Kategori arşivi: Biyografi

Bir Modern Zaman Evliyası: Zübeyir Gündüzalp

Halil Yürür’e göre Gündüzalp fenafillah makamındadır. Birçok kerametine şahit olur. Bir gün Kırklareli cemaatine sahabeleri anlatır. İstanbul’a döndüğünde Gündüzalp Kırklareli’nde anlattıklarının hepsini söyler. Halil hayretler içinde kalır: Allah tarafından sizin önünüzde dünyanın bir makinesi var da ona mı bakıyorsunuz. Yahu ağabey Kırklareli buraya 200 kilometre ötede… Nereden biliyorsun bunları? 
Bir gün sabah namazına kalkamaz. Bir ara ağzına ılık ılık bir şeylerin döküldüğünü hisseder. Gözünü açtığında Zübeyir’in cennetler bahşeden şefkatli gözleriyle karşılaşır. “O öyle bir insandır ki, namaza kalk bile demezdi. Akla kapı açar, ihtiyarı elden almazdı.”
Bir zaman Üstad, Zübeyir’e “Eğer seni dinlemezlerse bir dağa çekilirsin.” der. İhtimal ki o gün gelmiştir. Bir gün Zübeyir, Halil’e seslenir. “Eşyalarımı topla.” Eşyaları toplayıp bisiklete sarar. Çamlıca’daki eve giderler.  Burası iki odalı, küçük bir evdir. Yıllarca bu evde ikisi otururlar. Halil, ihtiyacı olduğunda haber vermesi için Zübeyir’in odasına bir zil taktırır. 
Bir ara geliri hizmetlerde kullanılmak üzere Zübeyir Gündüzalp adına “Kanaat Pres Atelyesi” ismiyle pres atelyesi açar. Bu ismi vermesinin nedeni “zengin olurum da, evlenmeye kalkarım sonra da hizmetten ayrılırım” korkusudur. 
DÜNYANIN TERK ETTİĞİ HALİL
Zübeyir, Üstaddan ayrı kalmaya dayanamayacağı için önce vefat etmek ister. Bu halini açıklayınca Üstad sırrı ifşa eder.  “Sen hemen ölmeyeceksin, azap çekeceksin, çile çekeceksin.” Halil, bunu bizzat Zübeyir’den işitir. Bir gece dersten çıkarlar.  Çamlıca’daki eve gideceklerdir. Saat gecenin biridir.  Zübeyir “Üsküdar Camisinde namaz kılalım.” der. Cami kapalıdır. Hava öyle soğuktur ki Halil tir tir titremektedirler. Dışarıda buz gibi muşamba üzerinde namaz kılacaklardır. Halil genç olmasına rağmen dayanacak gibi değildir. “Eve gidelim, sobayı yakalım, sıcacık yerde namazımızı kılalım…” diye iç geçirir. Ama emir büyük yerdendir. Buz gibi suyla abdest alırlar. Zübeyir imam, Halil cemaat olur, namaza dururlar. Namaz bitince Halil’e döner. “Kardeşim Halil, işte biz böyle sürüne, sürüne, sürüne öleceğiz.”  
Hizmet ehli ya dünyayı terk etmeli ya da o dünyayı terk etmeli. Bir gün Zübeyir, Halil’e seslenir. “Kardeşim dünya seni terk etmiş.” Bunu duyunca öyle üzülür ki adeta bayılıp tekrar dirilir. Epey sonra aklı başına gelir. İlk ziyaretinde Üstada verdiği sözü hatırlar. “Ben gençliğimi bu yolda geçireceğim.” Yıllar sonra da söyle diyecektir. “Dünya benimle barışmıyor. Dünya beni terk etmiş, küsmüş; ben dünyayı terk etseydim gidip barışacaktım. Ben dünyayı terk etmedim ki, o beni terk etmiş. Ben onu terk etseydim, dönüp, gelip barışırdım. O bizi terk edince yapacak bir şey yok… Bak kimse yok yanımızda şimdi. O yükü çekmek çok zor… Sizin şimdi gelmenizle ben bugün cennete girdim sanki. Yalnız ben şikâyetçi değilim kardeşim. Zübeyir ağabey bana “Sen kendini herkes gibi bilme” derdi. Bunu ben o zaman düşünüyordum hep, ama bir şey de anlamıyordum. Sonra sonra anladık ama kuvvet kalmadı… Bak Şimdi cebimde Haşir Risalesi var, onu okuyorum. Bir senedir ezberlemek için okuyorum…”
ZÜBEYİR DÜNYADAN GEÇİYOR
Bir gün Halil, Zübeyir’e “Ben senin emrinden de, yanından da ayrılmam; bizi ancak ölüm ayırır.” der. Gerçekten de vefatına kadar dokuz yıl öyle yaşarlar. Gündüzalp vefatından kısa süre önce rüyasında Üstadı görür. Halil’e anlatır. “Bir ormanlıkta Üstad Hazretleriyle geziyoruz… Bir anda kaybettim Üstadı. ‘Üstadım! Üstadım!’ diye uyandım.” Belli ki Üstad ‘bu hasretlik bitsin’ demiş, Zübeyir’i yanına çağırmıştır. 
Çağrıya cevap gelir. Zübeyir hastalanır. Süleymaniye’deki dershaneye götürürler. Halil kısa süreliğine dışarı çıkar. O arada Zübeyir daha da ağırlaşır. Halil’i çağırın, der. Geldiğinde ağabeyleri ağlarken bulur. Zübeyir dünyasını değiştirmiştir. Halil çözülür, ağlamaya başlar. Kendini yerlere atar. Dile kolay dokuz yıl aynı evi paylaşmışlardır. Halil’in iki canı vardır. Biri Bediüzzaman, diğeri Zübeyir. O gün ikinci canı da çıkar. O günden sonra dünyada cansız ceset gibi dolaşır, çile çeker.   
Zübeyir’le Halil’in bu bağını bilen ağabeyler Halil’e Gündüzalp’in kabrinin defnedileceği yeri söyleyip söylemediğini sorarlar. Halil de  “Bizim kabrimiz İstanbul’dadır.” dediğini söyler. Bunun üzerine Eyüp Sultan’a defnederler. Halil, Gündüzalp’i kabre indirir. Emaneti emin ellere, Üstada teslim eder.
MUSTAFA ORAL

