman yolunda fedâ etmiştir.
Kuran ve Sünnet-i Seniyye’den süzülen derin manalar içeren yazdığı yüz otuz parça Risaleleriyle Hz. Üstad, aklî ve ilmî kesin hüccetlerle İslam akidesinin usullerini anlatıp izah eder. Bu risaleler bütün incelikleri, mukaddeme ve neticeleri ile İslamiyet’in kâinatı, hayatı, toplumu ve ferdi ihata ettiğini ispat eder. Keskin mantık, yüksek bir his ve akıcı bir kalemle bu asırdaki İslam’ın karşısındaki en zor meseleleri ve en tehlikeli desiseleri bertaraf eder.
Zahir bir hakikattir ki Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, o büyük Nurlu Risalelerini yaşadığı devrin tâ içinde, bu asrın hareketinin fıtratını ve fikri mücadelelerini ve nasıl bir değişim yaşadığı zamanın idrakine uygun bir şekilde zamanının en zor sıkıntılarına avam ve havasın anlayacağı bir üslupla bizlere sunuyor. O tehlikeler ki zayıf olan örümcek ağından fazla bir şey değildir ki misyoner merkezleri, oryantalist kurumlar ve büyük emperyalist ülkelerin müstemlekeleri ve dışişlerine bağlı müesseseleri bütün bunlara karşı Kur’an-ı Kerim’in ‘icazı, nübüvvetin hakikati, şeriatın hikmeti ve İslamiyet’in insaniyetini ve prensiplerindeki ahlaki ve ruhi düsturlarının azametini izah etmiştir.
İnsanların havas kısmının müşevveş aklına sükûnet ve muvazene verip enfüsi tefekkürle bulduğu deliller vasıtasıyla sırların ve müşkülatların çözülmesinden aldığı lezzet ile onlara hitap ediyor. Kâinat hakikatlerinin en muammalarını, Nurlarda, avamın anlayabileceği tek üslup olan fıtri mantık üslubu ile izah edilmiş olması onları da havas gibi adeta cezp ve celp etmiştir.
İnsafla bakacak olursak göreceğiz ki Risale-i Nur, Türkiye’nin dört bir tarafını büyük bir İslami medrese haline getirmiş; hem kültürel hem manevi dal ve budakları her tarafa sarmış ve meyvesini de her tarafta Allah’ın izniyle vermiştir.
Her tarafta müminler Rablerine şükür ettiler ki onlara gelen ve evlerine giren bu büyük nimet-i Rabbaniye vesilesiyle hayatlarını nurlandırdı; dağınıklıktan, şaşkınlıktan, cahillikten ve zâhiri-bâtini şirklerden ve bilmeyerek Allah’tan başka şeylere tapmanın pençesinden kurtardı.
Cenâb-ı Hakk, bu nimeti yalnız Türkçe bilenlere-Türklere mahsus bırakmadı. Bu noktada mübarek kardeşimiz, çalışkan bir mütercim olan İhsan Kasım Es’Salihi’yi istihdam etti. Bu kardeşimiz yıllarca Risale-i Nurdan birçok bölümünü, makalelerini bizlere tercüme etti. Ve bu mübarek eserin hayır ve bereketinden yaptığı Arapça tercümeler vasıtasıyla Kur’ân-ı Hakîm’in pak dili olan bu dili bilen okurlarını da mahrum bırakmadı ve onların arasında da intişar etmesine vesile oldu.
Hz. Bediüzzaman, bu Risalede kâinatta Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kuvvetli, mantıki ve açık bir şekilde câri olan hayat programının ana hatlarını çizerek başlıyor; bunun ile maddiyunun fikirlerine öldürücü darbeler vuruyor; vücud-ı İlahi’yi inkâr etmek noktasındaki hükümlerini kırıyor; akılarını tesfih ediyor; ne kadar akılsızca hüküm verdiklerini adeta kör gözlere bile sokarcasına gösteriyor.
