Kategori arşivi: Seçtiklerimiz

Yanlış bizdense ben bizden değilim

Cemiyet hayatına bakıldığında herkesin durduğu bir yer, bir çevre, bir konum, bir görünüm vardır.

Kimileri yanlış yerde yanlış işlerin içerisinde, kimileri doğru yerde doğru işlerle meşguldür.

Bir de doğru yerde yanlış işler yapanlar, yanlış yerde, ama doğru olanlar vardır ki bu durum sosyal problemlerin ve kafa karışıklıklarının en baş sebeplerindendir.

Kişinin sadece doğru tarafta yer alması yetmez. Doğru tarafın gerekleri olan doğru vasıflar ve işlerle mücehhez olunmadığı sürece vizyonu kirleten bir vebal taşınacaktır.

Doğru tarafta olmanın fanatikliği ve taassubuyla yanlış işler yapanlar, yanlış tarafa doğru insanları itmiş olacaklardır ki bu da başka bir vebaldir.

Bu yüzden bulunduğunuz tarafın doğru olması, her zaman sizin de iyi olduğunuzu göstermez veya yanlışın içinde olup iyi insanların olabileceği gerçeğini de setretmez.

Peki neden iyiler ve doğrular doğruların safında birleşemiyor. İşte bunun en büyük müsebbibi doğruda bulunanların doğru işler yapmamasıdır.

Doğruların ve iyilerin imtihanı zordur. Çünkü iyiliğe bağlı gelişen sıfatlar çoktur. Oysa kötülük ve yanlış kolaydır. Ayrıca doğru olmanın ve doğru safta kalmanın da bir bedeli vardır ve bu bedeli ödemeyi gerektirir.

Doğru tarafta olanların işleri ağırdır. Zira hem kendi saflarında bulunan çürüklerle, kötülerle mücadele etmesi gerekir, hem de yanlıştaki iyileri celp etmesi, çekmesi gerekir. Bunun için de doğru taraftakilerin her halleriyle doğru olmaları çok mühimdir.

Şu da var ki doğru yerin doğruluğu sadece kişinin kendi aklıyla anlayabileceği bir durum değildir. Çünkü ahir zaman gereği iyiler ve kötüler birbirine karışmıştır. Oysa siyah ve beyaz gibi birbirinden ayrı olması gerekir. Lâkin bugün pek çok şey grileşmiştir. Doğru safın doğru tesbiti ancak güçlü bir şahs-ı manevî ile mümkündür. Velev ki bu şahs-ı manevî havuzunun içerisine, yanlış düşse bile o büyük Kevser-i havuz kirleri temizleyecektir.

Doğru yerde yanlışların sayısı artmışsa bu daha da tehlikelidir. Zira buradaki doğru kendi tarafındakilerden bile yara alır ve sevilmez hale gelebilir.

Bazen doğru tarafta olmanın fanatikliğine kapılır insan. Hep doğrunun ve haklının kendi tarafında olduğunu düşünmek bir fanatizmdir. Duyguların hakim olduğu mantığın, esasların, hakikatlerin geri plana atıldığı durum her ne olursa olsun fanatizmdir.

Hasılı; yanlış yerde doğru insanların bulunmasının bir sebebi de doğru yerdeki yanlışlardır. Bu yüzden sadece doğru yerde olmak yeteli değildir. Taraf olmak, doğrusuyla yanlışıyla savunmak demek midir?  Yani yanlışa doğru mu demektir.  Elbette hayır. İşte sıkıntı buradan başlamaktadır. Doğru tektir. Hangi safta bulunursa bulunsun doğruların etrafında bir şahs-ı manevî oluşacaktır.

Yasemin YAŞAR

www.nurnet.org

Talikata Dair..

Risale-i Nur’da Talikata Dair..

Ta’likat Hakkında Bilgi verir misiniz?

Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir.” (S: 762)

“Bilâhare Hazret-i Üstad (R.A.) -İşarat-ül İ’caz, Kızıl Îcaz, Hutbe-i Şamiye, Reçetet-ül Ulema ve Reçetet-ül Avam ve elyazı Ta’likatkitabları hariç- bütün Arabî risalelerini Mesnevî-i Nuriye şeklinde tasnif ettikleri zaman, çok kavî bir ihtimal ile bu eser Üstadımızın eline o sıra geçmemiş olsa gerektir.” (Basdıllı Ms: 339)

“Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın te’lifatından geçecek “Ta’likat” namında hârika bir risalesi var.” (B: 149)

Ta’likat” namında hârika bir risalesi var. İşkal-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblağ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. (T: 212 )

Ta’likat’tan

“Hem Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu’ Ta’likat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı hârikada, müdakkik ülemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden, matbu’ “Kızıl Îcaz” namındaki risale-i mantıkıye Risale-i Nur’la bağlanmasına ve şakirdlerinin âlimler kısmının nazarına göstermek lâyık gördüm.” (K: 140)

Ta’likat: Mantıkta bînazir bir eserdir, nazariyat-i mantıkiyeyi tatbikata takrib eder. (A.Bediyye: 691)

Son Şahitlerde ise;

Molla Habib ve Tâlikat
Evet, Molla Habib Milis Albayı Bediüzzaman’ın ilk nur kâtibiydi.

İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde ve Emirdağ mektuplarında sadece ismini okuyabildiğimiz böyle bir kahraman şehid, şefkat kahramanı bir annenin sevgili bir kuzusuydu muhakkak.

1970’li senelerde Nur araştırmasının sevdasıyla dolaşırken Balıkesir’in Biga ilçesinin Güvemalan köyüne uğrayarak Molla Süleyman ismindeki bir nur talebesiyle görüşmüştüm. Genç ve dinç gönüllü nur kâtibi Habib’in nereli olduğunu sorduğunda eliyle çok uzakları göstererek “tâ aksa-yı şark!” diyerek Nurların ilk kâtibi Molla Habib’in de Doğubayezitli olduğunu ifade etmişti.

Seneler çok çabuk geçiyordu. l99l yazında Bayram Yüksel Ağabeyin aydınlık gayret ve himmetleri bir hayırlı ışığın daha meydanları aydınlatmasını sağlıyordu.

Bir asra yaklaşan zamandan beri sadece Tâlikat şeklinde ismini okuyup, duyduğumuz bu müstesna Nur Külliyesi parçalarından bir parça nihayet gün ışığına çıktı. Daha önceleri “Talikat yok Irak’ın bir şehrinde, yok Suriye’de, yok İran’ın bir köyünde bir nüshası var” derken, bir eksik nüshası Ankara’da Said Özdemir’in arşivinden çıkarken, bundan bir yıl sonra da Bayram Yüksel ve Mustafa Sungur Ağabeylerin himmetleriyle meydana çıktı. Bunlardan da Risale-i Nur Mütercimi İhsan Kasım Ağabeye intikal eden Tâlikat oradan da İsmail Yazıcı’nın sanatkâr ellerine geliyordu.

Şehit Habib’in kâtibliğini yaptığı Tâlikat ismindeki mantık kitabını lügatler şöyle anlatmaktadır: “Bir eseri açıklamak üzere kenarına yazılan veya ayrıca eser olarak hazırlanan notlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ilm-i mantık üzerine telif ettiği eserinin ismi.”

