Kategori arşivi: Kısa Video

kısa video

Risale-i Nurları Ders Kitabı Yaparım – Timurtaş Uçar Hocaefendi

Rahmetli Timurtaş Uçar Hocaefendi bir gün vaazı esnasında konu Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi’ye gelince der;

Vallahi benim elime bir santim fırsat verseler Bediüzzaman Said Nursi’nin bütün eserlerini ilkokuldan üniversiteye kadar okumaya mecbur eder, ders haline getiririm…” diyerek Risale-i Nurların nasıl bir iman dersi verdiğini bize aktarır. İşte o vaazının Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki kısmının bir parçasını aşağıdaki videodan dinleyebilirsiniz.

https://youtu.be/4vwviX0jx5k

FETÖ Üzerinden Said Nursi ve Risale-i Nur’a Bakmak Fitnedir

11. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, Kur’an ve Sünnet Rehberliğinde bir iman hizmeti “Müsbet Hareket” sempozyumunda konuşan İstanbul Müftüsü Hasan Kamil Yılmaz;

FETÖ üzerinden Said Nursi ve Risale-i Nur’a bakmak fitnedir!

Bediüzzaman’ın talebelerinden anarşiye katılan, bozgun çıkaran hiç kimse çıkmamıştır. Hep müsbet hareket etmeyi, sürekli ihtilaf ve kavgadan uzak tutmuştur. Devletin, milletin aleyhinde olmamıştır. Bir terör örgütünü Nur cemaatinin içinde çıkmakla algı oluşturmaya çalışanlara şunu hatırlatalım. Fetöyu 1980’li yıllarda Nurculuk kendi içinden atmıştır. FETÖ üzerinden Said Nursi ve Risale-i Nur’a bakmak fitnedir. Bu yapı üstünden nurculuğu okumak, cemaat ve tarikatları aynı kefeye koymak büyük bir yanlıştır.

Konuşmanın bi kısmını aşağıdan izleyebilirsiniz;

https://www.youtube.com/watch?v=NYCLpswA3BU

Evrenin Genişlemesi.. (Video)

Bir kitap düşünün, bilimin ancak 100 sene önce keşfedebildiği bir hakikati, tam 1.400 sene önce haber veriyor. Ve bir insan düşünün, bilim adamlarının yakın tarihte keşfedebildiği bir hakikati, yine tam 1.400 sene önce bildiriyor. Acaba, bu kitabın ilahi bir kitap ve bu zatın fevkalade bir zat olduğu hakkında hiç şüphe edilir mi?

Kur’an-ı Kerim tam 1.400 sene önce evrenin genişlediğinden haber vermektedir. Zariyat suresinin 47. ayet-i kerimesinde şöyle buyrulmaktadır: “Biz göğü kudretimizle bina ettik ve şüphesiz biz onu genişletiyoruz.” Türkçeye “Şüphesiz biz genişletiyoruz.” şeklinde çevrilen ifadenin

Arapçası لَمُوسِعُونَ  إِنَّا şeklindedir. مُوسِعُونَ kelimesi, “genişletmek” anlamına gelen أَوْسَعَ  fiilinden türemiştir. Başındaki “lâm” ise, lâm-ı tekit olup, takip ettiği isim ya da sıfata vurgu yaparak “çok fazla” anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade: “Biz evreni çok fazla genişletiyoruz.” anlamına gelmektedir.

Kur’an’ın evrenin genişlemesinden haber veren ayetini bu şekilde tahlil ettikten sonra, şimdi de bu konuda ilmin ne dediğine bakalım:

20. Yüzyılın başlarına kadar bilim dünyasında hâkim olan tek bir görüş vardı. Bu görüş, evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri aynı şekliyle süregeldiği görüşüydü. 20. Yüzyıla kadar hiçbir bilim adamı evrenin genişlemesinden bahsetmemiş, bırakın bahsetmeyi belki bunu hayal bile etmemişti.

Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre 20. yüzyılın başlarında, evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllarda yapılan gözlemlerle de kesinlik kazandı. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, “sürekli genişleyen” bir evren anlamına gelmektedir.

