Kategori arşivi: Yazılar

Sünnet giderse, Kur’an da gider

TRT KURDÎ televizyon kanalında cuma akşamları fıkıh ile alakalı sohbetler yapılıyor. Fırsat buldukça bu sohbetleri izliyorum. Böyle bir sohbette, oruç tutma imkânı olmayanlar fidye hakkında hoca efendiye soru soruyorlardı. Hoca da mezhep imamlarının görüşleri üzerinden sorulara cevap veriyordu. Bu arada biri telefon açtı: “Hocam, ‘Ettehiyyatü’ Kur’ân’da geçmediği hâlde neden namazda okunuyor? Okunması hâlinde Allah’a ortak koşmuş olunmuyor mu? Afganistan, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de de bu görüşü destekleyen birçok profesör var.” diye bir soru sordu.

Hoca efendi, “Kardeşim, sen öğrenmek mi istiyorsun, yoksa bu batıl görüşü mü destekliyorsun?” diye sordu. O da başta, “Hocam, ben öğrenmek istiyorum.” dedi ve daha sonra aynı görüşü savunduğunu söyledi.

Hoca, Efendimiz’in (asm), şöyle buyurduğunu ifade etti: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti.” Allah’a ve Resûlü’ne inanan bir mü’min bu tebliğe uyma mecburiyetindedir. Cenâb-ı Allah, Miraç gecesinde namazı farz kılmıştır. Kur’ân’da da namaz kılma emri vardır; namaz kılma adabı ise Hazreti Muhammed’in (asm) kıldığı ve tarif ettiği gibidir. Kur’ân, namazı, zekâtı, haccı emrediyor; uygulamasını ise Efendimiz’in, (asm) sünnetlerinden öğreniyoruz. “Bu batıl görüşünüzden vazgeçin.” diyerek adamı ikaz etti.

Geçmişte, “Ölünün arkasından Kur’ân okunmaz.” diye yaygara yapılıyordu. Sonrasında sünnet ve hadislere el atmaya başladılar. Şimdi ise sünnet ve hadislerin ayıklanması, Kur’ân’ın yeniden değerlendirilmesi gibi batıl düşünceler öne sürülüyor. Bu da tanınmış ve eğitim görmüş bir kesim Müslüman tarafından destekleniyor. Bundandır ki yazının başında hoca efendiye soru soran adam, “Afganistan, İran, Suriye ve Türkiye’de de bu görüşü destekleyen birçok profesör var.” diye görüşünü beyan etti.

Bu batıl projeyi İslam âlemi içinde yaygınlaştıran ve destekleyenler Allah Resûlü’nü (asm) polemik konusu yapma, küçümseme ve itibarsızlaştırma gibi şüphe verici çalışmaları yaptıranlar elbette Yahudi lobileridir. Bir kısım Müslümanları dahi amaçlarına alet ediyorlar. Gayeleri Kur’ân’ı ortadan kaldırmaktır. Buna güçlerinin yetmeyeceğini bildikleri için önce sünnete dil uzatıp ardından Kur’ân’a saldıracaklar.

Kısadan hisse: Bir gün Mehmet isminde biri ile akşam sohbete gittik. Sohbetten sonra Mehmet, oranın müdebbiri ile adeta münakaşaya girdiler. Mehmet, “Nurcular Kur’ân okumuyorlar, sen de Kur’ân cahilisin.” dedi. Müdebbir, “Ben her gün Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın tefsirleri olan Risale-i Nurları okuyorum.” dedi. Mehmet’in bu itirazını ağabeyine telefonla ilettim. O da, “Kardeşim cahildir, öyle konuşulmaz.” dedi.

“Peki, sen ne diyorsun?” dedim.

Kardeşini cahil diye nitelendiren ağabey, meğerse kardeşinden daha cahilmiş. O da, “Kur’ân bize yeter, peygamberlerle, sünnet ve hadislerle uğraşmam.” dedi. Bana, “Sen de peygamber olabilirsin.” dedi. “Hâşâ, ben peygamber olamam! Senin de böyle bir iddian varsa yanılıyorsun. ‘Kur’ân bize yeter.’ demekle İslamiyet’i anlayamaz ve bilemezsin. Peygamberlik müessesesi Hazreti Muhammed (asm)’den sonra kapanmıştır. En son peygamber Hazreti Muhammed (asm)’dir.” dedim.