Nur Üstad Bediüzzaman’ın lahika mektuplarından mantık ilminin bir şaheseri olan Tâlikat’ın bahsi geçmektedir. Barla Lahikası’nda: “Risale-i Nurun tesvidinde çok hizmeti sebkat eden, temiz kalbli, ihlâslı güzel bir hâfız, müdakkik bir hoca olan Hâfız Halid’in” bir fıkrasında Tâlikat’tan bahis geçmektedir: “İlm-i mantıkta, İbn-i Sina’nın telifatından geçecek Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikraî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiç bir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş…”

Kastamonu Lahikası’nda ise Tâlikat’ın bahsi şu şekilde geçmektedir:

“Eski Said’in ilm-i mantık noktasında bir şaheser hükmünde bulunan gayr-ı matbu Talikat’tan süzülen i’cazlı bir îcaz-ı harikada mudakkik ulemaları hayret ve tahsinle dikkate sevkeden matbu Kızıl İ’caz nâmındaki risale-i mantıkıye, Risale-i Nurla bağlanmasına ve şakirdlerinin, âlimler kısmınınn nazarına göstermek lâyık gördüm; fakat çok derindir. Bu günlerde Feyzi’ye bir parça ders verdim. Belki bir zaman Feyzi kendisi, başkasının da anlaması için dersini Türkçe kaleme alacak…”

Muhtelif yıllarda Mehmed Feyzi Ağabeye Tâlikâtın Türkçe dersini kaleme alıp almadığını sorduğumda, “Hayır yazamadım, kaleme alamadım” diye cevap vermişti.

el yazma Emirdağ Lahikasından ( hususi arşivimden )

Abdülmecid Nursî’nin Tâlikat için yazdıkları

Bu eserin baş taraflarında Merhum Abdülmecid Nursî (Ünlükul)un el yazılarıyla hüzünlü satırları bulunmaktadır. Bu satırların içinde Nur Üstad Bediüzzaman’ın da kendi mübarek elleriyle yazdığı bir kaç satırı okumaktayız. Abdülmecid Ünlükul, Tâlikat’a yazdığı ön notlarında şunları ifade etmektedir:

(Ta’likat. Arabî müsveddelerden, bilâhere elle yazılmış bir nüsha fotokopisi. Aslı Bayram Yüksel Ağabey’de.)

Hazret-i Seyda!

Merhum ve şehid Molla Habib’in dest-i hattıyla Bürhan-ı Gelenbevî’yi okur iken yazdığı “Ta’likat” namıyla takriratınızı takdim etmekle ellerinizden öper, duanızı isterim.

Abdülmecid

         Ey bu ibret-âmiz evraka bakan zât!

Birinci Harb-i Umumî’den evvel Van vilayetinde Bediüzzaman talebelerine, hususan kardeşi ve Molla Habib’e ders verirken, İlm-i Mantık’a dair te’lif ettiği ve henüz ikmal edemediği iki aded eserlerinin müsveddeleridir. Zamanın selleri içinde her iki kardeş birbirinden ayrıldılar. En-nihayet Abdülmecid namındaki göçüp (küçüğü) Ürgüp Müftüsü olup, 1940 Ürgüp’e geldi. Bu müsveddeleri o zamanın yâdigarı olarak muhafaza etmekte idi. Fakat heyhat sümme heyhat, o da gitti, o da gitti, zaman da geçti gitti. Acaba bu müsveddeleri açıp okuyacak bir kimse olacak mı? Ve öyle bir zaman gelecek mi? Heyhat, heyhat!..

Tâ be-mahşer mihnet ü derd ü gamla gezerim

Bu bize bir çiledir, ey gül (gönül) kaderle çekerim.

Abdülmecid

Bu Ta’likat namındaki risale, Bediüzzaman Said-i Kürdî’nin Bürhan-ı Gelenbevî üzerine yazdığı haşiyelerdir. Bu risale yazan halka-i dersinde bulunan en sevdiği Habib namında bir talebesi Habib Bürhan-ı Gelenbevî okur iken Bediüzzaman’ın takrirlerini haşiye şeklinde yazar idi. Bu da 1329’da idi. Birinci Harb-i Umumî koptu. Bediüzzaman ile Habib vaiz sıfatıyla Van Fırkasıyla beraber Erzurum cephesine gittiler.