Evrenin genişlemesini daha iyi anlayabilmek için şöyle düşünebilirsiniz: Evreni, şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünün. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar.

Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken ve insanlar Güneş’i bir elma büyüklüğünde zannederken, Kur’an asırlar önce bu hakikati bildirmiş ve evrenin genişlemekte olduğunu açıkça beyan etmiştir.

Bu ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu çok parlak bir şekilde ispat etmektedir. Zira 20. asırda ancak keşfedilebilen bilimsel bir gerçeğin, bundan 14 asır evvel bir kitapta yazması ve bu hakikatin okuma yazma bilmeyen  bir beşer tarafından haber verilmesi ancak şu iki şeyden biri ile mümkündür:

1- Ya bir beşer bu bilimsel gerçeği tek başına keşfetmiştir.

2- ya da bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten Allah’ın haberidir. Bu haberin yazıldığı kitap Allah’ın kitabıdır. Ve bu kitabı tebliğ eden zat da O’nun resulüdür.

Başka bir şık yoktur ve birinci şıkkı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü on dört asır önce, teleskopun isminin bile bilinmediği bir devirde, son derece gelişmiş dev teleskoplarla ancak keşfedilebilen bir hakikati bir beşerin kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. Hatta bu sebepten dolayıdır ki, dünya tarihinin en büyük dehaları, gözlemleriyle ve bilimsel uğraşlarıyla, genişleyen evren modelini çizememişler, hatta bunu akıllarının ucuna bile getirememişlerdir.

O halde bu haber, on dört asır önce, teknolojinin olmadığı bir dönemde, çölde yaşayan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi sözü olamaz. Bu haberin yazıldığı kitap da ona ait bir kitap olamaz.

O halde geriye tek bir seçenek kalıyor, o da 2. şıkkı kabul etmektir. Yani bu haber, evreni yaratan, onu genişleten ve bu mucizevî haberi elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.) ile insanlara haber veren Allah’ın haberidir. Ve bu haberin geçtiği kitap da O’nun kitabıdır.

Eğer şöyle bir soru sorulsa: Belki tesadüfen yazmıştır. Yani Kur’an bir beşerin sözüdür ve bu beşer farkında olmadan bu hakikati kitabında yazmış ve evrenin genişlemesinden bahsetmiştir.

Bu soruya karşı deriz ki: Eğer bir beşerin böyle bir haberi tesadüfen kitabında yazması mümkünse; o asırdan bu asra kadar milyonlarca kitap yazılmıştır. Aynı tesadüf ile bu kitapların birçoğunda aynı haberin geçmesi gerekmektedir. Hâlbuki hakikat bunun tam zıttıdır. Hiçbir beşer kitabında, hatta mesleği astronomi olan dehaların kitaplarında bile, 20. yüzyılın başına kadar böyle bir haber geçmemektedir. Bu haberi ne bir beşer düşünmüş ve ne de bir kitaba kaydedilmiştir. Bu sebeple, Kur’an’ın haber vermesini, tesadüf ile izah edemeyiz. Demek, “Kur’an Allah’ın kitabıdır.” demekten başka bütün yollar kapalıdır.  Tek bir yol vardır, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır.

Seyrangah.Tv 

Bediüzzaman’ın Şeytanla Münazarası! (Video)

Şimdi, “Kur’an’ın Sönmez Ve Söndürülmez Bir Nur Olduğunu Âleme İspat Edeceğim” Diyerek Tüm Hayatını Bu Gayeye Adayan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri İle Şeytan Arasında Geçen Bir Konuşmayı Nakil Edeceğiz.