Fıtri bir düstur olan “Umumî mes’elelerde ispata karşı nefyin kıymeti yoktur ve kuvveti pek azdır.” ifadesini mantık ilmi dairesinde o kadar güzel izah ediyor ve: “Çünkü ispatta netice bir olduğundan tesanüt olur nefiyde ise netice bir değildir, pek çok kayıtlar vardır. Bence, bana göre, benim nazarımda ve benzeri nakıs bakış açılarıyla her adamın kendi şahsî nazarında olduğu için ittihat ve tesanüt olmaz.” diyerek devamında verdiği gözümüz önündeki müşahhas ve müdellel misallerle akılları tatmin ediyor.
Bütün bunları belağat, fesahat ve selasette edip ve şâirleri imrendirecek bir üslupla yapar. Lakin bunları yaparken, ilm-i kelâmın ıstılahlarına ihtiyaç duymadan ihtiyaç olan bahislerde ise bu asrın fehmine uygun en sehil bir üslupla verir. Ayrıca, Kur’an’la barışık olmadığı için akılları daha çok karıştıran, imanı kurtarmaya yetmeyen, inanç bina etmeyen insanın ruhuna feyiz vermeyen felsefeyi kullanmadan, kalıplaşmış uzun mukaddimelerin kayıtlarına da girmeden bunu yapmıştır.
Ey bu kıymettar kitabı okuyacak olan aziz kardeşim,
Bediüzzaman’ın kendi asrında ve Allah’ın izniyle gelecek asırları avamdan havassa yüz binlerce kişinin imanını ihyaya vesile olmasındaki muvaffakıyetinin sırrını sorarsan: Derin imanı, eşsiz şevki ve taklîdî ilm-i kelamdan farklı olan Rabbânî ve Kur’ânî üslubu ki insan fıtratında derç edilmiş olan aklî melekeye ve fıtri kalb-i selîme hitap etmesidir. Eski asırlarda olan ve kendi dönemlerine bakan ilm-i kelam ulemâsının metodundan tamamen kurtulup onların konu ve ıstılahlarını kullanmamasıdır.
Son devirde yaygınlaşan materyalist felsefe fikrinden türeyen sosyal ve kültüler merkezler vasıtasıyla dünyanın her yerinde olduğu gibi Anadolu’da da bu inkâr fikri gençliğin ve yeni neslin beynine kazınmak için okullar, gazeteler, dergiler, bütün medya ve devlet imkânları kullanılarak dinsizlik faaliyetini müthiş bir şekilde yapılmıştı. Artık mesele o kadar ileri gitmişti ki.. Risale-i Nur, tevhit kılıncını eline alıp onların tepesine indirdi ve Türk toplumunu-Anadolu insanını muhakkak bir keşmekeşten kurtardı.
Bediüzzaman, bütün hayatını, Risale-i Nur vasıtası ile Kur’an’ın bu kâinattaki muallimliğini, bize Cenab-ı Hakk’ı tanıtmak ve tarif ettirmekteki üstadiyetini ispat etmek için geçirmiştir. Ta ki Kur’an şakirtleri bilsinler ki Kur’an’a ve ondaki doğru inanç ve hikmetli şeriata ve yüksek maneviyata ve yüksek ahlaka ve Rabbani güzel davranışlara tutundukları sürece onlar yeryüzünün üstatlarıdırlar. Ta ki Müslüman’ın kendine güveni ve Kur’an’ın üstadiyeti ile iftihar edip ehl-i küfrün fikirlerine kul olmasın ve bu dünyada tam medeniyet rolünü ifa etsin. Bu Rabbani düsturlar vasıtasıyla beşer, ahlaksızlıktan küfür ve dalaletten kurtulsun.
Netice itibariyle ilm-i tevhit Bediüzzaman sayesinde hem fert hem toplum üzerinde eşine az rastlanır fevkalade değişiklikler yaptı desek mübalağa etmiş olmayız; çünkü bu ilim, toplum hayatında içtimai tebeddülata, imana ve öze sahip çıkmaya ve fikri bağımsızlık hareketine vesile oldu.