Model bir şahsiyet; Hasan Elbenna

Sadece 44 yıl yaşayan Hasan Elbenna, İslam’a verdiği hizmetle rol model alınabilecek bir şahsiyettir.

İhvani Müslimin olarak teşekkül eden bu hareketin üç özelliği dikkat çekiyor.

Birincisi “Kitap yazmak yerine yaşayan kitap şeklinde olan insan yetiştirmek”

*Tıpkı Peygamberimizin sahabeyi kiramı yetiştirdiği gibi,

İkincisi “Yanlışlarla uğraşmaktansa iyi işler yapmaya zaman ayırmak”

*Kur’an’ın ifadesiyle “onlar gereksiz, boş mevzularla karşılaşınca birer bey efendi olarak oradan ayrılırlar”

Üçüncüsü, Asgari müşterekler üzerinde Müslümanlarla selamlaşmayı tercih etmek.

*Peygamberimizin Medine vesikası bunun ruhsatını vermektedir.

Bu üç yaklaşıma baktığımız zaman “İhvanı Müslimin” hareketinin müspetliği ortaya çıkıyor.

Bu asırda malum, insanlar az kitap okuyor, ya da okuduklarını yaşamakta zorlanıyor. Ayrıca İslam’ı değerlendiren kimseler de Müslüman olarak bilinen kimselerin hayatına bakarak İslam’ı değerlendiriyorlar. Onun için iyi insanlar yetiştirmek, hal ve davranışlarıyla bir mümin olarak yaşamak İslam’a aynı zamanda önemli bir hizmettir.

Bir az etrafımıza bakalım İslam’ı eleştirenlerin ağzında ne var? Hacı şunu yapıyor, hoca şunu yapıyor, demektedirler maalesef!

Seyyit kutup, Ahmet Yasin… gibi insanlar Hasan Elbenna’nın yetiştirdiği insanlardır.

Dikkatinizi çekmiştir günümüzde insanları çoğu şu şunu yaptı, bu bunu yaptı diyerek vakit öldürüyor; ayrıca gıybet olduğu için kişinin günah kazanmasına da neden oluyor. Hayata/harekete bir şey kazandırdığı da yok.

Hasan El Benna diyor ki, yanlış şeylerle uğraşıp zaman kaybetmektense siz doğru şeyler yapın zamanla daha iyi anlaşılırsınız.

Mesela yıkık dökük bir ev yapan birini eleştirmektense siz daha sağlam ev yapın müşterileriniz oluşur. Bu yaklaşımla harekete hizmet ediyor.

Asgari müştereklere gelince aslında bir çok İslam aliminin dikkat çektiği bir konu. Dünya kadar ortak yanları olan insanların/müslümanların ufak tefek yanlışlarını nazara verip ayrılıkçı bir tutum ortaya koymak hiç akıl işi midir?

Üstat Bediüzzaman’ın da müspet hareket dediği çalışma tarzı bu olsa gerek.

Adı Hasan, Soyadı Elbenna ismi güzel kendi güzel kardeşim, soyadı Elbenna yani çok yapıcı anlamına geliyor. Hayatına bakınca bu muhterem mümin kardeşimiz, hem adının hem soyadının hakkını olabildiğince vermiş öyle ki ismi dahi insana heyecan veriyor.

Bu tebliğ tarzından ders marifet almak dileğiyle.

Ruhu şad olsun.

Eyüphan Kaya

Mustafa Kırıkçı Kimdir?

Bir ağabeyimi ziyaretimde, titizlikle muhafaza ettiği birkaç emaneti benimle paylaştı. Bu emanetlerden ilki, 1963 Eylül’ünde neşredilen ve diğerleri ise takip eden yıllarda çıkan, sadece Risale-i Nur metinlerini muhtevi, 3 farklı isimdeki gazetelerden oluşuyordu.