Bir sene sonra dönüp Van’a geldiler. Ermeniler tarafından Van alındı. Bizler de Gevaş Kazasına çekildik. Habib orada şehid oldu. Habib’in dest-i hattıyla ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle yazılan şu risale, muhaceret esnasında memleketten memlekete, şehirden şehire çıkıp gezmek neticesinde 1940’ta Malatya’dan Ürgüp’e müftülük memuriyetiyle geldim. Bu risale perakende bir halde evrak ve kitablar içinde dağılmıştı. Topladım, cildlettirdim. Olur ki bir zaman gelip, ilmî ve dinî bir haşr ü neşr olur. Bu gibi risaleleri okuyacak insanlar meydana çıkar ki, o zaman bu risale ne gibi bir zekâ ve ne kadar yüksek bir fikirden çıktığı anlaşılır. Fakat heyhat, ne o zaman geldi ve ne o adamlar bulundu vesselâm.

1951

Abdülmecid

***

Şu anda bir ağabey Talikat ve K. i’caz üzerine çalışmalar yapmakta bittiği zaman inşaallah kitabi olarak temin etmeniz mümkün olacak.

selam ve dua ile 

www.NurNet.Org

Her makamın bir ahlâkı vardır

Yükseklerin karı ve fırtınası ne kadar çetinse, yüksek makamların çilesi ve imtihanı da o kadar çetindir.

Fakat günümüzde maddî makam olarak yükseklere talip ruhların bir o kadar ham ruhlar olması makamlara yapılan en büyük haksızlık olsa gerektir.

Her makam ve işte, o makamın gerektirdiği âli himmetleri ve yüksek ahlâkı taşıyan insan bulmak bu zamanda çok zorlaşmıştır. Günümüzde çığ gibi büyüyen eğitim sistemine ve günlük ilişkilere bulaşan bir hastalık vardır. Bu daseküler ahlâk dayatmasıdır.

İnsanlar arası iletişim teknikleri, vizyon, ikna becerisi, etkileme san’atı, güzel konuşma san’atı, problem çözme yeteneği arttırımı… v.s gibi bir dizi göstermelik ahlâk ile göz boyayan, sahte ve derin yaraları iyileştirmeyen bir sürü teknikler, beceriler, eğitimler…

Gerçek ahlâkın lâfta kaldığı ve sadece imajdaki rötuştan ibaret olan, kıymetsiz kametler revaç bulmaktadır. Beşeriyet çarşısının revaçlı malı bugünlerde bu Avrupa kaynaklı sözüm ona gelişim teknikleridir.

Riyakârlığı ve enaniyeti pompalayan bu tekniklerin alt yapısında hep bir başkasına kendimi nasıl sevdirebilirim ve sevimli gösterebilirim kaygısı olup, bu durum aslında halkın rızası görünümünde firavunlaştırma operasyonlarından başka bir şey değildir.

Evet, bu teknikler riyakâr, dalkavuk, iki yüzlü insan tiplerini üretmekten başka bir işe yaramaz.

Bu yüzden en güzel iletişim tekniği iyi niyet ve sıdktır.  Sağlıklı iletişim doğru ve güvenilir bir kimse olmakla başlar.  Bu açıdan bakıldığında en iyi iletişimci peygamberlerdir. Zira onların en önemli ve öncelikli vasfı, sıdk ve emniyettir. Sonra tebliğ gelir.

İşte bugün algılarımızla okadar oynanmış ki, cemiyet hayatında, kişilerin iştigal ettikleri işe lâyık ahlâkı ve şahsiyeti göstermeyi bırakın bir erdem olarak görmeyi, politik olmayı, siyaset yapmayı, menfaat odaklı düşünmeyi, köprüyü geçinceye kadar… gibi su-i ahlâklar erdem kabul edilir olmuştur.

Bu yüzden de içtimaî hayatta güven kalmamış ve yüksek makamları, ham ruhlar,  pes ahlâklılar işgal etmeye başlamıştır.

