Kategori arşivi: Soru – Cevap

İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür.

“İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi, bir müspet hakikatın ünvanı ve perdesidir.” cümlesini izah edebilir misiniz?

Değerli Kardeşimiz;

İnkâr: Nekere kökünden yani; marifenin zıddı, belirsizlik manasını ifade ediyor.

Küfür: Kefere kökünden; yani örtmek, saklamak, inanmamak manalarını ifade ediyor.

Nefiy: Menfi, nefe kökünden, müsbetin zıddı ihraç etmek, çıkarmak, kabul etmemek, reddetmek, manalarını ifade ediyor.

Cehil: Cehele kökünden bilmeyenler, ilimden mahrum olanlar manasını ifade ediyor.

“Küfrün mahiyeti bir inkardır, bir cehildir, bir nefiydir. İman ise ilimdir, vücudidir, ispattır, hükümdür.” (1)

Bu kelimeleri de nazara alacak olursak; imani meselelerin külli olsun cüz’i olsun her biri ilimdir isbattır. Mesela; Allah’a iman mevzuunda “Bir harf katipsiz olmaz, san’atlı bir eser sanatkarı icap eder.” gibi izahlar ilimdir isbattır, hükümdür. Farazi indi mücerred, soyut, kuru ifadeler değildir.

Fakat ALLAH’a şirk ortak misil benzer gibi görüşler ise aklen mantıken fikren o davayı ettirecek bir sebep olmadığı için manasız sözler hükmündedir. Yani; sureten isbat vevücudi görülsede manası ademdir, nefiydir.

“İmanın her bir menfi meselesi bir müsbet hakikatın ünvanıdır.”

Mesela: Layemut; Layezel: hayatı sona ermez, zeval bulmaz, yok olmaz manalarını ifade etmekle Zat-ı Zülcelal’in ezeli ve ebedi oluşunu ifade eden kıdem sıfatını isbat etmektir. Yine sure-i İhlas’dan “lem yelid velem yuled” doğmamış ve doğrulmamış manalarını ifade etmekle beraber Zat-Kibriyanın Halık, Kayyum isimlerini, vacip, kadim, ezeli sıfatlarını isbat etmektir.

La Rezzake İlla Hu: “Ondan başka Rezzak yoktur.”, manasına gelmekle beraber, yaratılan her mahlukun rızkını veren tek bir ilahın varlığını isbat etmekle “Hayatı veren kim ise, o hayatı rızık ile idame eden O’dur.” Hakikatini isbat ve izah ediyor.

(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.

Selam ve dua ile…
Sorularla Risale Editörü

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-3

Soru 7: Mektubat kitabından 9. Mektubun Sâlisen diye başlayan kısmını açabilir misin?

Cevap 7: Üstad bu bölümde şöyle diyor:

“SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızâyı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.

Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir.

Bâki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.

İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi (Ahirete ait şeyleri) kazanmak için verilmiştir.

O hissiyatı şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki elmas fiyatlarını vermek demektir.

Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.

Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye (Allah’a yakınlık derecelerine) ve zâd-ı âhirete (Ahiret azığına) ve hakikî mal olan a’mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder.

Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder.

İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.”

Mektubat kitabı, kalb terbiyesini işliyor. Kalb ise, duygularımızın merkezidir. Fakat ruhun da kendine has duyguları bulunuyor. Zihnimiz düşüncelerimizin merkezidir. Kalb, ruh ve sır gibi latifelerimiz ise duygularımızın merkezidir. Kalb, insanın fakrını ve ihtiyaçlarını hissettiği yerdir. Ruh ise, insanın aczini ve korkularını hissettiği boyuttur. İhtiyaçlardan hırs, tutku, sevgi, aşk, ünsiyet etme gibi duygular uyandığı gibi aczden de, korku, endişe, telaş, dehşet, teselli, sükunet, emniyet ve benzeri duygular uyanırlar.

Üstad burada insan fıtratına konulan duyguları sınıflandırıyor. Hayatî önemde olan işlere tahsis edilenler ve hayatî olmayan işlere ayrılanlar. İlk grubu da 2’ye ayırıyor: Fâni dünya hayatı için çalıştırılacak olanlar, bâki Ahiret hayatı için verilmiş çok güçlü duygular.

Bu kısımdaki temel ders: “Duygular, fıtrat dağından kaynayan nehirlerdir. Bunları yok edemezsin. Durduramazsın. Sadece çok ciddi bir iç terbiye ile önüne belki baraj kurabilirsin. Fakat çok güçlü duygulara baraj da kuramazsın. Sadece akacağı yönü belirleyip ona akış kanalları açabilirsin. Bunu da aklının ilmi ve marifetiyle yaparsın.”