Peki bu isimlerini hiç duymadığımız gazeteleri kim veya kimler, hangi şartlarda neden çıkarmışlardı? Neden fazla duyulmamış ve basılması günümüze kadar devam etmemişti?

Bediüzzaman, Bedi’ül Beyan ve Nur Gazeteleri

Öncelikle, Risale-i Nur’un neşir tarihi içinde çıkarılan ilk gazeteleri, İhlas, İttihad ve Yeni Asya gibi gazeteler olduğunu biliyorduk. Ancak, yaptığımız araştırmalarda, elimdeki gazetenin tarihinin bu gazeteleriden da çok evvel olduğunu gördüm. Yani Nur Talebeleri’nin çıkardığı ilk gazete, elimizdeki gazetelerden biri olan ve Konya’da sadece tek sayı olarak çıkarılan “Bediüzzaman Gazetesi”ydi. Diğer “Bedi’ül Beyan” gazetesi ve “Nur” mecmuası da “Bediüzzaman” gazetesinin basımının durdurulmasının ardından çıkarılan aynı içerikli farklı isimdeki gazetelerdi.

Bediüzzaman” ve “Bedi’ül Beyan” gazeteleri, büyükçe bir gazete ebatında, diğer Nur Mecmuası ise birkaç sayısı ciltlenmiş olarak büyükçe bir dergi ebatındaydı. Bu nadide çalışmaları elime alıp üzerindeki ismi okuduğumda, bu isim beni Risale-i Nur hizmetindeki müstesna bir fedakarlık hikayesine alıp götürdü.

Maalesef, gazeteleri çıkaran Mustafa Kırıkçı ağabey, 2011 Mart ayında ahirete irtihal etmişti, bizlere görmek ve gazetelerin hikayesini kendisinden dinlemek nasip olmadı. Ancak onların hatıralarını neşrederek, sonraki nesillere aktarmak vazifesini bihakkın ifa eden kıymetli Necmeddin Şahiner ağabeyin, Son Şahitleri’nin 3. cildinde Mustafa Kırıkçı ağabeyin kendi lisanından nakledilen hatıraları bize kendisi hakkında epey ipuçları veriyordu. Ardından da onun hakkında yazılan Hafız Abdullah Tekin ve Muzaffer Deligöz’ün hatıralarını da okuyunca bu kahraman Nur talebesi ağabeyin bu gazeteleri hangi şartlar altında çıkarıp, ne gibi hizmetler ettiğine dair eksik parçalar tamamlandı.

Mustafa Kırıkçı Kimdir?

Son Şahitlerden öğrendiğimize göre öğretmenlik yaptığı 1950’li yıllarda ilk olarak merhum Osman Yüksel Serdengeçti’nin, “Serdengeçti Mecmuası”nda Bediüzzaman’ın adını duyar. Okuduklarından çok etkilenen Mustafa Kırıkçı, soluğu Ankara’da Osman Yüksel Serdengeçti’nin yanında alır. Kendisini hoş amedi ile karşılayan Osman Yüksel, ziyaretçilere vermek için titizlikle muhafaza ettiği Nur Risalelerinden Mustafa Kırıkçı’ya da hediye eder ve bu şekilde bu kıymettar ağabeyimizi hizmete dahil etme şerefine ve sevabına nail olur.

Sonrasında 1955 senesinde Emirdağ’da Bediüzzaman’ı ziyaret eder, ardından bir daha bir daha derken toplam on üç defa ziyaret eder, hizmetinde bulunur. Ardından öğretmenlik görevinden istifa ederek hayatını nur hizmetine vakfetmeye karar verir. Bu kararını verdiği sırada evli ve çocuğu olduğunu da ayrıca belirtmek isterim. İsterim ki verilen kararın ne denli büyük bir fedakarlık olduğu anlaşılsın.

İstifa eder, Bediüzzaman’a da bilgisini verir. Bediüzzaman da “zaten Konya’da böyle bir kahraman bize lazımdı” diyerek kendisini tebrik eder.

Bediüzzaman, Konya’ya iki defa gelir. İlk gelişinde fazla kalamadan dönen Bediüzzaman, ikinci gelişinde Mustafa Kırıkçı’nın evinde iki saate yakın kalır, oradaki Nur Talebeleri ile görüşür ardından ayrılır.

Sonraları Mustafa Kırıkçı, Konya’da muhtelif camilerde Risale-i Nur dersleri başlatır. Ancak çok geçmeden bu derslerden dolayı yakalanarak birkaç arkadaşı ile birlikte hapse atılır. Hapisteyken de Bediüzzaman’ın vefat haberi kendisine gelir. Ailesinden ve hizmet kardeşlerinden firak acılarının üzerine bir de Üstadından ayrılık elemleri biner, ancak yine de pes etmeyerek kaldıkları hapishaneyi bir medreseye çevirmeye, çıkıncaya kadar devam ederler.

