Kategori arşivi: Yazılar

Plastik Çağı

Gerçekliğin yerine ikame edilen simülasyon ben daha iyiyim demeye başladı, çocuk gerçeğini görmeden çiçeği, böceği, hayvanı simülasyonda tanıyor ve bu zamanın insanı bunu kabul etmiş durumda.

Plastik çağı, yani kolay şekillenir ve geri dönüşümü çok uzun yıllar alır, nesil böyle bir tehlike ile karşı karşıya. Manipüle edilen yani elimizle değiştirdiğimiz, şekillendirdiğimiz şeyler gerçeğin yerine geçiyor, bu gidişle gerçeğini bulamayacağız.
Estetik, hissettiğimiz demektir, duyu organlarımızla kalbimizle, vicdanımızla bir şeyi güzel hissetmek güzel görmek demek. Oysa Allah herşeyi güzel yaratmış insanı ahseni takvim yani en güzel şekilde yarattım, buyuruyor. Sanat tabiatı taklit eder asıl olan Allah’ın yarattığıdır, estetik istersen onda, güzellik itersen onda, ahenk istersen onda, niye karıştırıyorsun bulaşık elini.

Allah yoktan var etmiş, yaratmayabilirdi varlık bir rahmettir, her şeyin en güzelini ihsan etmiş.
İslam medeniyet anlayışına bir bakalım, mimariden, şiire halı deseninden, söze kadar varlık aleminin yansımasını her alanda görmek mümkün. Dünya hayatının imtihan olduğu gerçeği hiç unutulmamalı. İnsan İslam fıtratı üzerine doğar yani insan özünde iyi bir varlıktır, bozulması zararlı hale gelmesi çevresi ve çevresindekilerinin etkisidir, özünden uzaklaştıkça kötüleşir. İslam kültüründe estetik kelimesi de kullanılmaz, bedai, hüsn, cemal gibi terimlere daha çok rastlarız, akla kalbe ruha dokunan ihsan yani hem iyilik hemde güzel.

“Sizi yarattı sizin suretinizi güzel kıldı” böylesi bir ihsan ve ikram varken kim neden bunu değiştirme çabasına girer. Eşrefü mahlukat, var mı daha ötesi. İhsanın bir manası da Allah’ı görüyormuş şekilde ibadet etmek, yani Allah her halimizi her hareketimizi görüyor her yaptığımızı biliyor, imtihan sırrını anlayan Onun yolundan ayrılmaz, her eylemi içiyle dışıyla Onun rızası dairesindedir.

Zihninin berrak ve asil olduğunu düşünüyorsan bunu test etmek için biri sana şu an ne düşünüyorsun dediğinde aklından geçeni hemen söyleyebiliyormusun ve bundan hiç bir zaman utanç duymuyormusun. İhsan mertebesinde yaşamak böyle bir şey. Allah ile ilişkimiz böyle olmalı yaptığın her şey doğru ve güzel olmalı. Halk irfanı diye bir şey vardır Çoban koyunun sesinden hasta olup olmadığını anlar, alaylı bir ahşap ustası hangi ağacı evin neresine kullanacağını güneşe suya hangisinin daha dayanıklı olduğunu bilir, bunlar eşyanın tabiatını keşf etmiştir. Hep bunlar ihsanın tezahürüdür.

Gelelim bu yaşadığımız çağa hazzın ve hızın yarıştığı bir zamanda sadece satın alan tüketen bireyler olmamız isteniyor. Dijital ortamda birer avatar olmamız isteniyor sanal kimlikli biri olmamız isteniyor. Kendimizi bu kirli çağdan korumalıyız gdo larla bizi bir şeylere benzetmek isteyenlere fırsat vermemeliyiz. Nasıl midemize girenlere dikkat ediyorsak aklımıza zihnimize girenlere de aynı şekilde hassas olmalıyız. Çok hızlı bir zamanda yaşadığımız için fıtrat gereği gelişmelere yetişemiyoruz, en iyi telefonu alsak bir müddet sonra o da en hızlı olmaktan çıkıyor böyle olunca mutsuz oluyoruz birileri bütün bunları bizim mutlu olmamız için değil bilakis mutsuz olmamız için üretiyor lütfen anlayalım bunu.