Osmanlıca bilmeyenler için üslubu bozmadan bazı kelimeleri sadeleştireceğiz. Bununla şeytanın şüpheler ile insanları nasıl kandırmaya çalıştığını daha iyi anlayacağız:

“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da Beyazıt Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:

-“Sen Kur’an’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Tarafsızca muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?” dedi. Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Beyazıt’ın elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz ile Kur’an’ın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan şeytandır. Beni uçuruma yuvarlandırıyor. Kur’an’dan yardım diledim. Birden bir nur kalbime geldi. Müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit şöylece şeytana karşı tartışma başladı. Dedim:

-Ey şeytan! Tarafsızca muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Hâlbuki hem senin, hem insanlardan senin talebelerinin dediği tarafsızca muhakeme ise; karşı tarafı tutmaktır, tarafsızlık değildir. Geçici olarak bir dinsizliktir. Çünkü Kur’an Allah kelamıdır. Böyle bir kitaba tarafsız bak demek onu beşer kelamı kabul et demektir ki bu geçici bir dinsizliktir. Bâtılı kabullenmektir, tarafsızca muhakeme değildir, belki bâtıla taraftarlıktır Şeytan dedi ki:

-Öyle ise, ne “Allah’ın kelâmı”, ne de “beşerin kelâmı” deme. Ortada farz et, bak. Ben dedim:

-O da olamaz. Çünkü tartışma konusu olan bir mal bulunsa, eğer iki iddia sahibi birbirine yakın ise ve mekân yakınlığı varsa; o vakit o mal, ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse o alır. Eğer o iki iddia sahibi birbirinden gayet uzak, biri doğuda, biri batıda ise; o vakit kaideye göre, malı elinde tutan kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir.

İşte Kur’an kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, yerden, Süreyya yıldızına kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir.

Hem ortası yoktur. Çünkü varlık ve yokluk gibi ve birbirine zıt iki şey gibi iki zıttırlar. Ortası olamaz.

Öyle ise, Kur’an için mal sahibi, taraf-ı İlâhîdir, Allah’tır. Öyle ise, onun elinde kabul edilip, öylece ispat delillerine bakılacak. Eğer öteki taraf onun Kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütse, elini ona uzatabilir. Yoksa uzatamaz. Heyhat! Binler kat’î delillerinin çivileriyle Arş-ı âzam’a çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip onu düşürebilir?

İşte ey şeytan! Senin aksine ehl-i hak ve insaf bu şekildeki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta en küçük bir delilde dahi Kur’an’a karşı imanlarını artırırlar.

Senin ve talebelerinin gösterdiği yol ise: Bir kere beşer sözü farz edilse, yani Arş’a bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa; artık bütün mıhların kuvvetinde ve çok delillerin metanetinde bir tek delil lâzım ki, onu yerden kaldırıp arş-ı manevîye çaksın. Ta küfrün karanlıklarından kurtulup, imanın nurlarına erişsin. Hâlbuki bunu başarmak pek güçtür. Onun için senin hilen ile şu zamanda, tarafsızca muhakeme sureti altında çokları imanını kaybediyorlar.

 Şeytan döndü ve dedi:

Kur’an beşer sözüne benziyor. Onların konuşması tarzındadır. Demek beşer sözüdür. Eğer Allah’ın kelamı olsaydı ona yakışacak, her yönden harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor, kelâmı da benzememeli?

Cevaben dedim:

-Nasıl ki Peygamberimiz (S.a.v.) mucizelerinden ve özelliklerinden başka, fiil ve halleri ve tavırlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi ilâhi adetlere ve yaratılış kanunlarına boğun eğmiş ve itaat etmiş. O da soğuk çeker, elem çeker ve bunlar gibi. Her bir hali ve tavrında harikulâde bir vaziyet verilmemiş. Ta ki ümmetine halleriyle imam olsun, tavırlarıyla rehber olsun, umum hareketleriyle ders versin. Eğer her tavrında harikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşit olamazdı. Bütün halleriyle “Rahmeten lil-âlemîn” (âlemler için rahmet) olamazdı.

Aynen öyle de: Kur’an-ı Hakîm akıl sahiplerine imamdır, cin ve insanlara yol göstericidir, Ehl-i kemâle rehberdir, Ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin konuşması ve üslubu tarzında olmak zarurî ve katîdir. Çünkü cin ve insanlar yakarışını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, meselelerini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan öğreniyor ve bunlar gibi. Herkes onu kaynak yapıyor. Öyle ise, Allah’ın kelamı eğer Hazret-i Musa (a.s.)’ın Tur-i Sina’da işittiği tarzda olsa idi, beşer bunu dinlemeye, işitmeye tahammül edemez ve kendine rehber yapamazdı.

Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi büyük bir peygamber dahi ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir.

Şeytan döndü, yine dedi ki:

Kur’an’ın meseleleri gibi çok kişiler o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir insanın, din namına böyle bir şey yapması mümkün değil mi?

Cevaben Kur’an’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ, dindar bir adam din muhabbeti için “Hak böyledir. Hakikat budur. Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, onun yerinde konuşmaz. “Allah’a iftira atandan daha zalim kimdir?” tehdidinden titrer.

Ve ikinci olarak, bir insan kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir. Belki, yüz derece imkânsızdır.

Çünkü birbirine yakın kimseler birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar, birbirinin şekline girebilirler. Mertebece birbirine yakın zatlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler. Geçici olarak insanları aldatırlar, fakat daimî aldatamazlar. Çünkü dikkat ehli nazarında, eninde sonunda tavırları ve halleri içindeki yapmacık hareketleri ve zoraki davranışları sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan; ötekinden gayet uzaksa, meselâ basit bir adam, İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa elbette hiç kimseyi aldatamayacak. Belki kendisi maskara olacak. Her bir hali bağıracak ki: Bu sahtekârdır.

İşte, hâşâ yüz bin defa hâşâ! Kur’an, beşer kelâmı farz edildiği vakit: Nasıl bir yıldız böceği bin sene hakikî bir yıldız olarak gözlem ehline görünsün.

Hem bir sinek bir sene tavus şeklini kendini seyredenlere göstersin.

Hem sahtekâr, âdi bir asker; namlı, âlî bir generalin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini hissettirmesin.

Hem iftiracı, itikatsız bir adam; ömründe daima en sadık, en emin, en güvenilir bir kimsenin vaziyetini inceden inceye araştıran gözlere karşı telaşsız göstersin, dâhilerin nazarında yapmacık hareketlerini saklansın?

Bu yüz derece imkânsızdır, buna hiçbir akıl sahibi mümkün diyemez.

Aynen öyle de, Kur’an’ı insan sözü farz edildiği zaman lâzım gelir ki: İslâm âleminin semasında pek parlak ve daima hakikat nurlarını yayan bir hakikat yıldızı, belki bir kemâlât güneşi kabul edilen Kur’an-ı Kerim’in mahiyeti;

Hâşâ bir yıldız böceği hükmünde bir beşerin hurafeli bir düzmesi olsun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın ve onu daima yüksek ve hakikatlerin madeni bir yıldız bilsin.

Bu ise yüz derece imkânsız olmakla beraber, sen ey şeytan! Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın! Yalnız mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun! Yıldızı, yıldız böceği gibi böyle küçük gösteriyorsun.

Şeytan döndü, dedi:

Nasıl kandıramam? Birçok insanlara ve insanın en meşhur akıllılarına Kur’an’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.

 Cevaben dedim ki:

Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir.

“Bir yıldız, bir mum kadardır “denilebilir. İşte sende, Kur’an’a uzaktan baktırmakla insanları aldatıyorsun, O büyük yıldızı bir mum gibi gösteriyorsun.

İkinci olarak: Hem kasti olmayan ve üstünkörü bir nazarla bakılsa, gayet imkânsız bir şey, mümkün görünebilir.

Mesela, bir zaman ihtiyar bir adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte mümkün değildir ki; o beyaz kıl, hilâl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve ay’ı görmek istediği ve o saç, ikinci derecede ve dolayısıyla göründüğü için, imkânsızı mümkün telakki etmiş, beyaz kıla “ay” demiş.

Aynen bunun gibi, sende Kur’an’a kastî olmayan bir nazarla baktırıyorsun. Üstün körü inceletiyorsun. Bir kılı göze örtüp, gözün dağı görmesine mani oluyorsun.