Bu hastalık iman Ku’rân hizmeti yapanlara da bulaştığında, yani manevî makamların gerektirdiği yüksek ahlâklar yaşanmadığı taktirde daha da tehlikeli hale gelmekte, mukaddesata gölge düşmekte ve vizyon kirlenmektedir. Ehl-i dünyanın öğrettiği sahte iletişim, gelişim ve görünümlerle, sahte imajlarla hizmet etmek, hizmete taarruzdur.

Hasılı; hak hizmetlerinin vesilelerinin de hak olması şarttır. Süflî nefislere ulvî ruh kılıfı  giydirmek gibidir. Bu yüzden bütün ahlâk-ı âliyenin zembereği hükmünde olan sıdk ve doğruluğu hayatına yerleştiremeyenlerden her türlü kötü ahlâk sûdur edecektir.

Kişinin iştigal ettiği her ne ise bu maddî de olabilir manevî de o makama uygun ahlâk taşıması çok önemlidir. Bu günkü içtimaî hastalıkların pek çoğunun sebebi de bu yüksek ahlâkın yoksunluğudur.

Yasemin YAŞAR

www.NurNet.Org

Kariyer planlaması

Kariyer planlaması

Daha Risale Akademi’ye gitmeden bir heyecan aldı beni. Gece uyuyamadım nedendir bilinmez,  ya da şimdi bilmiyorum, sanki oraya gitmek benim için bir kavşakta durup gideceğim yönü seçmek anlamına geliyor.

Aslında bütün katılımcılar için özellikle de hocamızın söyleşilerine katılanlar için benzer bir durum geçerlidir diye düşünüyorum. Kendi tabiri ile ezber bozan, kendi isteğimiz ile edindiğimiz veya bize dayatılıp da hayır demeyi hiç düşünmediğimiz kalıplarımızı yıkan bu söyleşiler dinleyen herkeste ‘bir şeyler yapmalıyım, harekete geçmeliyim’ hissini uyandırıyor. Ders demiyorum söyleşi diyorum çünkü ‘bak bu doğrudur ha bunu al ve iyice belle ona göre bundan sonra dikkat et’ dayatmasını içermeyen, insanın iradesini elinden almadan ‘bak kardeş böyle böyle durumlar var artık sen bilirsin intihaptaki ihtiyar sendedir’ manasını taşıyan bir üslubu var. Dinleyici daha doğru bir ifadeyle katılımcılar artık benim için doğru olanı, fıtratıma uygun olanı yapmalıyım. Kendime ve insanlara fayda vermeyen ve fazlaca meşgul olduğum şeyleri terk edip fıtratıma uygun bir hedef belirlemeli ve bu hedeflere doğru yöntemleri kullanarak emin adımlarla yürümeliyim diyor. Yani ben öyle diyorum belki de fakat katılıcıların paylaşımları onların da bu hissi taşıdıklarını gösteriyor.

Elbette böyle bir yenilikle karşılaşmak insanı şaşırtıyor ben kendisini ikinci kez dinlediğim için daha gitmeden orada şaşıracak ve sarsılacağım diyerek gittim bu benim ilk katıldığım program olan ‘6. Araştırma ve makale oluşturma teknikleri’ndeki kadar fazla heyecanlanmamama yol açtı daha sakin dinleme fırsatı buldum. Başkasının bize dayatmadığı bir hayatı yaşamak, şeriat dairesinde olmak kaydı ile tamamen özgür olup özgür düşünmek mümkün olabilirmiş demek ki.

Biz ilkokuldan itibaren tektipleştirilmiş, ailede bizim sana çizdiğimiz yoldan başka yolun yoktur dayatmasına muhatap olmuş, aman ayıp olur aman seni dışlarlar safsatalarına saf saf inanmış kişiler yani kişiliğini bulmamışlar olarak (benden genç olan kardeşlerim müstesna) (yok benden gayrı herkes müstesna olsun) böyle bir özgürlük alanında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Eh madem herkesi müstesna ettim artık ben diye devam edeyim. Evet akvaryum balığı okyanusta yaşamadığı gibi kimse tarafından özgür bırakılmamış ben şimdi ne yapacaktım kim olacaktım, şimdiye kadar yaptıklarımın ne kadarı benim idi? Ve ben şu an kendimi ne kadar özgürce ifade edebiliyordum? Ve ben eğer özgür hissedersem ne yapardım… soruları çoğaltmak mümkün cevaplar ise yoldalar henüz ben de biriyim benim da canım var benim de kendi tercihlerim var kısmını kabullenmekle meşgulüm.