Bir ara Mehmet, beni telefonla aradı. Ben de ağabeyinin durumunu sordum. O da, “Ağabeyim tam sapıtmış. Namazı bırakmış. Geçmişte kendini Hazreti İsa (as) ilan eden bir siyasetçi gibi, o da ‘Ben peygamberim.’ diyor.” dedi. “Mehmet Bey, sünnete karşı gelenlerin akıbetleri hüsran oluyor. Kur’ân, sünnet olmadan anlaşılmaz. Sünneti kabul etmeyenler, günün birinde ağabeyin gibi Kur’ân’ı da kabul etmezler.” dedim.

Hülâsa, konumuzu özetleyen sahâbe-i kirâmdan bir hatıra ile Risale-i Nur’dan veciz bir ifade ile bağlamak istiyorum. Ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn (ra), Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:

“Ey İmran! Sünnetten değil de bize Kur’ân’dan bahset!” demiştir. Bunun üzerine İmrân:

“Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz, değil mi? Bana namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim.” diye çıkışmıştı.

Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine: “Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin!” dedi. Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki: “Bu adam daha sonra Müslümanların fakihlerinden oldu.”²

Bediüzzaman Hazretleri ise sünnet hakkında şöyle buyurmuştur: “Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem’in (asm) sünnetleri birer yıldız, birer lâmbâ vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkep, ehvâl ve korkulara ma’hez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.³

Rüstem Garzanlı
14.03.2025

Dipnotlar:
1-Malik, Muvatta, Kader, 3
2-Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110
3-Mesnevî-i Nuriye, Katrenin Zeyli, s. 272

 

Doğru Düşünce

Muhakemenin sıhhati bozulunca fikrin selameti bozuluyor, fikrin selameti bozulunca nazarın istikameti bozuluyor, nazarın istikameti bozulunca kalpler bozuluyor.

Bütün bunlar nasıl oluyor? Bir saraya girmek için yüz kapı var ama biri kapalı, ifsat ediciler, inkar ehli size bu kapalı kapıyı gösteriyor onu sizin nazarınıza veriyor giremezsin diyor, oysa doksan dokuz kapı açık, onu aklınıza getirmiyor. Böylece fikirde sapma meydana geldi, fikir değişince bakış açısı değişiyor, dünyaya insanlara hatta sevdiklerinize bile olumsuz yanlarını düşünerek bakıyor ona göre değerlendirme yapıyorsunuz, bu böyle devam ederse kalp ifsat oluyor, iyilik düşünemiyor, herkes kötü herşey fena battık bittik.. böyle bir anlayış içinde bulunan insan güzel şey düşünemez faydalı icraatta bulunamaz.
Doğru düşünmek için aklın yanına kalbi de koymak gerek, gözün görebilmesi için hem siyahının hem beyazının olması gerektiği gibi.

Kalpsiz akıl olmaz, göz verileri toplar veriler akıl süzgeçinden geçer kararı kalp verir. Burada önemli bir konuya açıklık getirelim. Kalpten kasıt kan pompalayan kozalak yapılı bölge değil, manevi anlamda kalpten bahis ediyoruz, duyguların sultanı olan şey, bunun yerini bilemiyoruz, belki beyinde bir yerde belki başka bir yerde.

Hatta önce kalp harekete geçer akıl verileri onun istediği şekilde toplar. Buna algıda seçicilik deniyor, insan ihtiyaç duyduğu şeyleri alır. Kuranın bir ayetinde “kalpleri vardır ama fıkh edemezler” diyor buradan da anlaşılacağı üzere düşünme ayırt edebilme fikir üretme yeri kalptir. Yine Kuranı kerimde “gözleri vardır görmezler kulakları vardır işitmezler” buradan anlaşılacağı üzere her kalp, her göz, her kulak doğru çalışmıyor, (sebepleri başka bir konuda işlenebilir.)

“Avamın nazarı evamın nazarı gibidir” bilgi ilim olmayan insan böcek gibi düşünür sadece yemek içmek üretmek barınmak.
Kısacası kalbi olmayan insanın hayvandan farkı yoktur.