Medrese-i Yusufiye hayatı tamamlandıktan sonra da hizmet hayatına kaldığı yerden aynı aşk ve şevkle devam eder. Ancak artık darbe olmuş, meşru hükümet lağvedilerek yerine askeri bir dikta rejimi ihdas edilmişti… Peki şimdi Nur Talebeleri, Üstadlarının hayatta iken başlattığı Risale-i Nur neşir hizmetlerini nasıl ifa edeceklerdi?

Neden Bu ve Benzeri Mecmualar Çıkarılmaya Başlandı?

1960 yılında askeri idarenin darbe ile Menderes hükümetini devirmesinin ardından tüm yurtta sıkı yönetim artmaya ve Nur Talebeleri’ne baskılar şiddetlenmeye başlamıştı. Yine bu dönemde Nur Risalelerinin neşrinde ciddi sıkıntılar çıkmaya başlamıştı. Risalelerin neşrini daha kolaylaştırmak ve engelleri aşmak için en iyi fikir bir gazete veya o günün meşhur ismiyle bir mecmua çıkarmaktı.

İşte bu niyetle ilk çıkan mecmua, merhum Mustafa Kırıkçı’nın hazırladığı, elimizdeki 23 Eylül 1963 tarihli Bediüzzaman Gazetesi’ydi. Yine öğrendiğimizde göre aynı yılın sonunda 20 Aralık 1963 tarihinde de Ankara Nur Talebeleri tarafından İhlas Gazetesi çıkmaya başlamıştı.


İhlas Gazetesi’ni çıkaran ekipten olan Muzaffer Deligöz hatıralarında, Mustafa Kırıkçı ve gazete çalışmaları hakkında şunları nakletmektedir:

Konya’da Mustafa Kırıkçı’nın hazırladığı mecmualar, gerek muhtevası, gerekse kalitesi bakımından fevkalade olduğu gibi, Risale-i Nur Hizmet tarzına en uygun şekilde neşrediliyordu. Bu mecmuaları çıkaran, Mustafa Kırıkçı; bilgili, ciddi, samimi bir kardeşimizdi. Basının önemini anladığından derhal bu konuya eğilmiş, kendisine gelecek her türlü zarara razı olarak bu hizmete girişmişti.

***

Mustafa Kırıkçı’nın hatıraları arasında, bu mecmuaların nasıl çıkartıldığı yer almamaktadır. Gerisini, gazeteyi ona destek olarak çıkaran Hafız Abdullah Tekin’in hatıralarından aktarıyoruz:

Sene 1963, birinci sayı çıktı. Polisler bize bir yazıyla geldiler. Yazıda: “Ben Bediüzzaman’ın neseben kardeşiyim, benim iznim olmadan eserler bastırılamaz” şeklinde bir yazı. Altında da Üstadın kardeşi Abdülmecid ağabeyin imzası. Mecmuaları müsadere ettiler. Aslında Abdülmecid ağabey müsaade etmemiş değil, onun elinden tehditle böyle bir yazı alıp, imza attırmışlar. Emniyet maksatlı olarak alıyor imzayı.

Abdülmecid ağabey böyle ellerini göğsüne bağlayarak bize: “Kardeşlerim kusura bakmayın, beni mecbur ettiler” diye durumu mahcubiyetle arzeder. Mustafa Kırıkçı “Abi sen müsterih ol, bunların hepsinde bir hikmet vardır” der, onu teselli eder.

Bizim gazete meselemiz nihayet sorgu hâkimine gelir. Sorgu hâkiminin elleri titriyordu. Mustafa Kırıkçı abi dedi ki:

– “Hâkim bey niye elleriniz titriyor?”

– “Kardeşim ben bu yaştan sonra hammallık mı yapayım? Beni tehdit ediyorlar, illa aleyhte karar vereceksin diyorlar” dedi. Hâkim müspet bir adamdı.

Sonra dava ağır cezaya intikal etti. Mahkeme reisine dosya verildiğinde, dosyaya baktı, “Ben bu eserleri inceden inceye tetkik ve tahkik etmişim, kararımı vermişim, şimdi tekrar mahkemeyi meşgul etmenin ne manası var?” diye mübaşirin üzerine dosyayı attı. Tıknaz, kısa boylu, çok dirayetli bir hâkimdi. O gün, Konya Valiliğinde iğne atsan yere düşmeyecek derecede, her taraftan ağabeyler gelmişti. Ahmed Feyzi ağabeyfilan konuşma yaptılar. Avukatımız Bekir Berk ağabeydi. Ondan sonra o mecmuaya serbestîye verdiler.

Sonra Mecmuanın ismi değişti; “Bediüzzaman” mecmuası yerine, “Bedi-ül Beyan” oldu. Fakat aynı baskılar yine devam etti. Yine birbiri arkasına mahkemeler oldu.

Bu sefer “Nur” ismini aldı mecmua. 22. sayıya kadar “Nur Mecmuası” olarak neşredildi. Biz o mecmuada gece-gündüz durmadan çalışıyorduk. Ziya bey vardı, matbaacı, çok halim selim bir kardeşti. Allah rahmetler eylesin. Mecmuaları dışarıya çıkarırken, arabalarla gizlice götürüyorduk.