Üçüncü olarak: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Kabul etmemek bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilce bir hükümsüzlüktür. Bu surette çok imkânsız şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise; o kabul etmemek değil, belki o kabul-ü âdemdir, yani yok olduğunu kabul etmektir. Bu bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan onun aklını elinden alır. Sonra inkârı ona yutturur.

Hem ey şeytan! Batılı hak ve imkânsızlığı mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mugâlata ve kendini büyük görüp hakkı kabul etmeme ve aldatma ve görenek gibi şeytanî hilelerle, çok imkansızlıkları netice veren inkâr ve küfrü o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.

Hem Kur’an öyle bir kitaptır ki:

-Kuvvetli kanunları ve esaslı düsturlarıyla ruha işleyen emirleri ile ümmeti Muhammed’e iki cihanı fethedecek bir intizam vermiştir.

-Kendisine tabi olanların akıllarını talim ve kalplerini terbiye etmiş, ve ruhlarına hakim olmuştur.

-Bununla da kalmamış vicdanlarını temizleyip tüm aza ve duyguları hak vazifelerde çalıştırmıştır.

-İnsaniyet âleminin semasında yıldızlar gibi parlayan alimlere, sıddıklara, kutuplara ve hakiki insanlara rehberlik etmiş.

-Her vakit hakkı, doğruluğu, emaneti ve emniyeti insanlığa ders vermiş.

-İmanın hakikatleriyle, İslam’ın düsturlarıyla iki cihanın saadetini temin etmiştir.

Ve daha saymakla bitiremeyeceğimiz icraatlar ile kendini âleme kabul ettirmiştir.

Şimdi böyle yüksek meziyetlere sahip bir kitabı haşa yüz bin defa haşa kıymetsiz ve asılsız bir

Düzmece farz etmek şeytanları dahi utandıracak ve titretecek çirkin bir küfür saçmalığıdır.

Hem o kitabı bizlere getiren peygamber öyle bir peygamberdir ki;

-Hayatının sonuna kadar ciddi hareketleriyle Allah’ın kanunlarını âdemoğullarına ders vermiştir.

-Samimi filleriyle hakikatin düsturlarını tüm beşeriyete öğretmiş

-Halis ve makul sözleriyle istikameti ve ebedi saadetin yollarını göstermiş.

-Dost ve düşmanların tasdikiyle en küçük bir hileye işaret eden haline rastlanmamış ve

-Emin bir zat olduğu bizzat düşmanları tarafından kabul edilmiş.

-Hayatının her bir safhası şahittir ki Allah’ın azabından çok korkmuş

-Herkesten çok Allah’ı bilmiş ve bildirmiş, sevmiş ve sevdirmiştir.

-İnsanlık âleminin beşte birisine, yeryüzünün yarısına 1400 sene haşmetle kumandanlık etmiş ve halende etmektedir.

Şimdi Kur’an’a beşer kelamı demek,

-İnsanlık âleminin bir defa gördüğü ve bir daha da göremeyeceği tüm kâinatın iftihar kaynağı olan bir zatı yani Hz. Muhammed(S.a.v.)i hâşâ yüz bin defa hâşâ sahtekâr, itikatsız, Allah tan korkmaz ve Allah’ı bilmez ve insaniyetin en adi mertebesinde kabul etmek demektir ki bu küfrün ve sapıklığın en karanlık ve en çirkin bir suretidir.

İşte ey şeytan ve ey şeytanın talebeleri!

Kur’an, ya arş-ı âzamdan ve ism-i âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut -hâşâ sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ- yerde sahtekâr Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikatsız bir beşerin düzmesidir.

Bu ise ey şeytan! Geçmiş delillere karşı bunu sen diyemedin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise mecburiyetle ve şüphesiz Kur’an, kâinatı yaratan Allah’ın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve imkânsızdır ve olamaz. Bunu kat’î bir surette ispat ettik, sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed (S.a.v.), ya Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmeli ve bütün mahlûkatın en üstünüdür. Bu kabul edilmediği taktirde hâşâ yüz bin defa hâşâ Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azabına inanmadığı için itikatsız, aşağıların aşağısına sukut etmiş bir beşer farz etmek lâzım gelir.