Düşünce üretmek, farkındalık ortaya koymak, kâinatı okumak, Yaratıcıyı bilmek ve itaat etmek insan olmanın gereğidir. Batı medeniyetinin insanlık için saadet üretememesinin başlıca nedeni kalbi bir kenara bırakmış olmalarıdır. Son model arabaları son teknoloji evleri var ama sıcacık yuvaları yok, doğru dürüst aileleri yok, her şey maddeden ibaret.

Akıl ve kalp bozulabilir doğru düşünce için bunların sağlıklı çalışması gerekiyor. Bozulmuş aklın ve kalbin ilacı Kurana tabii olmaktır. “Kalplerinin üzerinde kilit olanlar Kuranı düşünmez”, demek kalpler mühürlenince düşünce bozuluyor. “Kendilerine emanet edilmiş kalbi bozanlar zalimlerin ta kendileridir” bu ifade Kurana aittir. Kalbin en önemli hastalığı kibirdir, inkar da buradan çıkıyor.

Riya, kıskançlık, suizan, şöhret hissi, gıybet hepsi birer kalp hastalığıdır. Allah’a karşı çok muhtaç olan biri nasıl kibirlenebilir, insanın kibre hakkı yok, böyle bir varlığa secde etmekle mükelleftir. Vücudunun devamı için bir saniyede yüz elli katrilyon reaksiyon gerekiyor, sadece bir noktayı görebilmek için iki milyar reaksiyona ihtiyaç var. Yerini bile bilmediğin pankreasın tıkır tıkır çalışıyor. Bir saniye için bile Allah’a ne kadar muhtacız.

Vücudumuzda enfeksiyonlar daima vardır ama bağışıklık sistemimiz bunları baskılar vücuda yayılmasını engeller. Kalpte de bazı marazlar olabilir bunların ibadetle taatle, Kurani nazarla bastırılması gerekir. Evrene, kendine, tabiata Kuran nazarıyla bakanın kibri değil tevazusu artar.

Doğru düşünce için eleştirel bakış olmalı, sahabenin en önemli özelliği buydu sorguluyordu. Bedir savaşı için Peygamberimizin stratejisini değiştirmişlerdir. Günümüz Müslümanlarının en büyük sorunu bu olsa gerek, büyüğümüz dediği insanları sorgulamıyor. Bediüzzaman Hazretleri uzlete çekilmek istiyor ama talebeleri buna musaade etmiyor, talebeleri “en iyisini siz bilirsiniz biz size akıl veremeyiz” demiyor “hayır üstadım bu doğru değil” diyerek güzel bir talebelik örneğini ortaya koyuyorlar.

İlişkiler baba evlat, karı koca, hoca talebe arasında da böyle olmalı, “benim dediğim” diye bir şey söz konusu olamaz. Yaşı, konumu hiç kimseyi eleştirilemez yapmaz.

İslam dininde “hürriyeti kelama serbestiyet vardır” diye bir kavram vardır, saygı ihlal edilmeden her şey konuşulur, çerçeveyi sadece vahiy çizer.

Allah, Peygamberine istişare et diye emrediyor. Kurum amirine, tarikat şeyhine, okul müdürüne, aşiret reisine ne oluyor.

Eleştirilsel düşünce, kanıt kullanımı, açık iletişim, esneklik bunlar olmazsa olmazlarımızdır. Önyargı, yanlış bilgi, duygusal tepki, dogmatizm (otoritelerce ileri sürülen düşünce ve ilkeleri kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin bilgi sayan anlayıştır) bunlar hayatımızdan çıkarmamız gereken davranışlardır.

Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.

Çetin KILIÇ

Kaynak RNK, İlim irfan okulu Doç. Dr. Kasım TAKIM

Hitabet ve İknada Başarılı Olma Sanatı

Hitabet, Hakkı batıldan ayıran etkili söz söyleme sanatıdır, amacı muhatablarını ikna etmektir. Bunun en iyi yolu onu yaşamaktır, temel kuralı saygılı olmak, kırıcı olmamak, gösterişten uzak durmaktır. Doğruluk hitabette mutlaka gereklidir.

Üslub-ı Beyan aynıyla insandır. Kişi dilinin altında gizlidir. Dolayısıyla bir insanı en iyi yansıtacak aynalardan biri de dil ve üslubudur.

Bu iletişim sanatını asrın müceddi Bediüzzaman şöyle ifade etmektedir.
“Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma.”