Zaten, bu kitabı okuyan kimse bu sözümüzün hakkaniyetini kitaptaki kelime ve satırlarda apaçık görecektir. Ve işte o zaman Bediüzzaman Said Nursi’nin İslamiyet’in parlak mazisindeki İslam büyüklerinin, büyük müceddidlerin arasındaki ona layık yerini vicdanıyla bihakkın kabul edecektir.
Son olarak bu kitap hakkında nâçizane birkaç söz söyledikten sonra:
“Cenâb-ı Mevla’dan Ümmetin Üstadı Bediüzzaman’a, yaptığı hizmetlerin karşılığını en iyi şekilde ihsan etmesini niyaz eder; bu kitabı tercümesiyle Arapçaya kazandıran kardeşimize de daha çok tercümelere muvaffak olmasını, bu kitabı okuyup ilmi ile amel edenlerin sevabını onun defter-i ‘amâline en ‘ala şekliyle yazmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederiz. Âmin. Şüphesiz Allah duaları işiten ve icabet edendir.”
Ve son duamız: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun.”
Muhsin Abdülhamit
Ribat 5 Şevval 1403
_________________________________
[1] Bağdat Üniversitesi, Tefsir ve Akide Profesörü
[2] Miladi 1900’lü yıllar
www.NurNet.org
Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?
Üstad’a “vatan haini” diyenler var. Bediüzzaman Said Nursi’nin hangi sıfatları ve faaliyetleri vatan hainliğine hizmet ediyor?
Değerli Kardeşimiz;
Bedîüzzaman’ın hangi sıfatları ve hizmetleri vatan hainliğidir?!. Sebr ve taksim yoluyla; yani hepsini değil, sadece bazılarını teker teker sayarak beraber görelim, karar verelim:
– Bedîüzzaman; Seyyid Arvasi ve Molla Muhammed Celâl’den, hem aklî ve hem de naklî ilimler için ilmî icâzet almıştır. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman’ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtâz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkınde bir İslam âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düşmanları ittifak halindedirler.
Gerçekten Bedîüzzaman’ın, İslamî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde “Mirkât” gibi İslam nazarî hukukuna ait usul-ü fıkıh metni; İslam felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin El-Îcî tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan “Mevâkıf”; mantık ilminin özeti demek olan “Süllem” ve benzeri doksan çeşit kitabı hâfızasına aldığı, bunları üç ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap Dilinin en mükemmel lügati olan “Kamus”u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmî cihetlerindendir. Bu kesbî gayrete bir de Allah’ın ihsânı demek olan muhâkeme, zekâ ve vehbî diğer vasıflar eklenince, muasırları tarafından “Bedîüzzaman”, yani zamanın eşsiz bir allâmesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiçbir sebep kalmamıştır. Bu mu vatan hainliğidir?
– Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı eserini mütâlaa ettim. O büyük allâmenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, yirmi bir meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslamî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve isbatı, kader meselesi, haşrin isbatı, mi’racın cesedle mi ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah’ın isbatı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.
Halbuki Bedîüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dahinin “Haşir aklî metodlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz.” demesine rağmen, Onuncu Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve isbat etmiştir ki, neticede “Bu eserimi idrâk ve iz’anla iki defa mütâla’a et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok.” hükmünü, okuyanın vicdanı tefessüh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan etmektedir. Bu mu vatan hainliğidir?
– Eski kelamcıların ancak büyük âlimleri muhatap alarak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Taftezânî’nin “Telvîhât” başlığı altında kırk küsur sayfada izah edebildiği “Kader ve Cüz’î irade” meselesini, beş-on sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir. Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, kırk sene dolaştığı İslam âleminde halledemediği halde, Bedîüzzaman’la yaptığı kırk dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye’den ayrıldıkdan sonra uğradığı Mısır’da Cumhuriyet Gazetesinde bir makale halinde neşretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman, kendisine sorulan soruya karşılık Ezher Şeyhi Şeyh Muhammed Bahit’e şu cevabı verdi: “Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak.” Bu cevap karşısında hayranlığını gizlemeyen Şeyh Muhammed Bahit, kendisiyle aynı kanaatte olduğunu bildirdi. Kendisi de aynı düşünceye sahip olmakla beraber, Bedîüzzaman’ın bu kadar veciz ve keskin beyan tarzına hayran olduğunu belirtti. “Bu gençle münâzara edilmez.”, dedi. Akabinde, bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmenin ancak Bedîüzzaman’a has olduğunu ifadelerine ekledi.(1) Bu mu vatan hainliğidir?