Bu ise ey İblis! Ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek dünya da yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en fesatçıları ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki:

“Muhammed çok akıllı idi ve çok güzel ahlâklı idi…”

Mâdem şu mesele iki şıkka münhasırdır ve mâdem ikinci şık imkansızıdır ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor ve mâdem kat’î delillerle ispat ettik ki, ortası yoktur. O halde elbette Hz. Muhammed (S.a.v.) Resulullah’tır ve bütün Resullerin en mükemmelidir ve bütün mahlûkatın en faziletlisidir.

İşte ey şeytan! Şimdi bir sözün daha varsa söyle.

Şeytan der:

Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar.

Senin bu gibi sözlerinin yayılmasına set çekerler. Bunun için sana silâhımı teslim etmem!

Kur’an İle Bilim ve Felsefenin Hayata Bakışları (Video)

Kur’an, Kâinattan Niçin Bilim ve Felsefenin Bahsettiği Gibi Bahsetmiyor?

Bu sorunun cevabını bir temsil ile anlayalım: Bir zaman hem dindar, hem de gayet sanatkâr bir hükümdar istedi ki, Kur’an-ı Hâkimin kudsiyetine ve kelimelerindeki mucizeliğe layık bir yazı ile onu yazsın, o mucizeli endama bir elbise giydirsin.

İşte o nakış sahibi zat, Kur’an’ı pek acayip bir tarzda yazdı. Bütün kıymetli mücevherleri yazısında kullandı. Hakikatlerinin çeşitliliğine işaret için, bazı harflerini elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını inci ve akik ile diğer bir kısmını pırlanta ve mercan ile ve bir nevini de altın ve gümüş ile yazdı.

Hem öyle bir tarzda süsleyip, nakışladı ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes onu beğenip, seyrinden hayran oldu. Bilhassa hakikat ehlinin nazarında, o kitabın zahiri güzelliği, manasındaki parlak güzelliğin işareti olduğundan,  pek kıymetli bir antika hükmüne geçti.

Sonra o hâkim, şu sanatlı ve süslü Kur’an’ı yabancı bir filozofa ve bir Müslüman âlime gösterdi. Hem imtihan etmek, hem de mükâfat vermek için emretti ki; “Her biriniz, bu kitabın hikmetine dair bir eser yazınız.”

Evvela o filozof, sonra o âlim, ona dair bir kitap yazdılar. Fakat filozofun kitabı, yalnız kitaptaki harflerin nakışlarından, karşılıklı münasebetlerinden, vaziyetlerinden ve mücevherlerinin özelliklerinden bahseder. Manasına hiç ilişmez. Çünkü o ecnebi filozof, Arapça okumayı hiç bilmez. Hatta o nakışlı Kur’an’ı bilmiyor ki, “O bir kitaptır ve manası olan bir yazıdır.” Belki ona, süslü bir antika nazarıyla bakıyor. Bu filozof, gerçi Arapça bilmiyor ama çok iyi bir mühendistir, güzel bir ressamdır, mahir bir kimyagerdir, sarraf bir kuyumcudur. İşte o adam bildiği sanatlara göre eserini yazdı.

Amma Müslüman âlim ise, ona baktığı vakit anladı ki, O Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an’ı Hâkimdir. İşte bu hakperest zat, ne görünüşteki süslerine ehemmiyet verdi ve ne de harflerinin nakışlarıyla ilgilendi. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği meselelerden daha yüce, daha kıymetli, daha latif, daha şerefli ve daha faydalı idi. Çünkü O, kitabın nakışlarının perdesi altında olan kutsi hakikatlerinden ve sırlarından bahsederek, gayet güzel bir tefsir yazdı.

Sonra ikisi eserlerini götürüp, O şan sahibi hâkime takdim ettiler. O hâkim evvela filozofun eserini aldı. Baktı, gördü ki, o kendini beğenen ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat bu kitabın hakiki hikmetini hiç yazmamış, hiçbir manasını anlamamış, belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik etmiş. Çünkü hakikatlerin madeni olan o Kur’an’ı, manasız nakışlar zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, O hikmet sahibi hükümdar, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.