Mahmut Babadağ diye bir komiser vardı, tanınmış bir adamdı, ama sert bir adamdı. Bizi karakola götürdü. Biz tevil yoluyla bir şeyler söylemeye çalıştık, serbest bıraktılar matbaaya geldik. Babadağ bizi tekrar karakola götürdü, aynı şekilde biz tekrar matbaaya geldik. Sonunda komiser: “Bu Abdullah hoca yular taktı boynuma, getirdi, götürdü beni” filan dedi. “Bu olsa olsa Cevşen’in kerametidir, biz de bir şey yok” dedim. Bu safha böyle oldu. 22 sayı Nur Mecmuası olarak devam etti. En sonunda, Mustafa Kırıkçı ağabeye, yazı işleri müdürü olarak iki sene, on ay ceza verdiler. Kırıkçı ağabey emniyetteki tanıdıkların tavsiyesiyle bir müddet ortadan kayboldu. Ama sonra bir affa uğradı, bir gün bile yatmadı.

Karakollarda çok sorguya çekildik. Emniyete götürürler, birkaç saat tutup bırakırlardı. Bir gün hâkim “bu milleti siz mi kurtaracaksınız?” gibi sert bir ifade kullandı. Ben de orada sert bir söz söyledim. Benim tevkifimi yazmış. Ereğli’de tanınmış avukatlar vardı, hemen onlar devreye girdi, serbest bırakıldık. Hapse girmedim, ama karakollara çok gidip geldik, dosyamız çok kabarıktı. Eve baskın ve aramalar ise defalarca oldu.

Evet, görüldüğü gibi ortada maddi imkansızlıklar içinde, ucunda hapis ve işkenceler olduğu halde, aile sahibi bir kahramanın, işini gücünü bırakıp, davası uğruna giriştiği muazzam bir hizmet var. Bu fedakarlıktan, bizlerin her türlü teknik ve teknolojik imkanlar içinde, kendimizi gözden geçirip, ciddi dersler çıkarmamız gerekiyor.

Bu fedakar ağabeyimizi ve onun gibi, İman ve Kur’an davası uğruna, her türlü zorlukları göze alarak, hizmet eden tüm ağabeylerimizi rahmetle anıyor, onlardaki dava aşk ve şevklerinden Rabbimizin bize de ihsan etmesini niyaz ediyoruz.

 

 

Uluğ Bey Kimdir? (1393-1449) (Kısaca Hayatı)

Uluğ Bey, 22 Mart 1393 tarihinde Sultaniye’de doğmuştur. Asıl adı Mehmet Torgay´dır. Timur‘un torunudur, Annesi Gövherşad ise ünlü Türk komutanı ve devlet adamlarından olan Gıyaseddin Tarkanın kızıdır. Dünyaya geldiğinde dedesi Timur büyük bir seferdeydi. Timur torunu olduğunu haber alınca çok mutlu oldu. O kızgın ve sert başbuğ, yerini nurlar saçan birisine bırakmıştı. Aldığı esirleri öldürmeyerek bağışladı, böylece Muhammed Taragay,  doğumuyla birçok insanın hayatını kurtarmış oldu. Dedesi Timur tarafından çok sevilmesi nedeniyle kendisinde “Uluğ Bey” denilmiştir.

11 yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş ve Arapça diline mükemmel konuşuyordu.

13 yaşında iken Horasan ve Maveraünnehir eyaletlerine hakan naibi oldu. Başkent seçtiği Semerkant’ta, müstakil bir hükümdar gibi hareket etti.Boş zamanını kitap okumak ve bilginlerle ilmi konular üzerinde konuşmakla geçirirdi, okuduğu kitabı kelimesi kelimesine hatırında tutacak kadar belleği vardi

Babası hükümdar Muînüddin Şah Ruh´un ölümü üzerine hükümdar oldu. 38 yıllık saltanatı sırasında matematik ve astronomi ile yakından ilgilendi. İnceleme için Çin’e kadar heyetler gönderdi. Uluğ Bey Semerkant’ta bir medrese, bir de rasathane yaptırdı, medresenin kapısına ”İlim tahsil etmek her Müslümana farzdır” hadisini yazdırdı.

Matematikçi, astronom, tarihçi ve şair olan Uluğ Bey, Mesud el-Kâşî, Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) gibi bilginleri sarayına topladı.

Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yaptı.

Uluğ Bey ülkeler fethetmekten ziyade, gökyüzü âleminde araştırmalar yapmayı, gök kubbenin sırrını çözmeye çalışmayı tercih ediyordu.

Uluğ Bey zamanında yeni astronomi aletleri yapılmış, eski aletler geliştirilmiş, gökyüzünün bir de haritasını yapmayı başarmıştı.

İlhanlılar zamanında yapılan rasatları tekrar gözden geçiren ve 12 yıl boyunca rasat yapan Uluğ Bey, 1437’de, büyük eseri Uluğ Bey Zici’ni yazdı. Bu eser, daha önce yazılan ‘zic’Ierin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Uluğ Bey’in bu eseri 1665’te Oxford’da İngilizce ve 1853’te de Fransızca olarak basıldı.