Bütün canlılar yaşar ama sadece insanlar iyi yaşar bunlar bizi insan olmaktan uzaklaştırmak istiyor.

Çetin Kılıç
Kaynak ;İbrahim Kalın sohbeti.

Zevale mahkum olan bir şey İlah olamaz

Cenab-ı Allah’ın vahdet, ehadiyet ve tevhid mührü bütün varlıkların üzerinde görünüyor.

Bâtıl yoldaki felsefecilerin, varlıkların sebepler dairesinde tecelli ettiği iddiası ise tam bir safsatadır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri bu konuya 22. Söz 1. Makam 10. Bürhan’da sarahatten açıklık getirmiştir.  Bilmana; eşya nasıl zevale ve yok olmaya mahkûm ise, sebepler de aynı şekilde zevale ve yok olmaya mahkûmdur. Zevale ve yokluğa mahkûm olan sebeplerin, onlara bağlanan neticeleri ve meyveleri yoktan ve hiçten icat etmesi mümkün değildir.

Sebepler de, neticeler de zevalden ve yokluktan münezzeh olan Allah’ın icadı ve yaratması ile varlık sahasına çıkıyorlar ve yine onun yok etmesi ile de yokluğa ve zevale gidiyorlar.

Örneğin; elma ağaçtan çıkıyor. Elma netice; ağaç ise elmaya bir sebeptir. Elma nasıl zevale mahkûm ise, elmaya vasıta ve sebep olan ağaç da zevale mahkûmdur. Zevale ve yokluğa mahkûm olan bir şey ilâh olamaz. Kudret sahibi yüce Allah (cc)’ın zatı hiçbir varlıkta tecelli etmez, tecelli eden ancak onun sıfatları ve isimleridir.

Allah’ın kudreti sonsuzdur, sonsuz kudret ise hiçbir varlıkta tecelli etmez; çünkü her varlık, her şeyiyle sınırlıdır. Allah’ın sıfatları için tecezzi ve inkısam, yani parçalara ve kısımlara ayrılmak söz konusu olmadığına göre; bir varlıktaki kudret tecellisini ilâhî kudretin aynı olarak düşünmemiz de mümkün değildir. 

Eşyada görünen mahlûk kudret, ilâhî kudret ile yaratılmıştır; ama o kudrete hiçbir cihetle benzemez. “…Hiçbir şey onun misli gibi değildir…” (Şûrâ, 42/11). Ayette ifade edildiği üzere hiçbir varlığın zatı Allah’ın zatına benzemediği gibi, hiçbir varlığın hiçbir sıfatı da ilâhî sıfatlara benzemez.

Örneğin: Kâinat, bir kitab-ı kebirdir, onda yazılan varlıklar da kelimât-ı kudrettir. Bir kitabın kelimelerine hayat, ilim ve kudret gibi sıfatlar takılamaz; zira bu sıfatların hiçbiri kâtibin sıfatları cinsinden olamaz. Zira yazının mahiyeti başka, kâtibin mahiyeti daha başkadır.

Teşbihte hata olmasın, mesela: Güneş’in aynadaki tecellisi güneş değildir. O aynadaki ışık güneş ışığının bir gölgesi hükmündedir. Yani, aynada görülen ışık güneş ışığından haber verir; ancak derece itibariyle onun ışığı, güneş ışığından “zat ile gölge arasındaki farklılık” kadar uzaktır, farklıdır. 

Demek ki, bir varlıktaki kudret tecellisini, ilâhî kudretin aynı olarak düşünmemiz mümkün değildir. Zevale ve yokluğa mahkûm olan bir şey ilâh olamaz. Her bir varlık üzerinde tecelli eden, Allah’ın sıfatları ve isimleridir.