Sonra öteki hakperest âlimin eserine baktı, gördü ki, gayet güzel ve faydalı bir tefsir ve gayet hikmetli ve irşat eden bir teliftir. “Aferin, Bârekallah, işte hikmet budur ve âlim ve hakîm bunun sahibine derler. Öteki adam ise haddini aşmış bir sanatkârdır” dedi.

Sonra onun eserine bir mükâfat olarak, her bir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden ‘on altın verilsin’ diye emretti.

Eğer temsili anlayabildin ise bak, hakikatin yüzünü de gör:

Temsildeki o nakışlı ve süslenmiş

Kur’an; Şu sanatla yapılmış, zemini çiçeklerle, seması yıldızlarla süslenmiş kâinat kitabıdır.

O hükümdar ise; Ezel ve ebedin hâkimi olan Allah’tır.

O iki adam ise, birisi yani ecnebisi; felsefe ilmi ve filozoflardır. Diğeri; Kur’an ve talebeleridir.

Evet, Kur’an-ı Kerim, şu kâinat kitabının en âli tercümanıdır. O Kur’an ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında, kudret kalemi ile yazılan varlık ayetlerini insanlara ve cinlere ders verir. Hem her biri manalı bir kelime hükmünde olan mahlûklara mana-yı harfi nazarıyla bakar. Yani onları yaratan Allah hesabına bakar.

Mesela, aynaya iki türlü bakabilirsiniz,

1- Aynanın bizzat kendisini görmek için bakmak; bu bakışa mana-yı ismi denir.

2- Aynaya, onda tecelli edeni görmek için bakmak. Bu ikinci bakışa ise mana-yı harfi denir. Bu bakışta aynanın bir önemi yoktur. Önemli olan aynada gözükendir.

İşte felsefe, ayna hükmünde olan kâinata, mana-yı ismi ile yani bizzat kendilerinden dolayı bakmışlar.

Kur’an ise, kâinat aynasına, o aynada tecelli eden sanatkârı hesabına bakmış. Onun isim ve sıfatlarını keşfetmiş, “ne güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette sanatkârları olan Allah’ın güzelliğini, gösteriyor” demiş.

Hâlbuki felsefe, kâinatın ve içindeki mahlûkların zahiri süsünde ve güzelliğinde kalmış, sersemleşmiş ve boğulmuş. Şu kâinata Allah hesabına bakmak gerekirken, öyle yapmayıp, mevcudat hesabına bakarak “ne güzel yapılmışa” bedel, “ne güzeldir” demiş ve haddini aşmış.

Bu iki bakış farkını şu temsille de anlayabiliriz;

Antika bir sandalyeyi filozofların önüne koysak, hemen incelemeye başlarlar. Şeklini, yapısını, ağacının ne olduğunu, hangi yılda yapıldığı gibi birçok şeyi araştırırlar. Ancak bu sandalyeyi ‘kimin yaptığı’ ve ‘niçin yaptığı’ konusunu hiç düşünmezler.  Sanki o sandalye tesadüfün eseri.

Hâlbuki Kur’an ve talebeleri, sandalyenin süsünden, ağacının kalitesinden ziyade sanatkârıyla ilgilenir; “Bu sandalyeyi kim yaptı? Niçin yaptı? Bu sandalyenin manası nedir? Bu sandalyenin ustasının isim ve sıfatları nelerdir? Ve bize emirleri var mıdır?” gibi noktalarda yoğunlaşır.

Ya da felsefe ve talebeleri, yere çakılmış bir kazığa bağlı bir at görseler, hemen kazığın, atın ve ipin kendisiyle ilgilenirler. Bu üçü hakkında ciltler dolu kitaplar yazarlar. Ancak “bu at kimin? Bu kazığı yere kim çaktı? Niçin bu atı buraya bağladı? Bu ip nereden geldi? Bunu yapan zat bununla neyi anlatmak istiyor” gibi hakiki hikmetin hiçbir meselesi ile ilgilenmezler. Hâlbuki Kur’an, hakiki hikmet ile ilgilenir ve mezkûr soruların cevaplarını öğretir.