Duygu seline kapılan kişilerin akıbeti çorak arazide kaybolup gitmek, enerjisini zayi etmek, meyve vermemiş bir hayatı yaşamak ve hüzünlere garkolmaktır. Hayatın meyvesi, manalardır. Manaları ise duyguları kontrol altına almak veya hayırlı işlere sevk etmekle elde edebiliriz. Bu noktada güçlü duygular, güçlü ve büyük manalar demektir. Üstad fıtrattaki bazı güçlü duyguları alıp işliyor: Aşk, hubb-u cah (makam sevdası), endişe-i istikbal ve inad gibi…

Hisler için kader 2 durumdur: Câhilce akış hali, şuurluca akış hali… Cahilce akış haline, “mecaz” (uğranıp geçilecek yer) deniliyor. Şuurluca akış haline “hakiki” deniliyor. Bu noktada mesela insanı 2 tane gelecek zaman bekliyor:

  1. Ölümüne kadarki sınırlı gelecek zaman…
  2. Ölümünden sonraki sınırsız gelecek zaman…

Bu zamanlara karşı bizde endişe-i istikbal (gelecek zaman endişesi) şeklinde bir duygu var. Üstad inceliyor: Ölümüne kadarki gelecek zamanın ister farkında ol, ister olma “yaşatacak kadar rızık konusunda kefalet ve himaye altında” dır. Fakat ölümünden sonraki gelecek zaman ise, gâfiller için kefalet altında değildir; ne rızık ne de himaye açısından. İnsan ruhunun asıl endişe edeceği, korkacağı gelecek zaman hakiki ve sonsuz gelecek zaman olan Ahiret hayatıdır. Garanti ve taahhüd altında olanı lüzumsuz yere düşünerek keyfini sürme derdiyle endişe etmek, buna mukabil asla taahhüd altında olmayan, sadece nefsini ve malını bir asker gibi Allah’a adayan kişilere taahhüd altında olan kendi Ahiret hayatını düşünmemek, bir gün mutlaka yüzleşeceği o hayat hakkında endişe etmemek aklın işi değildir. Bu tefekkür endişe-i istikbal hissini hakiki mecrâsına yönlendirir. Bu mecradaki akan bu his, insana ebediyet yolunda koşmayı, çalışmayı ve ebediyete mazhariyetin istediği bedelleri görebilme imkanını kazandırır. Ciddiyet ve sebat ve sabra yardımcı olur.

Aşkta da 2 hal var: Mecazi sevgiliye odaklanma veya Hakiki Sevgili’ye yönelme… Sıradan bir insanın ilk seveceği kişi veya nesne, gözle görülen bir şey olacaktır. Her gözle görülenin bir başlangıcı vardır. Her başlangıcı olanın bir sonu vardır. Her sonu olan fânidir. Kalb ise, batıp gidenleri sevmez; fanilerin faniliğini görerek ona aşk ile teveccüh edemez. Sadece onun o aciz ve fani haline üzülür. Kalbin aradığı aşk, Mutlak Kemal ve Bâki Cemal sahibidir. Bu ise gözle görülmez. İşte kalbin gözü, şehadet âleminden gayb âlemine dönerse, yüzünü oraya çevirirse o zaman Aşk-ı Mutlak’ını bulur. “Allah kuluna kâfi değil mi?” ayetini iliklerine kadar hisseder. Burada da kriter: Kalbin, “beka aşkı” ile dolu olmasıdır. Bu yönü iyi kullanan biri her sevdiği şeye sorar: “Sen bâki misin?” Biraz tefekkürle onun faniliğini gördüğü an yüzünü ondan çevirir. Hz. İbrahim’in (AS) yaptığı gibi… Bu arayış bize Fâtır-ı Bâki-i Mutlak’ı buldurur. Aksi takdirde yalan sevdaların zincirinde köpek gibi mahkum kalır, sonunda da büyük bir hüsran ve hüzünle muhatap oluruz. Hakiki Aşk’ı bulan bir kalb ise, günahlara bulanmış nefis kelplerini zincirlerinden kurtarır, adam eder; dünya hayatında bunalmış kalpleri ise irşad edecek bir kutbiyet makamına erişir. Kayyum isminden feyz alır.

İnad duygusu da güçlü bir duygu, bunun da 2 hali var: Mecazi ve hakiki… Mecaz halinde, insan belirli şeylere takar, inad duygusunu bu lüzumsuz işlerde yıllarca kullanır ve harcar. Bir sınır davasından komşusuyla hatta babasıyla 30 yıl küs duran adam ciddi bir inadı sergiliyor demektir. Fakat bu inat duygusu hakiki halini bulsa, “hakta şiddetli sebat” şekline dönüşür. Böyle birini bütün dünya bir araya gelse hak bildiği yoldan geri döndüremez. İnad duygusu bu haliyle istenen bir kıvamı gösterir. Böyle biri ne olursa olsun, Allah’ın dinine hizmet eder. Hangi şartta olursa olsun dimdik ayakta durur. Peygamberlerin hepsinde bu duyguyu görüyoruz.