16.04.2024

Rüstem Garzanlı

Ülkemiz ve İnsan Yetiştirme Sanatı

Ülkemiz ve İnsan Yetiştirme Sanatı

Ülkemizi tarif etmeye çalışan hemen herkes farklı şekilde tarif etmektedir. Ülkemizin çeşit çeşit konumları olduğu ise aşikardır. Bu konumların da tabiîki getirdiği sorunları olacaktır. Hatta öyle ki, bir konumun getirdiği farklı sıkıntılı haller de yok değil.

Ülkemiz yeni neslinin yetiştirilip ülkeye kazandırılması ve ülkemizin yıldızının daha da parlaması için her şeyi yapmalıdır. Bunun için de eğitim metedolojisi -yani eğitim ve öğretim sisteminin- mataryalist sistemden yakasını kurtarıp tevhid sistemiyle hem hal olması gerekmektedir. Çünkü maddeyi esas alan bir metedolojiden yetişen insanın önceliği de madde olacaktır.

Madde ise, menfaatle mütevazıdır yani paralellik gösterir. Maddenin ve menfaatin ön planda olduğu sistemin meyvesi de kendisi gibi bozuk olacağı kaçınılmaz sonuç olacaktır. Üç kağıtçı, kaypak, dolandırıcı, maneviyattan yoksun ve maneviyata yabanilik bunların semereleridir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu meselemizde şunları ifadeetmektedir.

“…şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.
İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.

Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.”[1]

Hayat şartlarının artması ve ağırlaşması neticesinde kalb ve ruhlar bundan hissesini almıştır elbette ki. Maneviyata zaman ayıramaz, ayrıldığında da kalitesi azalmış olarak olmaktadır. Bu sebeple insan hem maddi hem de manevi hayatında kaliteyi arttırma gayretinde olmalıdır. Sadece birini arttırmak diğerinden yontup birine harcamak hayatta dengesizlik getirecektir.

Kaliteli insanların içtimai hayatta yer almasıyla içtimai düzenin de kalitesini arttıracaktır. Çeşitli musibetlerin de maddi olarak önüne sed çekilmiş olacaktır.

Eğitimin kalite ve başarısı sadece kitap, okul ve doküman kalitesiyle ölçülemez. Çünkü bu toprakları bize yurt bırakan atalarımızın ne böyle kaliteli binaları ne de dokümanları vardı. Onları köreltmeyen ve yetiştirmeye yönelik hem yetkin hem de yetişmiş muallimleri olup onların bu yetkinliği de insan yetiştirmekteydi. Burada Milli Eğitim sistemi içindeki kadroların yetkinliğinden değil eğitim sisteminin sistematik yanlışlığından şikayet ediyorum yanlış anlaşılmasın.

Eğitim ve öğretim sistemi zamanın ihtiyaçlarına göre kendini yenilemeli ve ata bak, ılık su iç vs. gibi şeyler yerine üretici ve geliştirici bir sistemle materyalist sistemden yaka kurtarma yoluna gidilmelidir.

Gerek görsel gerek metinsel olarak mazimizin mimarlarını kahramanlarını hem şimdimize hem de istikbalimize aksedebilmesi için çeşitli çalışmalar yapılmalıdır. Çünkü “istikbal mazinin aynasıdır.” Eğer hem şimdimiz hem de istikbalimizin perişan olmasını istemiyorsak gömlek düğmelerimizi doğru iliklemeliyiz. İstikbalini doğru yapan kazanan kimsedir. Çünkü istikbali parlak olanın mazisi de doğrudur. Şayet böyle olmazsa kaliteli bir eğitimden de söz edilemeyecektir.

Eğitim sisteminin duayenleri de sistemden bu konularda şikâyetçi olduklarını ifade etmektedir zaten.

O halde Milli Eğitim müfredatı şanlı tarihimizin izini, eserlerini, seslerini istikbale taşımakla mükelleftir.

“Bir devlet ne zaman ayağa kalkar” diye soracak olursak iman ve İslam ile mücehhez olursa işte o zaman. Tabiî ki devlet dediğimiz insanlardan oluşur o halde bir toplum iman ve islamiyetle ayağa kalkarsa devlette ayağa kalkar ve o devlet diğer devletlere nümune-i imtisal olur, reis olur, abi olur, kardeş olur.

“Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası.”[2]

Ama, lakin, fakat… Teknoloji aslında adeta ikinci makinalaşma devrinde birçok şey insanları tarumar ediyor maneviyattan uzaklaştırıyor. Hal böyle olunca da zamanımızın silahı ve geçerli reçetesi teknolojiyse biz de bu teknolojiden istifade ederek bunu müsbet manada kullanarak kısa zamanda daha çok kaliteli insan yetiştirmek için kullanmalıyız.

Covitten sonraki dönemde toplumların ayakta kalabilmesi ancak yeni nesillere milli ve manevi değerlerini aktarabilmesi ile mümkündür.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Sözler (481)
[2] Sözler (717)

Kaynak: RisaleHaber

Ramazan bayramınızı tebrik ederiz

Evveli rahmet, ortası mağfiret sonu cehennem azabından kurtuluş olan mübarek Ramazan-ı Şerifi uğurladık. Ramazan bayramına bizleri kavuşturan Allah’a hamd ve şükürler olsun.

Ramazan Bayramının müminler arasında ayrı bir yeri vardır. Risale-i Nur eserlerinde, Yirmi Dokuzuncu Mektup ’ta “Ramazan Bayramı, her gün tutulan orucun iftar vaktindeki sevinci gibi, tutulan bir aylık orucun toplu bir iftar sevincini ifade eder.” Şeklinde beyan edilmiş.

Ramazan ve Kurban Bayramları Hicretin 2. yılından itibaren idrak edilmeye başlanmıştır. Ramazan Bayramı, bağışlanmış olmanın bir sevinç işaretidir. Bu bağışlanma müjdesini insanlara melekler veriyor. Allah’ın Resulü (asm) buyurmuş; “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler:‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbinizin rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emr olundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emr olundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbinize itaat ettiniz, mükâfatınızı alınız’.

Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi şöyle seslenir:

‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilân edilir” buyurmuştur. O zaman Ramazan bittiği için değil, günahlarımızın af olduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz.

Hadis-ı şerifte buyuruldu ki:“Bayram sabahı Müslümanlar toplanınca Allah’ü Teâlâ, meleklere, “işini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir? Diye sorar.

Melekler de “ücretini almaktır” derler.

Allah’u Teâlâ da: ”Siz şahit olunuz ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlım hakkı için istediklerinizi veririm” buyurdu. (Beyhaki)

Resulullah (asm); “Bayramınızı tekbir (Allahuekber) getirmek suretiyle süsleyiniz.” buyurmaktadır. Dünyanın dört bir tarafına dağılan sayıları iki milyarı aşan Müslümanların aynı anda tekbir getirdiklerini düşündüğümüzde, karşımıza muhteşem bir tablo çıkmaktadır. Yeryüzü âdetâ tek bir ağız olmakta, tekbir getirip namaz kılar gibi bir hale bürünmektedir.

Bayram günleri, ulvî duyguların coştuğu, sevgi ve saygının mü’minler arasında canlandığı güzel günlerdir. Bayramda dargınlar barışır, barıştırılır, kalpler muhabbet, uhuvvet ve şefkatle dolup taşmalıdır. Şefkatte de insanlığa rehber olan peygamberimiz (asm) bilhassa Bayram günlerinde yetimlere sahip çıkar, onları himaye ederdi. Babası bir savaşta şehid olan, kimsesiz kalan Abdullah adında bir çocukla alâkadar olmuş, eve götürmüş, bütün ihtiyaçlarını temin etmiştir.

Bayram, yardımlaşmanın en güzel misalleriyle süslenmelidir. Bayram günlerinde, öncelikle anne- babalarımızı, aile büyüklerimizi, akraba ve komşularımızı ziyaret ederek onların gönlünü almalıyız. Ramazan’da elde ettiğimiz kazanımları ve güzellikleri bayram sonrasına da taşıyarak rahmet ve bereket iklimini yaşamaya devam etmeliyiz.

Ramazan Bayramı tüm âlem-i İslâm’a, bugün İsrail zalimin zulmü altında ezilen Filistin halkına hayırlara ve kurtuluşa vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, Ramazan bayramınızı NurNet adına tebrik ederiz.