Bir kitap dolusu manayı bir satırda ifade eden Üstadımız, Allah’ın dinine davet hususunda yapılacak hitabette etkili olmanın yollarını göstermiş.

Talebelerine süsleyin, özendirin, şevklendirin derken aynı zamanda korkutun diyor, mükafatın ve mücazatın, ödülün ve cezanın gerekliliğine vurgu yapıyor. Allah’ın Cemal ismi gibi Celal isminin de olduğunu hatırlatıyor, Allah emrine itaat eden kullarına gözlerin görmediği hayallerin erişemediği cenneti hazırladığı gibi asi kulları için de cehennemi yarattığının bilinmesini istiyor.

Emri bi’l-ma’rûf ve nehiy ani’l-münker, İyiliği emretmek ve kötülükten menetmekle mükellef olan her Müslüman bu kuralları iyi bilmeli ve hayatında tatbik etmeli. Ahir zamanda bir çok insanın ihtiyacı olan İslamı doğru anlatacak Müslümanlara ihtiyaç var.

“Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de….” Diyen Üstadımıza hakikî talebe olabilmek duasıyla.

Çetin KILIÇ
Kaynak RNK

Tohumdan Sofraya Bir Mucize

Dilaver amca sabah namazını kılmış pencerenin dibinde günün aydınlanmasını bekliyordu, Zehra teyze “çorba hazır bey” diye seslendi, Zehra teyze ile birlikte çorbasını kaşıklayan Dilaver amca, eşinin helallığını alarak evinden çıktı.

Ambara girip ekeceği buğdayları heybesine koyup tarlasının yolunu tuttu. Heybeden durmadan sesler geliyordu, Dilaver amca gelen seslere kulak verdi.
– Çok ağırsın in sırtımdan
– Ne yapayım başka yer mi var
– Sabredin arkadaşlar, birazdan hepimizi ayrı ayrı yerlere koyacaklar.

Tarlasına varan Dilaver amca heybesini yere koyup biraz soluklandı, ardından hemen işe koyuldu.
Bismillah diyerek tohumları önceden sürdüğü tarlasına savurmaya başladı, torbaya tohum almak için her elini attığında “Bismillah” diyor, her savurduğunda da “Bereketli olsun inşallah” diye dua ediyordu.

Dilaver amca İşini bitirdi, epey yorulmuştu. Gelecek yıl biçeceği mahsulün bol bol olduğunu, ambarlarının dolup taştığının hayalini kurarak evinin yolunu tuttu.

Tarlada yeni bir hayat başladı, toprak ve içinde bulunan kimler varsa hep birlikte buğday tohumlarına hoş geldiniz diyordu.
Tohumlar durumlarından oldukça memnundular.

Fakat daha önce hiç olmayan şeyler oluyordu, “evet evet karnım gurulduyor acıktım dedi” biri, diğerleri hep bir ağızdan “bizde acıktık” , dediler.

Toprak, içinde bulunan aşçılara “misafirlerimizin yemeklerini ikram edin lütfen” diye seslendi. Karınları doyan tohumlar bu kez “biz çok susadık” demeye başladılar.

Bu sesi duyan rüzgar, su dolu bulutu tarlanın üzerine getirdi, bulut, musluklarını açarak hepsini suladı. Hepsi birbirinden ayrı olduğu için gece olunca biraz korkmuştu ama güneş bu durumu önceki yıllardan da bildiği için sabahın ilk ışıklarını tarlada bulunan tohumların üzerine çevirdi.

Günler bir birini kovalıyordu, havalar gittikçe soğumaya başladı. Tohumlar bu kez “çok üşüyoruz” demeye başladı. Rüzgar bu kez kar dolu bulutu tarlanın üzerine sürükledi, bulut üzerinde bulunan tüm karları tohumlarını üzerine yaydı. Adeta bir yorgan gibi örtmüştü hepsini.

Acıkınca karınları doyan, suları tedarik edilen tohumların üzerindeki karlar erimiş güneşin ısısı da arttmıştı. Yaşasın ! bahar gelmiş, O ne öyle, her bir tohumun içinden onlarca, yüzlerce buğday tanesi çıkmaya başladı, başaklar durmadan doluyordu, toprak hepsine yetecek kadar yemek temin ediyor, bulut sularını indiriyordu.