Hubb-u cah (makam sevdası) duygusu da öyle… Bu duygu mecaz haliyle dünyevi makamlar, rütbeler ve servet için kullanılır. Fakat makamlar baki olsa da ömür fani ve bir makama çok talip bulunduğu fakat bir kişiye verildiğinden nihayeti hüzün ve hüsrandır. İnsanın fıtratında “halife namzedi” olarak yaratıldığı için bir makam sevdası var. Bu sevdayı manevi makam ve rütbelere yöneltirse meşru ve hayırlı bir hale dönüşür Bu durumda kutbiyet, gavsiyet, ferdiyet, hızıriyet, mehdiyet gibi manevi makamlardan hisse alabilecek şekilde gelişir. Bu makamlarla çeşitli esma-yı hüsnanın cemal ve kemaline ayna haline gelir. Mesela kutbiyet, aşk kutbiyetiyle Kayyumiyete; irfan kutbiyeti Rububiyyete; her ikisini bir edebilmesiyle Samediyete bir aynalıktır. Aşk ve Kayyumiyette, celal vardır. İrfan ve Rububiyette cemal vardır. Hakikatli, marifete dayalı ebedî aşkta ise Samediyet ve kemal vardır. Her cemal ve kemal sahibi cemal (Rububiyet) ve kemalini (Samediyet) görmek ve göstermek ister sırrı kalb açısından bu şekilde tahakkuk eder. Ruh için daha farklı şekilde Esma-yı Hüsna ile tecelli eder. Bu manevi makamlar, gereğini yerine getiren herkeste ebedî olarak kalır. Zaman içinde derecesi artar. 10 kişinin kutbu iken veya cemal kutbu iken, zaman içinde 100.000 kişinin kutbu ve kemal kutbu haline gelebilir.

Fakat insanın iç dünyasında böyle bir mecaz-hakikat ayrımı gerçekleşebilmesi için insanın Sâlisen kısmının başında ifade edildiği üzere dünyayı bir askerî misafirhane şeklinde algılaması, hayatını Allah’a bir asker gibi adaması ve rıza-yı İlahi için çabalaması şarttır. Yoksa duygularının seline kapılıp gider.

İnsanda böyle sayısız duygu var. Onların ıslah ve terbiyesi ile insan, “insan-ı kâmil” seviyesine yükselir. Bu konuya dair Mesnevi-i Nuriye, Badıllı Tercümesinde şöyle bir bölüm var:

“Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer. Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a’lem- onun fenası değil bekasıdır. Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde (embriyosunda) şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş’um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.”

Üstad burada da hırs, gurur ve muhabbet-i zâtiye duygularını ele almış. Bunların 2 halini bildirmiş.

BİR MAHKÛMUN SORULARINA CEVAPLAR-2

Soru 5: Esmaü’l-Hüsna ve Tevhid hakikatlerine kilitlendim. Kerîm ve Vedûd gibi bazı isimleri, ya da istediğin isimleri seçip açarak bana gönderebilir misinİZ?

Cevap 5: Esmaü’l-Hüsna konusunun piri, Üstad Bediüzzaman’dır. ÖzellikLe 30. Lem’a, ism-i A’zam bahisleri; 24. Söz’ün tamamı veya en azından 1. Dal’ı; ayrıca 32. Söz’ün 3. Mevkıfı’ndaki kadın ve çiçek bahsi; ayrıca 10. Söz’deki Hakikatler kısmı muhteşemdir. Bana sadece madem Kerîm ismini sordunuz, o konuya dair bir şifreyi göstereceğim: 10. Söz’ün 2. Hakikat’i şöyle başlıyor: “Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.” Yine 10. Söz’ün 10. Hakikati ise “Bâb-ı Hikmet, İnâyet, Rahmet, Adalettir. İsm-i Hakîm, Kerîm, Âdil, Rahîmin cilvesidir” diye başlıyor. Bu iki cümleye dikkat ederseniz Kerîm ismi ile ilgili bir sırrı göreceksiniz. O da şudur: Kerîm ismi 2 şekilde tecelli eder: İnâyet ve Kerem… Âcizlere, şefkate ve emniyete muhtaç olanlara “inâyet” şeklinde; fakirlere, muhtaçlara ve açlara ise “kerem” şeklinde… Bu noktada Kerîm ismi, insanın hem aczini hem fakrını gideren bir ism-i a’zamdır. Hakiki ism-i a’zam insanın hem aczini hem fakrını aynı anda giderebilen isimdir. Bu açıdan sırf celalî veya sırf cemalî isimler, ism-i a’zam olamaz. İsm-i a’zam “Kibriya-yı Vahdet, Kemal-i Vahdâniyet” içermeli. Bu noktada Kerîm ismi, inayetiyle celal sergiler, keremiyle cemal sergiler. İnayetin tecelli ettiği yere “mana” denilir. Bir kişinin dünyasında manaların açılması çok önemlidir. Çünkü mana, insana doğrudan Allah’ı gösterir. İnsanı Onunla muhatap kılar. Mana karşısında insan aklı, aciz düşer, teslim olur. Duyguları da boyun eğer. Evliyalarda görünen olağanüstü hallerin bir kısmı onun fakr yönünde gelişimine dayanır. Böyle evliyalara “kerâmet-i kevniye ve maddiye” verilir. Acz yönünde ilerleyen evliyalara ise Allah inayetiyle tecelli eder. Onun aklına, kalbine ve ruhuna manaları açar. İnayete mazhar olan kişi, büyük evliya olur. Keramet ise orta ve küçük evliyaların mazhariyetidir. Üstad 10. Söz’de 2 iki farklı hakikatin girişinde bu ayrımı yapmış. Bendeniz de bu sırrı oradan öğrenmiş bulunuyorum. Külliyatın içinde de böyle işlenmiş. 17. Söz’ün 2. Makamında Farisi Münacat buluyor. Oraya bakarsanız bir yerde “inayet ve fakr” dan bahsediyor. Oraya dikkat ediniz. Burayı iyi anlarsak “Biz Risale-i Nur talebeleri inayet-i hassaya mazharız” şeklindeki Lahika mektuplarını da iyi anlarız.