Açıkçası bu özgürlük biraz da korkutucu gibi geliyor başlangıçta çünkü nefsim özgür olsa ne olur halim diyorum ama tamını koyduk ya baştan meşru dairede özgürlük, şeriatın koyduğu çizgiler içinde özgürlük. Yani yaptığının hesabını Allah’a verecek olduğumun bilinci ile, Ayine-i Samed olan kalbimdeki putları, ilahcıklarımı devre dışı bırakıp, Allah’dan gayrısının benim bu amelimi nasıl bulacağını düşünmeden ve insanlara kendimi beğendirmek cenderesine girmeden hareket etmek. Yazması bile bana keyif verdi yaşamayı da Rabbim nasib eder inşallah.

Kim ihlas ile yana yakara ne istemiş de Allah vermemiş ki elbet siz de hayatınızda buna çok tanık olmuşsunuzdur.
Allah hepimize böyle bir özgürlüğü nasib etsin inşallah ne zulmedelim ne de zulme uğrayalım. Kendimize de zulmeymeyelim inşallah. Böylelikle ahirette hesabımız da çetrefilli olmaz inşallah.
Bugünden benim payıma da bunlar düştü özgürlükle, fıtratla, kendisi ile tanışmak isteyen kardeşlerimizi Risale Akademi’ye davet ediyoruz.

 

Afife ARTIK

www.NurNet.Org

Saadet sarayımız

page

Saadet Sarayımız!

 Bediüzzaman hazretleri insanı bir saraya benzetiyor. İnsanın cihazatını da o sarayın sekeneleri olarak tarif ediyor. Bu cihazattan başlıcaları akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler ve nefis, heva, kuvve-i şeheviye,kuvve-i gadabiyye gibi şeyler. Nefis, heva, kuve-i şeheviye ve kuvve- i gadabiyye o sarayda kapıcı ve it hüknümdeler ve akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler ise sarayın içinde ulvî vazifeleri olan sekeneler. Her bir latifenin kendine mahsus ubudiyet vazifeleri var.

İnsanın kemalatı akıl, kalb, sır hatta hayal gibi latifelerinin yüzünü ebedi hayata çevirmekle tahakkuk ediyor. Bunu yaparken kuvve-i şeheviye insana menfaati (ulvî cihazatın yüzlerini ebedî hayata müteveccüh etmek  için) olan şeyleri celb etmeye; kuvve-i gadabiyye de zararı olan şeyleri def etmeye yarıyor. Yani bunlar insan sarayının kapısında duruyorlar ve aynı hücre zarının hücreye faydalı şeyleri alıp zararlı şeyleri almaması gibi insana faydalı olan şeyleri saraya alıyorlar, zararı olan şeyleri almıyorlar.

Bir müminin vucudunu temsil eden sarayda akıl, kalb, sır, ruh gibi latifeler sayrın üst katlarında ulvî vazifaler ile meşgul iken bir kafirin sarayında ulvî vazifelerle meşgul olması gerekenler sarayın kapısındaki it ile oynuyorlar ve sarayın dışı pek şenlik görünüyor saraydaki mühim vazifeler ise muattal kalmış. Müminin sarayının dışı ise gayet sakin, it ve kapıcı kapıda duruyorlar sarayın içi ise şenlikli, herkes fıtratına uygun vazife ile meşgul.