Bu eserin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye’ye getirilmiş ve halen Ayasofya kütüphanesindedir.

Milletrerarası Astronomi Derneği de Ay yüzeyindeki bir kratere onun adını verdi. Beş ülkenin astronomlarından oluşan bir komisyonun hazırladığı Ay Haritasında, üç Türk astronomunun adları da yer alır. Bunlar Uluğ Bey, Beyruni ve Nasireddîn Tûsî’dir.

Kozmografya konusunda yazdığı bir kitap da günümüze kadar, birçok ilmî araştırmalara kaynak olmuştur. Uluğbey’in Sarayı’nda çalışanlar içerisinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinden, özellikle İstanbul’dan çok sayıda bilim adamları, mimarlar, sanat temsilcileri vardı. Yani Uluğbey, Türkistan’da yaşasa da, onun tüm çalışmaları Anadolu ve diğer Türk elleri ile sıkı bağlıydı. Rastlantı değildir, onun ölümünden sonra saraydaki bilim adamları Anadolu’ya gelerek burada Osmanlı’nın bilimsel gelişimine katkıda bulundular.

Uluğ Bey “İlmin hükümran olduğu bir ülkenin ferdi olmayı hükümdar olmaya tercih ederim.” sözüyle ilme verdiği önemi en iyi şekilde anlatmıştır.

Oğlu Abdüllatif Mirza, o iyi yürekli, âlim ve kâmil babanın oğlu değilmiş gibi, Uluğ Bey ile taban tabana zıt karakter taşıyan bir insandı. Babasına baş kaldırıp yenilmesinden sonra, onun verdiği manevî dersi alamamıştı. Serbest kalır kalmaz derhal yeni bir darbenin hazırlıklarına koyuldu. Babası Uluğ Bey’e tekrar baş kaldırdı ve onun üzerine tekrar saldırdı.

Bu ikinci savaşta Uluğ beyin emrindeki kuvvetler yenildi. 54 yaşındaki baba, âsi oğlunun eline esir düştü. Uluğ Bey, oğluna göstermiş olduğu anlayış ve merhameti ne yazık ki ondan göremedi. İsyankâr evlât, savaşın galibi kumandan olarak, babasını 25 Ekim 1449 tarihinde ölüme mahkûm etti. Kendisini mahkum eden oğluna “Ata sözünü emr-i vacip bilir misin, bilmez misin, senin bileceğin bir şey. Fakat son nasihatimi dinle: İstersen babanı katlettir, istersen Maveraünnehir’den sürersin. Bu da senin bileceğin bir şey. Ama senden son dileğim, babanın ilim yolunda yaptığı işlere, onun talebe ve üstadlarına ilişmemendir.” demiştir.

Oğlu baba katili olmak istemiyordu, fakat etrafindakiler bırakmıyordu, kurulan plan üzerine Uluğ Bey hacca gönderilecek ve yolda katlettirilecekti. Ölüm, Uluğ beyi Hacca giden yolda yakaladı ve o kutsal yere gidemeden  27 Ekim 1449 yılında kiralanan katil tarafından öldürüldü. Dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.

Uluğ Bey bugün Türk-İslam dünyasının, aynı zamanda tüm dünyanın en ünlü astronomu, bilim ve devlet adamı olarak kalmaya devam ediyor. Doğduğu vatanı Özbekistan’da onun adı ebedileştirildi ve her yıl doğum ve ölüm günü özel törenlerle kutlanmaktadır.

Derleyen; Çetin KILIÇ

NurNet.Org

 

Kaynaklar;

Demlenet
1000kitap
Paradoxfan
Gelişen beyin
Biyografi
Cevapbizde

Aziz Mahmut Hüdai Hz. Kimdir? (1541-1628)

Anadolu’da yetişen büyük Velîlerden olup, Halvet’îyye Sufi İslâm Tarikât’nın bir alt sınıfına ait olan Bayram’îyye Tarikât’nın devamı niteliğinde bulunan Celvet’îyye (Celvetî) Tarikât’ının kurucusudur. 1541 yılında Koçhisar’da doğdu. Bursa’da Muhammed Üftâde’den feyz aldı. 1598  de Üsküdar’da câmi ve dergâh yaptırdı. 1628’de vefât etti. Kabri, İstanbul Üsküdar’da kendi dergâhı yanındaki türbesindedir. Asıl ismi Mahmud’dur “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir.

Babası Fadlullah bin Mahmûd’dur. Çocukluğu Sivrihisar’da geçti.İlk tahsîline burada başladı. İlmini ilerletmek için İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya Medresesinde tahsîline devâm etti. Çok zekî olup bir defâ okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi.  Mahmûd Hüdâyî genç yaşta; tefsîr, hadîs, fıkıh ve zamânın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan Efendiye yardım ederken, diğer yandan da Halvetî yolunun şeyhlerinden Muslihuddîn Efendinin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı.Hocası Nâzırzâde’nin, Edirne’de bulunan Sultan Selim Medresesine tâyini çıktı. Mahmûd Hüdâyî, yirmi sekiz yaşında iken hocası ile Edirne’ye gitti. Ramazan Efendi, kısa bir süre Edirne’de müderrislik yaptıktan sonra, Şam ve Mısır’a kâdı tâyin edildi. Talebesi Mahmûd Hüdâyî’yi oraya da götürdü. Mahmûd Hüdâyî Mısır’da Halvetî şeyhlerinden Kerîmüddîn’den ders alarak, tasavvuf yolunda yetişmeye çalıştı.