Üstad’ın bir ism-i İlahiyi veya iç içe bir çok ism-i İlahiyi anlattığı yerlere dikkat etmek lazım. 7. Şuadaki 2. Makamdaki hakikatler de böyledir. Her biri bir ismi anlatır. Rahmaniyet, Rahman ismini; Hâkimiyet, Hâkim ismini; Rububiyet, Rabb ismini v.s.

Bu yazdığım size bir sermeşk olsun. Siz Risale-i Nur okumalarınızı bu minvalde yapabilirsiniz.

Soru 6: 20. Mektubun başındaki “Sabah ve akşam namazından sonra tekrarı pek çok faziletli bulunan…” diye devam eden bir tespih var. Bu virdi zikir olarak çekmek uygun mudur? Uygunsa kaç adet çekmeli ve zamanını cevaplar mısınız?

Cevap 6: Öncelikle zikir olarak çekmek uygundur. Çünkü tevhid hakikatini anlatan bir cümledir. Bizzat Hz. Peygamber’in (SAV) zikridir. Hayatü’s-Sahabe’de okumuştum. Sahabeler İran’ı fethe gittiklerinde karşılıklı konuşma esnasında elçi sahabe bu zikri okuyunca sarayın duvarları sallanmaya başlıyor. Bu açıdan kişinin imanına göre bu zikir, kerametlidir. Ayrıca cinlere karşı mücadelede de şifalı olduğu biliniyor.

Miktarı: Hadiste verilen rakamı ya aynen çekmek en doğrusudur. Veya artırılacaksa rakamı katlayarak çoğaltmalı. Mesela 10’dan 20-30-100… şeklinde 10 ve katları olmalı. Hz. Peygamber bir üstad ve mürşid olarak 10 rakamını vermiş. Ya 10 hakikati ifade ettiği için veya 10 zahiri ve batınî duygumuzu terbiye ettiği için veya 10 farklı hastalığa şifa olduğu için 10 defa okunmalıdır. Artırılacaksa 10 ve katları şeklinde olmalı.

Zamanı: Hadiste okuma zamanı bizzat Peygamberimiz (SAV) tarafından bildirilmiş. Ekstra bir zaman bildirme haddimize düşmez. Fakat aynı konuda Peygamberimiz’in (ASM) diğer bir sözü varsa onu aktarmak gerekir. Baktığımızda şu hadisi görüyoruz: “Kim, (Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâşerîke leh, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) duasını bir günde 100 kere söylerse, kendisine 10 köle âzad etmiş gibi sevab verilir, ayrıca lehine 100 sevab yazılır ve 100 günahı da silinir. Bu, ayrıca 3 gün akşama kadar onu şeytana karşı muhafaza eder. Bundan daha fazlasını okumayan hiçbir kimse, o adamınkinden daha efdal bir amel de getiremez. Kim de bir günde 100 kere (Sübhânallahi ve bihamdihi) derse hataları dökülür, hatta denizin köpüğü kadar (çok) olsa bile.” [Buhârî, Daavât 54, Bed’ü’l-Halk 11; Müslim, Zikr 28, (2691); Muvatta, Kur’ân 20, (1, 209); Tirmizî, Daavât 61, (3464)]

Bu hadiste miktar artırımında 100 rakamı model tutulmuş. Demek ki 100 okunabilir. Dikkat edilirse 100, 10’un 10 katıdır. Buradan virdleri artırmada usul öğreniyoruz.

Ayrıca hadis “10 köle azat etmek” tabiri kullanması gösteriyor ki bu vird 10 defa çekilirse, insanın bir latifesinin zincirlerini ve kabuğunu kıracak demektir. 100 defa çekenin 10 latifesi birden gelişim gösterecek anlamına gelir. Yukarda ilk hadise dair yazdıklarımızı Hz. Peygamber (AS) burada tashih ediyor, doğrusunu öğretiyor.

(Devam edecek…)