– Dîvân-ı Harb-i Örfînin 10 Mayıs 1325/23 Mayıs 1909 tarihinde Birinci Şube’ye bağlı İkinci Hey’et-i Tahkikiye, Bedîüzzaman Sa’îd el-Kürdî’yi soruşturma kapsamına almıştır. Bedîüzzaman’a sorulan bir önemli soru bulunmaktadır: “Sen de Şeri’at’ı istemişsin?” Buna cevabı gayet açıktır: “Şerî’atin bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zîrâ Şerî’at, sebeb-i sa’âdet ve adâlet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil…”(2) Bu mu vatan hainliğidir?
– Şark’ta Kürtleri hem İslamiyet’ten ve hem de Osmanlı Devletinden koparmamak için Abdülhamid’e mektup yazmış ve Sultan Abdülhamid de ona tahsisat verilmesini emretmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?
– Mehmed Reşad’ın Cülûs‑i Hümâyûnu’nun (tahta geçiş) ikinci yıl dönümü merasimine Bedîüzzaman’ın da katıldığını ve herkesin el‑etek, saçak öpmek için eğile eğile gidip, öpüp, geri gerisine el pençe dönenler arasında yer alırken, onun dik ve vakur adımlarla Padişah’ın tahtının hizasına gelince, “Esselamü aleyküm” deyip yürüdüğünü biliyoruz. Bu merasimden sonra Padişah’ın dikkatlerini çekmiş, takdir ve hürmetine mazhar olmuştur. Çünki bu merasimi takiben Rumeli’ye seyahat eden Padişah Mehmed Reşad’ın refakatinde Bedîüzzamanı da görüyoruz. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bunun üzerine Sultân Reşad’ın Şark Vilâyetlerinin ihyâsı için Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehrâ projesini tasdik edip tahsisat ayırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?
– Ermeniler, ecnebi devletlerin tahrikleriyle komiteler ve çeteler kurarak, bir Ermenistan vücuda getirme hevesiyle harekete geçmişlerdi. Özellikle Doğu’da bu hareketleri çok açıktı. Bedîüzzaman Hazretleri de kendi talebelerine mavzer tüfeklerini temin ederek bir nevi silahlanmış durumdaydı. Medresesi bir askerî kışlayı andırıyordu. Erek dağına veya kır gezilerine talebeleriyle çıktıkları zaman, silâhlarıyla çıkıyorlardı. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman 1916 Bitlis savunmasına Gönüllü Alay Komutanı olarak katılır; vatanı uğrunda birçok talebesini şehit verir ve kendisi de yaralanarak Ruslara esir düşer. Bu mu vatan hainliğidir?
– Rusya’da Esir Kampında iken ziyarete gelen Rus Komutana ayağa kalkmamıştır. Komutanın “Beni tanımadı mı?” sorusu üzerine Bedîüzzaman, vaziyetini bozmadan oturduğu yerden: “Hayır tanıdım, Nikola‑Nikolaviç’tir. Çar’ın dayısıdır ve Kafkas Cephesi Başkumandanı’dır.” Kumandan: “O halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarı’na hakaret ediyorlar.” Bedîüzzaman: “Hayır, hakaret için yapmadım. Ben bir Müslüman âlimiyim, imânlı bir kimse, Cenab‑ı Hakk’ı tanımıyan bir adamdan üstündür. Mukaddesatım bunu böyle emreder. Onun için ben ona kıyam edemem.” demiştir. (3) Bu mu vatan hainliğidir?