Şimdi gelelim kendimize, bizim sarayımızda neler oluyor, hangi latifem ne için bana verilmiş ve şu anda ne ile meşgul. Üstadımızdan öğreniyoruz ki bize verilen her bir cihazatı bize ne için verilmişse onun için kullanmak şükr-ü örfîdir. Allah bize gözü ne için vermişse onun için kullanmak yani haramdan sakınıp Kur’an okumaya ve ibret nazarı ile, tefekkürle kâinata nazar etmekte istimal etmek. Kulağımızı çirkin sözler işitmekten koruyup hak söz dinlemekte kullanmak, kalbimizi muhabbetullah, zihnimizi marifetullah, irademizi ibadetullahta kullanmak  ve bunun gibi.

Yine işarat-ül İ’caz’ın başında hikmet, hilkat hükümetinden soruyor ki bu insanlar nereden geliyorlar ve nereye gidecekler ve buradaki vazifeleri nelerdir? Bu soruya insanlar nâmına inanların seyidi, efendisi olan Peygamber Efendimin Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam cevap veriyor ve diyor ki: “Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar , Sultan-ı Ezelî’nin  kudretiyle, yokluk karanlıklarından ziyâdar varlık Alemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyyeye müteveccih hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadeti ebediye yollarını temin  etmekle re’sül-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelînin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al oku!” Kur’anın dört ana maksadı olan tevhid, vübüvvet, haşir ve adalet ile ibadeti içine alan bu câmi cümleden de anlıyoruz ki bize verilen istidadların inkişafı için bu dünyada bulunuyoruz.

İstidatlarımızın inkişafı onların doğru mecrada kullanılması, olara faydalı olanların celb edilmesi ve zararlı olanların da def edilmesi ile mümkün olacaktır. Yirmiüçüncü sözdeki şu cümle bunu çok net ifade eder:”Evet hakiki terakki ise, insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine layık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktır.”

Tekrar baştaki saray misalini nazara alırsak bizim dışımızın değil de içimizin şenlikli olması matlubumuzdur. Dıştan görünen bizim heva ve hevesimiz ve kuvve-i şeheviye ile kuvve-i gadabiyyemize bakan hallerimizdir. Obur muyuz, az mı yiyoruz; çok fazla veya çok az mı konuşuyoruz; çok gereksiz öfkeleniyor muyuz yoksa gerektiği yerde mi kızıyoruz; aklımız Amerikan tavukları kaç tanedir? Zuhalin etrafındaki halkalar nasıldır? gibi şeylerle ya da acaba falanca banim için ne dedi, hakkında ne düşünüyor gibi şeylerle mi meşgul yoksa kendimize ebedi saadet için gerekli olanlarla mı meşgul. Evet bunlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyyeye bakan meseleler. Bu üç kuvvenin ifrat tefrit ve vasatı var ve istikametli olan vasatıdır. Bu kuvvelerin vasatı iffet, şecaat ve hikmettir ki bu üçünün bir arada bulunmasına sırat-ı müstakim diyoruz.

Her birimiz kendi sarayınızdan mesulüz. Ve sarayımızı saadet sarayı haline getirnek elimizde. Efendi hükmünde olan akıl, kalb, sır ve ruh gibi cihazatımız sarayın üst katında kendilerine münasib ulvi işlerle meşgul olup padişahla muhabere ederek hem halkın istirahatini temin hem de kendi kemalatı için çalışırsa , bir alt katta çocuklar münasib dersleri okursa ve daha atında hanımlar latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal eder ve nihayet kapıdaki it ve kapıcı hükmünde olan heva heves, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiyye muhafaza vazifesini yerine getirirse; yani her cihazatımız kendine munasib işlerinde istihdam edilirse inşallah sarayımız  saadet sarayı olur .

Eğer sarayımızı böyle tanzim edemezsek, içinde yaşadığımız dünyevî evlerimizin konforu bizi rahata kavuşturmayacaktır. Saadet sarayımızı inşa edebilmek duasıyla…

Afife ARTIK

www.NurNet.Org