Nübüvvet ve İnsanların Peygamberlere İhtiyaçları

Nübüvvet ve İnsanların Peygamberlere İhtiyaçları

Birinci: Nübüvvet ve insanların Onlara ihtiyaçları
Araştırmacı, Bediüzzaman Said Nursi’nin bu konudaki görüşüne yer vermeden önce, insanların görüşlerine değinmiştir..
Eskiden beri insanların görüşleri müsbet ve menfi olarak ikiye ayrılmıştır.
– İnkar edenler, peygamberlerin gönderilmesini, kendilerince bazı şüphelere dayanarak akıldan uzak olduğunu iddia etmişler.
– Müspet düşünenler ise, iki kısma ayrılmıştır: Birinci kısmı, Mutezileler teşkil eder. Bunlar peygamberlerin gönderilmesini Allah’u Tealanın üzerine vacip addederler. İkinci kısım ise, peygamberlik sisteminin caiz olduğunu ve Allah’ın bir fazıl ve keremi olarak kullarına peygamberler gönderdiğini ifade ederler. Bu grup, Ehl-i sünnet velcemaat grubuna dahildirler.
– Müspet düşünenler görüşlerinin doğru olduğunu ispat için şu delillere dayanırlar, bunlar da iki kısımdır:
– Birinci: İnsanın ölümden sonra var olduğuna inananlar. Onların başka bir hayatları vardır. Ölümden sonra kavuşacakları, gizli olan ahiretten haber verirler. Bunun için de peygamberlerin gönderilmesini icap eder.
– İkinci ise insanın fıtratında dercolunmuştur. Çünkü o, sosyal bir varlıktır. Kargaşa ve çatışmanın yok olduğu, onu en güzel sosyal bir vaziyete ulaştıracak birisine ihtiyaçları vardır. Bunun içinde adaletli bir peygamber gönderilir. İnsanların birbirine zulmetlelerini engeller. Peygamberlik her hal ve tavırda insan için elzemdir.
Bediüzzaman Said Nursi Peygamberlik sisteminin insan için zaruret olduğunu beyan eder. Tek insanoğlu için değil, bütün dünya ve mevcudat için gerekli olduğunu ifade eder. Allah’ın kudretiyle Kainatın düzeninde muzmer gizemli sırlar da bunu iktiza eder.
“Karıncayı emirsiz, arıyı kraliçesiz bırakmayan kudret, beşeriyeti peygambersiz ve şeriatsız bırakmaz.”
Peygamberlik gerçeği hem dünya hem de ahiret saadeti için gereklidir. Bediüzzaman bunu iki noktada beyan eder:
1. İnsanın zaaf ve aczi: Üstad Bediüzzaman bu hakikatı birçok risalelerinde tekrarla izah etmiştir.
2. Hedef ve gayesinin yüksekliği: Nursi, insan için – Kur’an-ı Kerim’e dayanarak-dokuz yüksek hedef çizmiştir. (Sözler S. 137 ila 139). Bunları dünya ve ahirette medar-ı saadet olarak görmüştür.

Bu iki noktayı -yani zaaf ile yüksek gayeyi- birleştirdiğimiz taktirde, insanın hidayete muhtaç olduğu ortaya çıkacaktır. Bütün bu gayelerin gerçekleşmesi, ancak Peygamberlerin gönderilmesiyle mümkündür.