– 5 Mart 1334/1918’de kurulan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine Osmanlı Genelkurmay Başkanlığının adayı ve Şeyh’ü-l İslamlığın teklifiyle Bediüzzaman tayin edilmiş ve kendisine öncesinde Mahrec Mevleviyeti denilen ilmî paye verilmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman bir idam fermanı hükmündeki Sevr Antlaşmasını, Avrupa zâlimlerinin Osmanlı Devleti’ni ve İslâmiyet’i yok etme planı olarak görür ve bunun karşısında Cumhuriyetin kurulup Sevr’e karşı çıkılmasını takdir eder. Bu mu vatan hainliğidir?
– Osmanlı’nın en müstesna alimlerinin görev yaptığı Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de üye olan Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliye aleyhindeki fetvâyı Şerî’at ve din ilmi ölçüleri içerisinde tahlil etmiş ve fetvânın geçersiz olduğunu şahsı adına ilan etmiştir. Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman İngilizlerin Cerbezeli Siyasetine Karşı Çıkmış, Tulû’ât [1339/1920] adlı eserini İngilizlerin hain siyasetlerine cevap olarak kaleme almış ve ayrıca İslâmiyet’in aleyhine ileri sürülen bazı soruları bu eserde cevaplandırmıştır. Bu mu vatan hainliğidir?
– Anadolu hareketini destekleyen Bedîüzzaman, Kuvâ-yı Milliyenin kazandığı her bir zaferi büyük bir zafer olarak görüyor ve bunu yazılarına yansıtarak halkı şevklendirmek istiyordu. Bunun için 21 Nisan 1921’de gerçekleşen Eskişehir zaferi üzerine kaleme alıp aynı yıl Lemeât adlı eseri içinde yayımladığı yazısında çok önemli hakikatleri haykırır. Bu mu vatan hainliğidir?
– Büyük Millet Meclisinin daveti üzerine Bedîüzzaman Hazretlerinin İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere yola çıktığını ve 7 Kasım 1922 tarihinde Ankara’ya ulaştığını belgelerden anlıyoruz. Bu davet edenler arasında Mustafa Kemal’in de olduğunu biliyoruz.(4) Bu mu vatan hainliğidir?
– Bedîüzzaman Hazretleri, Ankara’daki dehşetli şahsiyeti ve gizli zındıka komitesini keşfettikten sonra, bunlarla siyaset yoluyla başa çıkılamayacağını anlar ve Van’a gitmek üzere Ankara’dan ayrılır.
Fakat bu zındıka komitesi Bedîüzzaman’dan korkmaktadır. Elleri bağlı bir ihtiyarın arkasından ordular sevkedilmektedir. Sebebi gayet açıktır; zira diğer âlimlerden ve mütefekkirlerden farklı olarak, Bedîüzzaman bu gizli dinsizlik komitesininin reislerini ve metotlarını keşfetmiş ve bunlara nasıl karşı çıkılacağını iyice tesbit eylemiştir. Bunun için uzlete çekilecek ve maddî bombalar yerine manevî atom bombaları üretme hazırlığına, yani Risâle-i Nur Külliyâtını telife başlayacaktır. İstiklâl Mahkemeleri, Ali Haydar, Ömer Nasuhi, İskilipli Atıf, Gönenli Mehmed Efendi ve benzeri alimleri ya tevkif yahut idam ettiği halde, Bediüzzaman’ı gözaltına alacak bir sebep dahi bulamadığı devletin belgelerinden anlaşılmaktadır.
– Bu saydıklarımız (Bediüzzaman’ın vatan haini değil, gerçek bir vatansever olduğunu gösteren) binlerce hakikatten sadece bazılarıdır. Bütün bu hizmetler ve vasıflara vatan hainliği diyenler; asıl vatan hainleridir. Ayrıca bu hainler, Sultan Abdülhamidlere, Sultan Reşadlara, Mustafa Sabri, Mehmed Akif, Enver Paşa, Seyyid Fehim Arvasi ve benzeri şahsiyetlere de vatan haini demiş olmuyorlar mı?..
Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ
Dipnotlar:
(1) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.
(2) bk. Divan-ı Harb-i Örfi.
(3) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.
(4) bk. age.
Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü
www.NurNet.org