Aşçılar toprağa “kilerimiz boşalmaya başladı” demeye başlamıştı ki. Dilaver amca tarlanın başında sırtında heybesi ile gözüktü, bu kez heybesi buğday tohumu değil, başakların içindeki buğdayları beslemek için gübre doluydu.

Besmele ile, dualar ile Dilaver amca bütün buğdayları teker teker besledi. Havalar epey ısındı, terlemeye başlamıştı başaklar, öylesine şişman oldular ki nerde ise ayakta zor duruyorlardı. Dilaver amca bu kez elinde büyük bir tırpanla geldi. Ya Allah Bismillah, diyerek bütün başakları biçti. Başaklar baştan canları acıyacak zannettiler biraz korktular ama hiçte umdukları gibi olmadı, biraz gıdıklandılar o kadar, çok da iyi oldu, tarlada canları sıkılmaya başlamıştı zaten.

Dilaver amca onları toplayarak öbek öbek tokurcunlar yaptı.

Biraz zaman öyle bekleşen başaklar, bu kez Dilaver amcanın getirdiği batozun içine atılarak saman ve tohumlar birinden ayrılıyordu. Bu ayrılık biraz hüzünlü oldu ama ölene kadar birlikte yaşamaları mümkün değildi zaten, çünkü samanları inekler yiyecek bebeklere, çocuklara süt yapacaktı. Buğdaylar doğruca değirmene taşındı, bu kadar işi Dilaver amca yalnız başına yapamayacağını anlayınca yanında bir kaç arkadaşını da getirmişti. Bir önceki gün Dilaver amcayı yanı başındaki tarlada görmüştü tahumlardan biri, “benzettin” demiştik, oysa haklıymış, demek imece usulu sıra ile bir birlerine yardım ediyorlarmış, tıpkı toprağa yardım eden aşçılar, tıpkı buluta yardım eden rüzgar gibi.

Durmadan dönen taşların arasına giren buğday taneleri un olarak dökülüyordu. Dökülen unları gördükçe Dilaver amcanın yüzü gülüyor, keyfi yerine geliyordu.

Unlar çuvallara koyulup doğruca fırına taşındı.

Çuvallardan bazıları fırında çalışan ustalar tarafından hamur makinasına döküldü, içlerine biraz su ve maya dökülerek uzun uzun karıldı.

Buğdaylar, önce un şimdide de hamur olmuştu, hamurlar ustaların elinde şekilleniyordu. Sıcak fırına atılan hamurlar, fırından ekmek olarak çıktı.

Dedesi ile birlikte camiden dönmekte olan Hamza ile Ahmet ekmeklerin mis gibi kokusunu fark ettiler, hemen fırına doğru koşup kucaklarına birer ekmek alarak evlerine doğru koşmaya başladılar…

Çetin Kılıç

Dindar Ailelerin Çocukları

Ayıp, yasak, günah, dindar anne babanın çocuklarını yetiştirirken kullandıkları üç hatalı yöntem.

Tesettürlü, imam hatip lisesi okuyan hafız bir genç kız ataist olmak isteyince anne baba soluğu psikologda alıyor. Yapılan tetkikler sonucu sorunun anne baba tutumundan kaynaklandığı tespit ediliyor, kızları bu çağın getirdiklerinin ve ergenliğin verdiği etki ile ben özgür olmak istiyorum, istediğim gibi giyinmek, istediğim gibi gezmek istiyorum deyince anne baba ; Eşe dosta karşı ne deriz, ayıp diyerek kızlarının üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar,
Kızları
– Banane insanların ne düşündüğünden, ne dediğinden hayat benim ne karışıyor onlar.
Anne baba
– Bu evin kuralı var herkes istediğini yapamaz öyle, bizim evde bu tip davranışlar yasak.
– Bana ne, o sizin yasağınız.
Bakın ayıp gitti, yasağı da dinlemeyince anne baba
-Ama dinimizde de bu yapmak istediğin şeyler günah. Hatta istersen bir hocaya soralım diyorlar.
Hoca efendi
-Dinde zorlama yoktur fakat Müslüman olanlara bir zorunluluk vardır, Müslümanlar bu yasaklara uymak zorundadır, deyince kızları
-O zaman ben müslüman değilim diyor.