İkinci : Vahiy:
Vahiy nübüvvetin en hassas meselesidir. İman, vahiy ve gaybin tastikidir. Kur’an-ı Kerim bunun ispatını ve inkarcıların reddini tekrarla dile getirir. (Bunun için birçok ayet-i kerimeye müracaat edilebilir).
Eskiden olduğu gibi, günümüzde de İslam alimleri çabalarını konu üzerine teksif etmiş ve inkarcılara karşı muhtelif üsluplarla deliller sunmaya çalışmışlardır.
Üstad Said Nursinin Vahiy konusunu uzunca bahsetmesinin altında, yaşadığı zaman nokta-i nazarından, küfür ve inançsızlığın had safhaya ulaşmış olması yatmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi, Mirac-ı Nebeviyi, vahiy konusu için bir delil olarak sunmuştur. Zihinlerin kolayca idraki için bir çok örnekler sunmuştur.. Sadece Vahiy mefhumunu anlatmakla kalmayıp, vahyin insan hayatındaki tesirlere de değinmiştir. Vahiy aracılığıyla insanın Yaratıcısı hakkındaki bilgisi ve marifeti daha da artar ve genişler, O’nun sıfatını hakkıyla idrak eder, neticesinde imanı kemale ulaşır. Ayrıca Bediüzzaman Said Nursi (İlham) sözcüğünü gereğince izah etmiş, vahiy ile alakasını açıklamış ve insan üzerindeki etkisini dile getirmiştir.
Üçüncü : Peygamberlerin Sıfatları ve Vazifeleri
a. Peygamberlerin vasıfları: Üstad Nursi, Risalet vazifesine ehil olabilmeleri için Cenab-ı Allah tarafından üstün seciyelere haiz kılınan peygamberler, beşeri kemalatın bir hülasasını teşkil ettiklerini dile getirir. Bu düşünce diğer İslam alimler tarafından da benimsenmiştir.
b. Vazifeleri: Nursi Peygamberlerin vazifeleri hakkındaki görüşlerini aşağıdaki gibi
özetlemiştir:
1. İnsanın Dünya ve Ahiret meselelerindeki hidayeti
– Varlığın kaynağı, gayesi ve sonu.
– Allah’ın nimetleri ve Şükürün vücubu.
– Nazarları kesretten tevhide çevirmek.
2. Uluhiyetin izharı
3. Vaad ve Vaid hakkındaki beyanı
4. Ezeli hayatın tarifi
5. Kainata verilen hayat.
Dördüncü: Mucizeler
Diğer İslam alimlerinin de konu ettikleri gibi Üstad Nursi Peygamberlerin mucizelerini ele almış ve tarif etmiştir. Ancak bir farkla ki, değişik taraflara değinerek, mucize mefhumuna daha önceden hiç dile getirilmemiş yeni boyutlar kazandırmıştır.
– İlk olarak, mucizenin akıl ile çelişmesinin söz konusu olmadığını vurgular. Çünkü mucize akıl imkanları zımnındadır. Örfi imkan zımnında olması da şart değildir. Bunu müteaddid misallerle izah etmiştir.
– En önemli olanı ise, Kur’anın önceki peygamberlerin mucizelerini zikretmesindeki hedef ve gayeyi dile getirmesidir. Önceki mucizeler sadece ibret ve hisse alınması için tarihi bir hadise değildir. Ayrıca nev-i beşeri muhatap alan Kur’an, peygamberlerin mucizelerini anlatmasının sebebi, insana yeni ufuklar açmak ve onu kemalata erdirmektir..
Üstad Nursi bu düşüncesini delil ve burhanlarla desteklemektedir. Şöyle ki:
1. Peygamberlerin manevi kemalatlarının yanında, maddi mucizelerine de iktida etmek.
2. İrşad mefhumu, Peygamberlerin mucizelerini zikreden bütün ayetleri şümul eder.
3. Bu düşünceyi de teyit eden örnekler sunulmuştur.
Bu düşünceye bir örnek olarak (Dedik Ya Musa! Asanı taşlara vur. Ve ondan oniki göz fışkırır) ayetini sunar. Bu ayette Musa a.s.’ın mucizesi yer almaktadır. Mucize insanın topraktan su çıkarması için bir alet keşfetmesini gösterir. Bunu gibi rüzgarın Süleyman a.s. taşıması, İbrahim a.s.’ın ateşte yanmaması, İsa a.s.’ın hastalara şifa bahşetmesi mucizeleri birer örnek teşkil eder. Bütün bunlar insanın aklıyla erişebileceği son noktalardır.
– Nursi (Keramete) değinerek mucizelerle alakasını da zikretmiştir.
İkinci Mebhas: Risale- i Nur Külliyatının bir çok yerinde Muhammed (s.a.v).’ın Nübüvveti hakkındaki bahislerin yanı sıra, nübüvvet ile ilgili özel bir bölüm de tahsis edilmiştir.
Bu mebhası üç ana noktada hasretmemiz mümkündür:
Birinci: Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in nübüvveti, önceki peygamberlerin nübüvveti ile alakası:
Nursi risalelerinde, bütün alemlere gönderilen son mesajın sahibi peygamber efendimiz s.a.v.’ın nübüvvetine dikkat çekmiştir. Şöyle ki;
1. Peygamberimiz (s.a.v). mevcudat arasındaki yeri.
2. Peygamberler arasındaki yeri:
A. Peygamberlerin sonuncusu olmaya daha fazla hak sahibi olması.
B. Peygamberimizin (s.a.v) risaleti, bütün peygamberlerin mesaj ve risaletlerini neshetmesi.
C. O’nun (s.a.v) kitabı Semavi bütün kitapların hülasasını içine alması. D- Semavi bu kitaplar birbirini tasdik edici özelliğe sahip olması.
İkinci: Muhammed (a.s.v.) Gerçeği
Muhammed (a.s.v.)’ın gerçeği Sufi meşrep gruplar arasında önemli bir yere haizdir. Nursi -sufilikten etkilenerek – bu ciheti ihmal etmemiştir. Aksine üstadı olan sufi meşrepli Serhendi ve diğer büyük sufi büyüklerin yolundan gitmiştir. Bunun için Üstad Nursi Muhammedi gerçeği aşağıdaki vasıflardan tahdit etmiştir:
1. Resul- i Ekrem (s.a.v) şu alemin hem nuru, hem de ruhudur.
2. Efendimiz (s.a.v) şu kainatın hem esası ve hem de neticesidir.
3. Muhammed Mustafa (s.a.v), eflakın halk edilmesinin bir sebebi ve en kamil insan da O’dur.
4. İsm-i azama mazhar olmuştur.
5. Mahiyetinde külli ubudiyeti ve risaleti toplamıştır.
Bunun yanısıra Nursi, Sufilik ıstılahlarından uzak olarak Muhammedi gerçeğinin mefhumunu elle tutulur delillerle sunmuştur.
Şeriat lisanıyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in gerçeğini vurgulamıştır. Burada Muhammed Mustafanın nurundan kainatın yaratıldığından bahsetmemektedir. İttiba ve iktida konularıyla , muhabbet gerçeğini mahbunun ittibaının muktezasını dile getirmiştir.
Üçüncü: Muhammed Mustafa s.a.v.’ın Nübüvvetinin delilleri
Allah’ın varlığına deliller sunmayı önemsediği kadar, Nursi peygamber efendimiz s.a.v’ın hakkında da deliller sunmayı ihmal etmemiştir.
A. Zati (enfüsi) deliller: Aşağıdaki unsurlar çerçevesinde sunulmuştur.
1. Peygamberimizin zatının kemali
2. Ahlakının mükemmelliği
3. Allahü Tealaya karşı ubudiyetinin mükemmelliği
4. (Hayr-ı mutlaka davetinde) Risaletiyle ilgili hasiyetlerin kemali b-Zatının (s.a.v) dışındaki deliller (afaki deliller):
a. Kainat: Kainattaki Sanatın inceliği ve tenasük ve tenasübu O’nun (s.a.v) peygamberliğinin doğruluğuna delalet eder.
b. Mucizeler: Bunlar iki kısımdır:
– Kuran-ı Kerim: Muhtelif mucizeleri ihtiva etmesiyle birlikte hususiyet ve sıfatlarının kemali.
– Diğer Mucizeler: Diğer peygamberlerin işaretleri, irhasat, Peygamber Efendimizin muhtelif mucizeleri, ayın ikiye bölünmesi vb. gibi.
Mucizeler konusunda Nursi iki konuya işaret etmiştir:
1. Risalelerinde misal babından birçok mucizelere örnek olarak değinmiştir.
2. Mucize, Peygamber Efendimiz (s.a.v) hayatında sınırlı bir yere sahiptir. Ahval ve hareketleri, tabii sebeplere ve kainatta cari olan ilahi sünnete müraat etmesi, esas olarak karşımıza çıkmaktadır.
B. Risaleti ve onun neticesi
Nursi, Muhammedi risaletin ve eserlerinin insan hayatı üzerindeki etkisini, O’nun (s.a.v) risaletinin doğruluğuna bir delil teşkil ettiğini dile getirir.
– Risaleti, insanı her zaman yücelere yükselten ve kemalata erdiren bir davet olduğunu müşahede ederiz.
– Muhammedi Risalet netice olarak da, hayatı ve kainatı mukaddes bir hale getirdiğini, insana güzel, yüce bir gaye ve hedef çizdiğini, mevcudatı adem dairesinden ve abesiyetten kurtarıp gerçek hayata ve vücuda çıkardığını görürüz.
Ayrıca O’nun elçiliği, bütün Arapları kısa zamanda bedevilikten kurtarıp, dünyanın en medeni insanları haline getirdiği, onları kötü adetlerinden arındırıp yerine en güzel haslet ve seciyeleri yerleştirdiği de bir gerçektir.
www.NurNet.org