08.04.2024

Rüstem Garzanlı

Bilim Tarihinin En Büyük Yalanı: Sebeplerin, sonuçları yaptığına İnandırılmışız!

“Modern – Seküler – Lâik Bilim/selliğe hâkim olan Materyalist – Natüralist – Determinist Epistemolojinin, telkin ve tekrara dayalı, zihnimize dayattığı subliminâl altmesaj ve endoktrinasyonları neticesinde; zihnimiz formatlanıp, yeniden programlanarak; bu virüslü mesaj ve kodlar neticesinde; sebeplerin, sonuçları yaptığına / yapabileceğine inandırılmışız!..”

Ayhan KÜFLÜOĞLU – metabilgi@metabilgi.org – 03.Nisan.2024

1600 – 1700’lü yıllarda, Rönesans – Reform – Aydınlanma Üçgeninde doğup ve sonra, kültür ve coğrafyadan bağımsız olarak, tüm dünyayı hegemonyası altına alan ve başka bir epistemoloji, başka bir bilim anlayışı kabul etmeyen, üstelik reddeden; Modern – Seküler – Lâik Bilim/sellik Epistemolojisi; Ateist-Deist ve Materyalist, Natüralist ve Determinist Felsefî Paradigmalar zemininde temellendiği için; gözlem – deney – ölçüm veri ve bilgilerini dile dökerken, aksiyomatik olarak, “özne ve failsiz” cümle ve ifadeler inşa eder. Yani: “Tanrı yok(muş); varsa ve olsa bile, evrenin işleyişine karışmıyor(muş)” altzemin ve kontekstinde, ifadeler kulanır. Yani “evrendeki faâliyet ve sonuçlar, Tanrı’nın fiil ve eseri değil(miş)” bağlamında, cümleler inşa eder. Bilinçaltı zihne; bu alt/subliminâl mesajı, telkin ve ilka, kod ve programlayan; kirli – virüslü ifadeler kullanır; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza usulca fısıldar.

Halbuki, “Tersine Mühendislik” Yöntemini kullanıp; “sonuçlar”dan, “sebepler”e gidersek; gözü olmayanın, “görmeyi” ve “görme fiili”ni bilmesi ve buna göre bir  “göz” yapması veya “kulağı” olmayanın, “sesi” ve “işitme fiili”ni, bilmesi ve buna göre bir “kulak” yapması; mantıken muhâl ve mümtenî olması gibi; atom ve molekül veya sistem ve organizasyon olarak; “göz, kulak, bilinç, akıl” gibi duyu ve hislerden yoksun; yani “kör, sağır, şuursuz ve akılsız” ve en önemlisi, “cansız” olan kâinattaki “madde, kuvvet ve enerji”nin; göz ve görme, kulak ve işitme, akıl ve akletme gibi, fiil ve eser ve sonuçlara; “sebep” olmaları, olabilmeleri; mantıken muhâl ve mümtenî’, imkânsızdır…

Sırf eser/sonuçlardan önce geldikleri için ve devamlı, sonuçlarla bitişik ve ardarda/ardışık geldikleri için ve sonuçlara (nesne ve eserlere), “ısı, ışık, çekme – itme, basınç” gibi kuvvet uyguladıkları için, bunlara “sebep” ismi vermek ve sonra, sonuçlara, “sebep” olduğuna, olabileceğine inanmak, ma’kûl değil. Sebeplerin, sonuçları yaptığına ve meydana getirdiğine inanmak, mantıklı değil.