Mahmûd Hüdâyî Hazretleri otuz üç yaşında iken, hocası Nâzırzâde ile Bursa’ya geldi. Üç sene Ferhâdiye Medresesinde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefâtı ile Bursa kâdılığına getirildi. Bursa kâdısı olarak vazîfeye başlıyan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, kâdılığı esnâsında bir gece rüyâsında Cehennem’i ve Cehennem’in ateşinde tanıdığı bâzı kimselerin yandığını gördü. Bu korkunç rüyânın verdiği dehşet ve üzüntü içindeki günlerde, bir hanım bir dâvâ getirdi. Bu dâvadan sonra Bursa kâdılığını bıraktı ki, hâdise şöyle idi: Bu hanımın fakir kocası “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım.” demişti ve o günlerde Bursa’da, halkın mânevî terbiyesi işi ile meşgûl olan evliyâullahtan Muhammed Üftade’nin himmeti ile 2 günde hacca gidip geldiğini iddia etmekteydi. Kâdı hayret ederek, mahkemeyi hacıların dönüşüne bıraktı. Aradan günler geçti. Bursalı hacılar geldi. Mahkeme gününde şâhid olarak, fakirin hac vazîfesini yaptığını, hattâ verdiği emânetleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhitlerin verdiği bu ifâde ile dâvâcı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetti. Böylece boşanma olmadı.

Mahmûd Hüdâyî Hazretleri,Üftade’ye talebe olmak istiyordu bu arzusuyla yanına gidince şu cevabı aldı: “Yazıklar olsun ey Kâdı Efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu hâlde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmûr bir dünyân var. Bizim gibi kulların Allahü teâlâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?” buyurdu.

Bu sözler ve yaptığı hatâ Azîz Mahmûd Hüdâyî'(ks)ye çok tesir etti. Gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü hâlde; “Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım.” dedi. Bu samîmî ifâde üzerine Üftâde tâne tâne buyurdu ki: “Ey Bursa kâdısı! Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!

Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmûd Hüdâyî Hazretleri derhal kâdılığı bırakıp ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde, ciğerleri, Bursa sokaklarında, “Ciğerci! Ciğerciiii!” diye diye bağırarak satıyordu.

Hüdâyî her sabah erkenden kalkarak hocasının abdest suyunu ısıtıp hazır ederdi. O sabah ise uykuya dalmış ve ancak son vakitte uyanabilmişti. Derhâl ibriği aldı. Fakat ısıtmaya vakit yoktu. Çünkü hocasının ayak seslerini işitiyordu. İbriği göğsüne bastırmış bir halde kalakaldı. Üftâde eğilerek; “Haydi evlâdım suyu dök.” dedi. Hüdâyî ise ibriği göğsüne bastırmış hâlde duruyor ve buz gibi olan suyu hocasının eline dökmeye kıyamıyordu. Üftâde tekrar; “Haydi evlâdım! Ne duruyorsun? Geç kalacağız.” deyince, çekine çekine ve korkarak suyu dökmeye başladı. Ancak hocasının sözü onu bir kat daha şaşırttı. “Evlâdım Mahmûd bu su ne kadar ısınmış böyle. Bunu normal ateş ile ısıtmayıp, gönül ateşi ile ısıtmışsın. Bu hâl artık senin hizmetinin tamam olduğunu gösteriyor.” Böylece Muhammed Üftâde, Hüdâyî’ye icâzet, diploma verdi ve onu çocukluğunu geçirdiği Sivrihisar’a, İslâmiyeti yaymak, emir ve yasaklarını bildirmek üzere gönderdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, âilesiyle birlikte Sivrihisar’a giderek hizmete başladı. Ancak burada sâdece altı ay kadar kalabildi. Hocasının ayrılığına dayanamayarak tekrar Bursa’ya geldi. Bursa’ya geldiği günlerde, doksan yaşından ziyâde olan hocasının hizmetini görmeye başladı. Bu hizmetlerinden çok memnun olan Muhammed Üftâde;“Oğlum! Pâdişâhlar ardınca yürüsün.” diye duâ etti. O sene Üftâde vefât etti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî mânevî bir işâretle Trakya’ya gitti. Bir müddet sonra da Şeyhülislâm Hoca Sadettin Efendi vâsıtasıyla İstanbul’a geldi. Küçük Ayasofya Câmii tekkesinde hocalık yapmaya başladı. Bu arada Fâtih Câmiinde, talebelere, tefsîr, hadîs ve fıkıh dersleri verdi. Burada kaldığı müddet içinde, ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edindi. Bu arada, Üsküdar’da kendi dergâhının bulunduğu yeri satın aldı. Buraya dergâhını inşâ eyledi. Dergâhında yüzlerce talebenin yetişmesi için çok uğraştı. Kısa zamanda nâmı her tarafta duyuldu. Akın akın talebeler dergâhına koştular. Hasta kalblerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Onun feyz ve bereketleri ile mârifetullaha kavuştular. Dergâh, en fakirinden en zenginine ve en üst kademedeki devlet ricâline kadar her tabakadan insanlar ile dolup taşıyordu. Devrin pâdişâhları da ona hürmette kusur etmiyorlardı. III. Murad Han, III. Mehmed Han, I. Ahmed Han, II. Osman Han ve IV. Murad Han’a nasîhatlarda bulundu. Dördüncü Murâd Han’a, saltanat kılıcını kuşattı. 1595 yılında İranlılarla yapılan Tebrîz seferine Ferhat Paşa ile berâber katıldı. Zaman zaman pâdişâhların dâvetlisi olarak saraya gidip, onlarla sohbetlerde bulundu.Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin, çeşitli câmilerde vâz vermesi için sevenleri devamlı taleplerde bulundular. O, Üsküdar İskelesindeki Mihrimah Sultan Câmii ile Sultanahmed Câmiinde belli günlerde vâz vererek, insanlara feyz ve mârifet sundu. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin talebesi olmakla şereflenmek için, herkes birbiriyle yarışıyordu. Bunların başında; Sadrâzam Halîl Paşa, Dilâver Paşa, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendi,Şeyhülislâm Hocazâde Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Efendi, İbrâhim Efendi, Nevizâde Atâyî Efendi geliyordu. O zamanda Hüdâyî Dergâhı, İstanbul’un en mühim bir kültür merkezi hâline geldi. Pek çok âlim yetişti.