BİR MAHKÛM’UN SORULARINA CEVAPLAR-1

Soru 1: Ceza evinde görülen rüyalar ile özgürken görülen rüyalar arasında fark var mıdır?

Cevap 1: İnsanın gördüğü rüyalar kişinin temelde karakter yapısına bağlıdır. Dışa dönük ve sosyal karakterli kişiler, dış dünya ve sosyal çevresi ile ilgili rüyalar görürler. İçe dönük ve asosyal karakterler ise, kendisi ve en yakın çevresi ile ilgili rüyalar görür. Rüyalarda kişisel gelişim etkin rol oynar. Allah rüyalarla kişinin geliştiğini, gelişiminde engel olan hususları, yaşayacağı muhtemel veya kesin durumları, yaşadıklarının onda bıraktığı manevi, olumlu ve olumsuz izleri bildirir. Ayrıca kişinin sosyal hayattaki konumu da rüyalarda rol oynar. Yusuf suresindeki kralın rüyası, Hz. Yusuf’un kendi rüyası, hapishane arkadaşlarının rüyaları çok farklı yönlerle rüya meselesine bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu noktada cezaevi ile özgür hayattaki rüyalar da kişi ile ilgili olarak değişim gösterirler. Fakat mekandan ziyade insan ve sosyal çevresi, kişisel gelişim boyutlu olarak… Rüyalarda Allah manaları bildirir. Manalar, kişinin hayatındaki sembollerle gerçekleşir. Hür hayatta iken yatağıyla sembolleşecek mana, hapishanede koğuştaki ranzayla sembolleşir. Hür hayatta diyelim ki Mesut diye öfkeli biriyle sizin öfkeniz sembolleşecekse hapishanede gördüğünüz en öfkeli kişi Mehmet ise onu rüyada görürsünüz, aynı mana size bildirilebilir. Bu açıdan rüya sembolleri içinde bulunulan mekanla ilişkilidir.

Soru 2: 19. Söz’ün sonunda Kur’anın tekrarındaki hikmetleri ve başka yerde de “Herkes her vakit Kur’ana muhtaçtır fakat herkes her vakit bir sureyi galiben muktedirdir” deniliyor. Üstad’ın burada kasdettiği belirli bir sure var mı? Varsa hangisidir? Bir de sizin tavsiye edeceğiniz, ezber yapın diyeceğiniz sure var mıdır? Namaz sureleri, Yasin, Nebe, Mülk haricinde…

Cevap 2: Üstad’ın kasdettiği belli bir sure yok. Zaten Üstad, herkese farklı sureler daha cazip gelir demek istiyor. Ayrıca kişinin gelişim seyrine göre farklı sureler onun akıl, kalp, hayal ve ruh gözlerine kendi güzelliklerini gösterirler. Mesela bir insan Ferdiyet makamına çıkacaksa veya karakteri bu merkezli ise Vakıa suresi ona kendini açar. Muhyiddin-i Arabi Hz.leri böyle söylüyor. Çünkü o sure, ruhun yapısını; gelişim seyrini ve ruhî gelişime göre insanların aldıkları 3 hali anlatıyor. Ruhani yaşamaya başlayanlar; ruhani yaşayamayıp ruh çekirdeğini korumakla iktifa edenler; ruh çekirdeğini günahlar ve sapkın fikirlerle kirletip bozanlar… Bu surenin içerik olarak kardeşi Beled suresi ve Müddessir suresi’dir. Dikkatle bu 3 sureyi Arapçasından okursanız bağlarını görebilirsiniz. İşte ruhani bir hayat yaşayan ve hakikaten ruhlaşanlar, Ferdiyet makamını elde ederler.

Diyelim ki gündemimiz kötülükler ve bunlardan korunma yolları; o zaman Felak ve Nas sureleri bize açılır. Gündemimiz dille çevreye zarar vermek ise, Hümeze suresi; kadınların erkekler üzerindeki etkisi ve baskınlığı ise Adiyat suresi; dünya hayatı, mal ve mülk derdi ise, Tekasür suresi; ömrünü zayi etmek ise Asr suresi bize kendi cemallerini gösterirler.