İşte, dünya ve içindekiler gayet sanatla yapılmış birer eserdir. Dünyamız diğer yıldızlarla birlikte manevî ipler ile güneşe bağlanmış, etrafında dönüyoruz. Felsefe sadece şu âlem ve içindeki eşyanın zahiri ile ilgileniyor. Onları birbirine bağlayan kanunlardan bahsediyor.

Bu harikulade eşyanın niçin ve kim tarafından yaratıldığını, bu kanunları kimin koyduğunu hiç düşünmüyor. Hâlbuki Kur’an, her şeyi, sanatkârı olan Allaha bir pencere yapıyor. O eşya ile Allah’ı tanıtmaya çalışıyor ve mevcutlara Onun için bakıyor. Bir sinekten tutun, tâ güneşlere kadar her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarını keşfediyor. Adeta her şey ona göre bir mektup ve bir kaside, içinde sanatkârının isimleri yazılmış. Ve her şey bir hazine, onda ilâhi sıfatlar saklanmış.

Demek felsefe, kâinata mana-yı harfi ile yani bizzat kendileri için bakmış. Kur’an ise mana-yı harfi ile yani sanatkârı olan Allah hesabına bakmış. Elbette kâinata böyle farklı Sebeplerden ve farklı pencerelerden bakan felsefe ile Kur’an’ın, kâinat hakkındaki ifadeleri bir olmayacaktır.

Kur’an-ı Kerim, bu kâinattaki, kıymeti bilinmeyen, adî ve basit şeylerden sayılan, hâlbuki gerçekte harikulade ve Allah’ın kudretinin birer mucizesi olan mevcudat üzerindeki, gaflet ve felsefenin örtmüş olduğu adîlik ve alışkanlık perdesini keskin beyanlarıyla yırtıp, o acayip varlıkları akıl sahiplerine gösterip, ibretli bakışlarını celbedip, akıllara tükenmez bir ilim hazinesi açar.

Mesela der:

“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmış? Ve semaya bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?

Ve dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmiş?

Ve yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl döşenmiş? Gökten bir su indiren de odur.

İşte onunla her çeşit bitkiyi çıkardık. Ondan da bir yeşillik çıkardık ki, kendisinden üst üste dizilmiş daneler çıkartırız.

Ve hurma ağacından, onun tomurcuğundan da sarkan salkımlar ve üzüm bağları ve birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytin ve nar ağaçlarını çıkardık.

Meyve verdiği zaman meyvesine ve olgunlaşmasına bakın! Şüphesiz ki bunda, iman edecek bir kavim için elbette deliller vardır.”

İşte Kur’an, bu ve benzeri ayetleriyle dikkatleri adî ve kıymetsiz zannedilen eşyaya çeker. Onların harikulade bir sanat eseri olduğunu vurgular. Onlara bakmayı, inceliklerini tefekkür etmeği ve onlar ile sanatkârları olan Allah’ı tanımayı ve bilmeyi emreder.

Felsefe ilmi ise, tamamen harikulade olan Allah’ın kudretinin mucizelerini ve eserlerini âdet ve alışkanlık perdesi altında saklayıp, ilgisizcesine üstünden geçer. Yalnız, harikuladelikten düşen ve yaratılışın intizamından çıkan nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder.

Mesela, kudretin bir mucizesi olan insanın yaratılışına adî ve sıradan deyip lakaytlıkla bakar. Fakat üçayaklı ya da iki başlı bir insanı teşhir eder.

Ya da, en latif ve rahmetin bir mucizesi olan bütün yavruların, Allah’ın rahmet hazinesinden, muntazam beslenmelerini ve geçimlerini adî ve sıradan görüp, nankörlük perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan çıkmış, kabilesinden ayrılmış, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla beslenmesini görür, onda tecelli eden lütuf ve keremle bütün balıkçıları ağlatmak ister.

İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle servet ve zenginliği ve felsefenin ilim ve ibret ve Allah’ı tanıtmak cihetiyle fakirliği ve iflası.

Seyrangah.TV