Sonuçlara, sebep olduğuna inandığımız bu “somut madde ve enerji” ve “soyut kanun ve mekanizmalar”, gözümüzün önünde olduğu için, arkasındaki dağ gibi “Büyük Kuklacı”yı gözümüzden gizleyen bir kibrit çöpü gibidir ki; gözümüzün önünde durduğundan, arkasındaki koca dağdan daha büyük görünüp, o dağı görmemize mâni, yani perde olmaktadır. Oysa, hayvan değiliz ki; sadece gördüğümüzle yetinelim, sadece gördüğümüze inanalım! Şapkadan tavşan çıkıyor diye, şapkanın tavşan doğurduğuna inanalım!…

Bir bilardo topunun hareketini, diğer bir bilardo topunun çarpmasıyla, nedenselleyebilir ve aklı, buna ikna edebiliriz ama milyarlarca bilardo topunun (yani atomların), “kütleçekim – elektromagnetizma vs…” rüzgarlarının, bilardo toplarını birbirine çarptırması sonucunda; ortaya, meselâ bir “insan” veya “ağaç” çıkmasını; Bilim/sellik Epistemolojisinin, bu analitik – tikel – indirgemeci, varlık tasavvur ve kurgusuyla açıklayamayız. Bu determinist – natüralist epistemoloji ve ontolojisiyle, nedenselleyemeyiz.

Zarların devamlı altı altı gelmesi gibi, devamlı gerçekleşen bu olayları; yani zarların devamlı düşeş gelmesini “tesadüf”le de açıklayamayız! Zarlarda bir hile ararız yani. Olanlar, arasıra olsa, tesadüfe verilebilir belki ama kâinatta zarlar devamlı düşeş geliyorsa; halâ tabiî sebep ve tesadüflerle olduğunda ısrar etmek, inattan başka birşey değil! Yani: Evrendeki bu fiil/faâliyetleri; atomlara, muhalif yönlerden gelen etkiler sonucu; bu atomların çarpışma – birleşmeleriyle açıklayamayız. Çeşitli yönlerden birbirlerini itme-çekme ve çarpışma-yapışma-ayrılmalarıyla nedenselleyemeyiz; aklı buna inandıramayız.

Evrende devamlı olagelen bu fiil ve olayları, “doğa, fizik – kimya kanunları”yla da açıklayamayız. Çünkü ve zaten: “Kanun” varsa; madde – enerji ve atomları, o kanuna uymaya sevkeden bir kuvvet, bir fail ve programlayıcı var demektir. Çünkü: Soyut ve zihnî olup, hiçbir somutluk ve maddîlikleri olmayan; yani fiziksel bir vücud/mevcudiyetleri olmayan “Doğa Kanunları”nın; somut maddeye etki edip, o madde ve enerji ve atomları, bir yerlere sevketmesi ve üç boyutlu belli koordinatlarda durdurup, “canlı insan” inşa etmesi, hattâ “cansız masa” bile inşa etmesi; “kanun” (Doğa Kanununun) tanımı icabı imkânsızdır. Çünkü dediğimiz” gibi; “soyut ve zihnî” yasa ve kanunların, “somut ve haricî” maddeye, kuvvet uygulamaları ve madde ve atomları, belli noktalara yönlendirmeleri ve bir noktada sabitlemeleri mümkün değildir.

Çünkü: Zihnimizdeki kanunu, kâğıda yazıp; meselâ “Kırmızı ışıkta duracaksın” kanunu var diye; zihnimizdeki, kâğıt üstündeki o kanuna, akılsız-cansız atomlar uymaz; bu kanunda bir yaptırım kuvvet, yani emir ve zorundalık görmezler.

O hâlde: O kanunu yazan, o kanunun uygulama ve müeyyidesini de yazıyor ve madde’ye uyguluyor, yaptırıyor ki; “madde” o kanuna, “haberi olmadan” uyuyor! O hâlde: Kâinatta sabit ve genelgeçer olan kanunları yazan ve atomlara emredip, atomları kudretiyle sevkeden ve emir-kural-kanunlarını uygulatan bir “kanunkoyan”, bir “Hâkim–i Hakîm” var…

Başka bir örnek: Anne karnındaki bebeğin, gelecekte doğunca süt emmesini amaçlayan, plânlayan ve bilen bir sebep, yani Rabbimiz; o bebeğe, daha doğmadan anna karnında parmağını emme stajı yaptırarak, bu dünyaya hazırlıyor… Demek: Ancak geleceği plânlayan ve bilen biri, “şimdi ve geçmişi” yazabilir; senaryonun bütününü bilen biri ancak, bu kurguyu tutarlı olarak tasarlayıp, yazabilir ve maddeye o rolü verebilir. İnsan ve hücrelerini, o yöne sevkedebilir; hücreleri, önceden belirlenmiş koordinatlara çekebilir ve/veya itebilir…