Bu noktada size tavsiye edeceğim şu: Önce Duha suresinden itibaren Kur’an surelerinin tamamını ezberlemenizdir. Sonrasında 30. Cüz olan Amme cüzünü ezberlemektir. Şahsen, ben hemen hemen hepsini biliyorum. Okumamaktan ve artık biraz da yaştan dolayı unuttuklarım oluyor. Ama eksiğimi tamamlayacağım inşallah. Çünkü önemli bir husus. Yapabilirseniz 29. Cüz’ü de ezberleyin. Kur’an ezberlemek insanın zihnini açar. Yapamazsanız Vakıa-Beled-Müddessir, İnfitar-Mutaffifîn, Mülk-Rahman sureleri gibi sureler arasında bağlar bulup okuyabilirsiniz. O zaman Kur’an okumak daha leziz gelir.

Eğer yapabilirseniz, ezber için demiyorum, Hâ-Mîm diye başlayan 7 sure var. Mü’min suresinden başlıyor, Câsiye suresiyle bitiyor. Her güne bir tane gelecek şekilde bu 7 sureyi her hafta devredebilirsiniz. Hadiste “Cehennem’in 7 kapısı vardır. Bu 7 sureyi okuyan bu kapıları kapatır” deniliyor. Cehennem kapıları bizim içimizdeki 7 manevi hastalıktır. Her biri bir sureye tekabül eder. Okuma şekli şöyle:

40. Sure Mü’min suresidir; o Pazar akşamı veya Pazartesi gündüzü olmalı.

41. sure Fussilet suresidir; Pazartesi akşamı veya Salı gündüzü okunmalı.

42. sure Şûra suresidir; o Salı akşamı veya Çarşamba gündüzü okunmalı.

43. sure Zuhruf suresidir. Çarşamba gecesi veya Perşembe gündüzü okunmalı.

44. sure, Duhan suresidir. Hadiste bildirildiği üzere bu sure Perşembe akşamı veya Cuma gündüzü okunmalı.

45. sure Câsiye suresidir; Cuma akşamı veya Cumartesi gündüz okunmalı.

46. sure Ahkaf suresidir; Cumartesi akşamı veya Pazar gündüzü okunmalıdır.

Bunları bir ara okuyarak hadisi tecrübe ettim. Şifalı olduğunu hissetmeye başladım. Hepimizin içinde 1 Cehennem kapısı mutlaka bulunuyor. İşte o kapının ilacı bu 7 Ha-Mim’den birisidir. Mesela bu kapılardan birisi “şikâyet hastalığı” dır. Yani sürekli bir şeylerden şikayette bulunma, yakınma, hiçbir şeyden memnun olmama ve şükretmeme… Surelerden birisi “şikâyet” hastalığını tedavi ediyor. Fakat şu an hangisi olduğunu bilemiyorum.

Soru 3: “Siz büyük günahlardan kaçının küçük günahlarınızı Ben affedeceğim” ayeti var ve bununla ilgili hadisler var. “İki namaz arası gibi…” Bu tür hadis de çok var. Bu âyet ve hadiste geçen küçük günahlar hangisidir?

Cevap 3: Müsaadenizle bir numune anlatayım. Tüccar bir sahabe Medine çarşısında mal satarken bir kadın müşteri geliyor. Kadını galiba beğeniyor. Ona dükkan gibi bir yeri varmış veya arka tarafta başka mallar da var, gelin göstereyim diyor. Kadın gelince de kimse görmediği için kadına sarılıp öpüyor. Kadın bağırıp çağırmamış ve şikayetçi de olmamış. Belki eskiden tanıdığı biri olabilir. Sonrasında sahabe pişman olup Mescid-i Nebevi’ye geliyor. O sırada namaz kılınıyor. O da abdest alıp namaza duruyor. Namaz sonrasında yaptığı hatayı utanarak anlatınca Hz. Peygamber “2 vakit namaz arasındaki günahlara kefarettir” sözünü o zaman söylüyor. Bu durum gösterir ki, fiilen zina gibi büyük bir günah olmayan bu tarz harama dokunma, harama bakma, haramı dinleme gibi ufak çaptaki günahlar keffarete maruz kalır. Namazların sürekliliğinin bir sırrı da budur. Çünkü sosyal hayatta gerek düşünce, gerek duygu, gerek fiziksel yönden sürekli kirleniliyor. Bu kirler, birikse kişiyi büyük günahlara götürür. İşte bu noktada öğle namazı ve özellikle ikindi namazı bütün ağırlıklarıyla ön plana çıkıyor. Onlar iş hayatının kirlerini götürüp kudsiyetiyle iç dünyamızı temizliyorlar. İş hayatında takva lazım ama zor bir şey. Çünkü sosyal hayat özellikle Türkiye’de çok karmaşık, çok kirli. Çok bilinçli, hassas ve dikkatli olunması gerekiyor. En ufak bir hata büyük günahlara giden bir yolu açıcı olabilir. Namazın sürekliliği Müslümanların raydan çıkmış duygularını tekrar rayına oturtuyor. Çok şükür namaz 5 vakit kılınmış.

(Devam edecek…)