Bu vaka dindar ailelerde sıkça görülen tipik bir örnek. Eskiden hukuksal normlar ve sosyal normlar ailenin görüşünü destekliyordu, durum böyle olunca çocuklar ailenin yönlendirdiği yaşam tarzını çok daha kolay benimseyebiliyorlardı. Bugüne bakacak olursak hukuku normlar tam tersi, hatta boşanmayı bile teşvik eder durumda, hukuk sistemimiz gençlerimizi evlenmekten uzaklaştırıyor.
Sosyal normlarında aileyi korumadığını görüyoruz. Böyle durumda eski sorunlara yeni cevaplar aramak zorundayız, eski sorunlara eski cevap verilince istenmeyen sonuçlar meydana geliyor.

Aile geleneksel cevap yerine “evladım bu isteklerin ne kültürümüze ne ailemize ne dinimize uymuyor biz bunun böyle olmasını istemiyoruz” dese, çocuk belkide vaz geçecek, bu cevap çocukların karşıt gelme, karşıt koyma davranışlarını ciddi manada etkiler.
Ne acıdır ki cinsiyet değiştirme isteklerinde de en fazla karşılaşılan durum karşıt gelme, karşıt koyma bozukluğu.

Yapılan hataların bir diğeri de anne baba çocuklarını onların istediği bir eğitim değil kendi istedikleri eğitimi aldırıyor, bu durumda çocuk ekonomik bağımsızlığını kazandığı anda kendi arzularına göre yaşamayı seçiyor.

Şunu iyi bilmeliyiz ki bu zamanın çocukları ikna, inandırma ve sevgi ile yönlendirilebiliyor. Bu yöntemin madde kullanan çocuklar üzerinde bile etkileri görülmüştür. Anne baba “biz seni seviyoruz ama madde kullanmanı istemiyoruz, madde kullanandığın sürece bizden uzak dur.” dese, çocuk anne babasının sevgisi ile madde sevgisini tartıyor, tabi her zaman anne baba sevgisi galip gelecektir, çocuk kısa bir süre sonra kötü alışkanlıklarını bırakıp ailesine dönecektir.

Baskın duygu korku değil sevgi olmalı ki çocuklar aileyi sevsin, çevresindeki her şeyden üstün tutsun.
Sevgi şımartmak anlaşılmasın sakın, sevginin içinde saygı olmalı, sınırları belli olmalı, nezaket kuralları içinde olmalı.
Aile doğrularını çocuğa başarılarını alkışlayarak daha kolay kabul ettirebilir. Tesettüre girdiğinde onu motive edecek şekilde, çok yakıştı, çok güzel oldun deyip sarılacak, ben böyle istiyorum ha şöyle gibi cümleler etkisiz ve çocuğu geren cümlelerdir. Çocuk yalan söylemediği zaman bunun sevgisini mutluluğunu yaşamalı, aile bunu ona hissettirmeli.

Hayvanlar korku ile eğitilir, insanlar sevgi ile.
Okulda öğretmende başarılı talebe yetiştirmek istiyorsa sevgi dilini kullanmalı. Öğretmenini seven çocuk dersini de seviyor.
Sevdirecek ikna edecek motivasyon sağlayacak kararı çocuğa bırakacaksın. Çocuk dış etkilerin altında kalıp dinlemese bile anne babanın üzüldüğümü görünce doğruyu buluyor. Anne baba çocuk savaşı başlamayacak.
Burada en sihirli kelime zaman, sabırlı olacak, yanlışı onaylamayacak.

Günah işleyen çocuğa “yaparsan cehennemde yanarsın” dersen alıcağın cevap, “cehennem yoktur” olacak.
Ödül sistemi yerine ceza sistemini kullanırsan sonuç bu olur.
Aileler şunu iyi bilmeli, çocuk namaz kılıyorsa bu zamanın evliyasıdır, ondan kırk yaşındaki bir insanın olgunluğunu bekleyemezsiniz, her şeyin zamanı var, sabır.

Doğruları anlatacaksın, sonra yan odaya geçip dua edeceksin. Çocuktan gücünün yetmediği şeyleri istemek çok yanlış bir davranış. Kader diye bir şey var, bekle sabret, değiştirmeye kalkma, haşa böyle yaparak Allah’tan rol çalmış gibi olursun. Olgunlaşmak öyle kolay bir şey mi? Ekmek sofraya on ayda geliyor, her basamağında sabırla emek veriliyor, ekip bekliyorsun, biçiyor buğdayı samanı ayırıyorsun, öğütüp un haline gelince fırında pişirip sofraya getiriyorsun, bir basamağı atlasan veya acele etsen ekmek yiyemezsin.