Başka bir yazının konusu olmak üzere, buraya şu notu da düşmek gerekiyor ki; sebeplerin, kâinattaki fonksiyon ve hikmet ve rolü biraz netleşsin:

Birşeyin yokluğunun sebebi, varlığının da sebebi demek değildir… Yani: Katil, katl/maktulün “sebebi” diye; aynı katil, o “maktul yaşarken de, yaşamasına sebepti” diyemeyiz Aynen bunun gibi: Meselâ suyun yokluğu, bitkiyi susuz bırakmak; bitkinin kurumasına, ölmesine “sebep” oluyor diye (yani ademî sebep); aynı “su” için, “bitkinin yaşamasına ve büyümesine de sebeptir” diyemeyiz! Bu, mantık kurallarına aykırı olur…

Elhasıl: Kâinatta hiçbirşey, “mümkün” olduğu için olmuyor. Ama biz, devamlı olageldiği için, “mümkün(müş)” zannediyoruz! Bu, bize zihnimizin bir oyunu!

Bugünkü aklımızla, 15 yaşında dünyaya doğsaydık: “Beni buraya kim getirdi, nereden geldim, niye geldim!?… Aaa! Çok tuhaf!; Yumurtanın içerisinden ‘kuş’ çıkıyor!… Ayağımla basıp, elimle ufaladığım, renksiz, tatsız, kaba topraktan; çeşitli renk ve tatta, sanat eserleri çıkıyor!…” diye herşeye, her yere hayretle bakardık. Ama doğarken başlayan ülfet ve alışkanlık, bakışımızı büküyor! Herşeyle kurmamız gereken ünsiyeti kuramamamızın bedeli, ülfetimizle ödeniyor maalesef!…

Evet; herşeyin bir bedeli var: “Kâinattaki herşey; tabiî sebeplerle, yani maddenin tabiât ve özellikleri icabı, kendi kendine (yani failsiz ve ustasız) ve tesadüfen olması mümkün ki oluyor; oluyor ki demek ki olması mümkün” şeklindeki; kısırdöngüsel (kuyruğunu ısıran yılan gibi, fasid daire); yani delil ve müddeâ, sebep ve sonucun devamlı yerdeğiştirdiği totolojik, fasid kıyasına inanırsak; kendini gerçekleştiren inanç (veya iddiâ, kehanet) gibi; bize herşey öyle görünür. (Birileri beni takip ediyor veya insanlar, beni sevmiyor diye inanan birinin; insanlardan gördüğü her davranışı, öyle yorumlama ve anlamlandırma, yani öyle görmesi gibi.)

Elhasıl: “Allah yok(muş), görmüyor(muş), bu işleri o yapmıyor(muş)!” gibi inanır veya davranırsak; Rabbimiz de bize, öyle davranır! “Yok(muş)” gibi davranır! “Ben kulumun zannı üzereyim…” Hadis-i Kudsî’sine bu açıdan da bakılabilir.

Önceki yazılardan: “Sormadığımız sorunun, cevabını göremeyiz… Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz… O hâlde; doğru cevaplardan önce, doğru soruları sormayı öğrenmeliyiz… Neyi ararsan, onu bulursun… Aradığın şeyi, kaybettiğin yerde ara… Doğru soru, ilmin yarısıdır…” gibi ifadeleri hatırlayanlarımız vardır muhakkak. İşte biz de; olaylara, olanlara, olgulara doğru sorularla yaklaşırsak, ancak o zaman görebiliriz, oradaki, olanlardaki cevabı! Yoksa; “Bu son paragrafta kaç tane ‘s’ harfi var?” sorusunu sormadan; o cevabı aramayız, görmeyiz, farketmeyiz!…

O hâlde kâinata bakarken, doğru soru nedir?, Evrene hangi soruların ışığında bakarsak, cevaplar görünür olur ve anlam arayışı son bulur?