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, 1628 senesinde vefat etti. Vefâtından önce talebeleriyle ve tanıdıklarıyla helâlleşti, vasiyetini yaptı. Son nefeste de Kelime-i şehâdet getirerek rûhunu teslim etti. Türbesi Üsküdar’daki dergâhındadır. Âşıkları, onu ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.

Sarıyer’de Telli Baba, Beşiktaş’ta Yahya Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmut Hudayi, Beykoz’da ise Yuşa Peygamber’in boğazın dört bekçileri olduklarına Sünni Müslümanlarca inanılır. Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar, Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar, yolcularını Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin (Kuddise Sirruh) Dergâhı’na, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi Dergâhı’na, Beykoz’dan geçerken de Yuşa Peygamber tarafına doğru yönelterek Fatihaokumaya davet ederlerdi.

Eserleri;

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, insanların Ehl-i sünnet îtikâdında bulunmaları ve ibâdetlerini doğru yapmaları için pek çok eser yazmıştır. Bu eserlerden bâzıları şunlardır

1) Nefâis-ül-Mecâlis,

2) Tecelliyât,

3) Dîvân-ı İlâhiyât,

4) Habbet-ül-Muhabbe,

5) Necât-ül-Garîk,

6) Tarîkatnâme,

7) Tezâkir-i Hüdâyî,

8) Ahvâl-ün- Nebiyy-il-Muhtâr Aleyhi Salevâtullah-il-Melik-i-Cebbâr,

9) Câmi-ul-Fadâil ve Kâmi-ur-Rezâil,

10) Feth-ul-Bâb ve Ref-ul-Hicâb,

11) El-Feth-ül-İlâhî,

12) Hâşiyet-ül-Kühistânî fî Şerh-il-Fıkh-ı Keydanî,

13) Hayât-ül-Ervâh ve Necât-ül-Eşbâh,

14) Tarîkat-ı Muhammediyye,

15) Vâkıât,

16) Şerhun alel- Kasîdet-il Vitriyye fî Medhi Hayr-il-Beriyye,

17) Mensûr Mevlîd-i Nebî…

Azîz Mahmûd Hüdâyî oğullarından birisinin sünneti için yaptırdığı merâsim dolayısıyla “dünyâya meyletti” denilmesi üzerine şu şiiri söyledi:

Alan sensin veren sensin kılan sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var

Hakîkat üzre anlayıp bilen sen

Ne verdinse odur dahî nemiz var

Tutan el u ayak senden gelüpdür

Gören göz u kulak senden gelüpdür

Efendi dil dudak senden gelüpdür

Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hudâyâ biz bu zâtı kanda bulduk

Neye ef’âl sıfâtı kanda bulduk

Fenâyı yâ sebâtı kanda bulduk

Ne verdinse odur dahî nemiz var

Bizim ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm

Cenâb-ı Pâkine hep cümle mâlûm

Buyurdun oldu illa kaldı mâdûm

Ne verdinse odur dahî nemiz var

Hüdâyî’yi sen eriştir murâda

Senindir çünkü hükm arz u semâda

Efendi dahli yok ğayrın arada

Ne verdinse odur dahî nemiz var

Allah (cc) bizleri şefaatlerine nail etsin. Amin.

Derleyen: Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar:   

  1. Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.372
  2. Diyânet İslâm Ansiklopedisi; c.4, s.338
  3. Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.479