Çocuklar Allah’ın birer emaneti böyle kanıksamalı, Allah’tan daha çok seversen üzülürsün, bu bir imtihan, illa benim kontrolümde olacak demek doğru değil. “çocuk benim” deyince çocuğun iradesi nerde kalıyor, unutma ki o bir birey.

Allah Resûlü bile kendisini büyüten, kol kanat geren amcasını hidayete erdirememiş, bize ne oluyor, çocuğu namaza başlatacaz, tesettüre sokacaz. Çocuk tercih hakkını şimdi olmasa ileride kullanır unutma, tebliğ vazifesinden öte geçme.

Bütün bunları konuşmak kolay, anne baba için çocuğunun elinden kayıp gitmesine rıza göstermesi sessiz kalması zor bir imtihan,böyle şeyleri yaşamak istemeyen anne babalar, yedirdim, içirdim, giydirdim demekle vazifesi bitti zannetmesin, çocuğa zaman ayıracak, onunla vakit geçireceksin. Çocuk anne baba ile anı biriktirecek, onun yaşantısını şekillendirecek olan aile içinde yaşadıklarıdır. Çocuğa verebileceğiniz en güzel hediye zamandır.

Aynı odada baba TV seyrediyor, anne telefonda, mesafesiz terk edilmiş bir çocuk, ha yuvaya vermişsin, ha yetiştirme yurduna, anne baba sadece resim. Böyle davranıyorsan duygusal ihmal ve istismar ediyorsun demektir, onunla oturmuyor, oynamıyor, sohbet etmiyorsan ceza için odaya kapatılmış bir çocuktan farkı kalmıyor.

Çocuklar arasında Sevgiyi adil paylaştırnamakta çocukta ciddi olumsuz etkilere sebep olur.
Baskı ile dini eğitim verirsen çocuk bakar anne baba bu dini konuları çok önemsiyor, değer veriyor, çocuk intikam için tam tersini yapar, bazı anneler ders çalışmaya önem verir çocuk tembel olarak intikam alır.

Aile içi demokrasi olmalı, muhalefet kutsaldır, adaleti muhafaza etmek için muhalefet olmalı.
Eleştiri ve özgürlükçülük, bu çağda buna karşı durulamaz, istibdat devletleri bile yıkar aileyi ne yapmaz, “bu ailede herkes fener bahçeli olsun” demek ne kadar doğru, ne kadar uygulanabilir, kararları birlikte almayı her anne baba bilmeli, köle efendi mantığı, yohut onu uzvumuz gibi görmekten vaz geçmeliyiz.

Bilhassa babalar hep konuşur, oysa dinlemek çocuk üzerinde çok daha etkili, peşimden gel yerine birlikte gidelim demek yol arkadaşı olmak, bu durumda çocuk problemlerini aileye açar çözümü orada arar, kararlı ve tutarlı olmalı, tövbe istiğfar Allah katında nasıl makbul ise anne baba geçmişte yaptığı hatalar için çocuklarına “kusura bakmayın, biz sizlere haksızlık yaptık, anne babamızdan gördüğümüz gibi davrandık oysa zamanın şartlarına göre hareket etmeliydik” diyerek hatalarını kabul etsinler, hele kalabalık ortamda çocuklarını kınamak çok ciddi tahribata sebep olur, “bizimki adam olmaz, dinden diyanetten haberi yok” diyerek onu kınamak başkasına şikayet etmek inanılmaz yıkımlara sebep olur.

Çocuğuna kız istemeye giden baba “benim oğlum iyidir güzeldir ama gönde dört vakit namaz kılar” deyince çocuk tepki verir, “yalan mı oğlum? Sabah namazlarına kalkmıyorsun” demiş, oysa dört doğruyu görmeyip bir yanlışı görmek ne kadar doğru? Allah kendine isyan eden kuluna bile bu bana inanmıyor deyip nimetlerini eksik vermiyor bize ne oluyor.

Çetin Kılıç

Kaynak :Dost TV, Akla kapı, Prof Nevzat Tarhan