Kategori arşivi: Biyografi

Sokullu Mehmet Paşa Kimdir? Kısaca Hayatı

Bosna’nın Vişegard Kazasına bağlı Rudo Nahiyesinin Sokkuloviçi köyünde doğmuştur.

Sokollu Bey neslinden yani Şahin Oğullarından gelmektedir. 1512 bazı tarihçilere göre 1506 yılında dünyaya gelen Sokollu’nu ilk adı Bayo Sokoloviç’di. Bu nedenle Balkan halkları arasında Mehmed Paşa Sokoloviç olarak anılır.

1519 yılında Yeşilce bey tarafından devşirilerek Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul`a gönderildi. Topkapı Sarayı`nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulundu. 1541`de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546`da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Görevde iken Trablusgarp Seferi`ne katıldı, İstanbul Tersanesini genişletti ve yeniledi. 1549`da vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Avusturya ile 1547`de imzalanan barış antlaşmasının bozulması üzerine Sokollu Mehmet Paşa 1551`de Erdel üzerinde yapılacak seferin komutanlığına getirildi. 80.000 kişilik orduyla Erdel`e giren Sokollu Mehmet Paşa önemli kaleleri aldı.

Kanuni Sultan Süleyman 1553`te Sokollu Mehmet Paşa`yı Rumeli askerlerinin başında Anadolu`ya gönderdi. Aynı yıl başlayan Nahçıvan Seferinde Sokollu komutasındaki Rumeli askerleri büyük başarı gösterdiler. Sefer dönüşünde Sokollu üçüncü kez vezirliğe yükselerek kubbealtı vezirleri arasına katıldı.

Semiz Ali Paşa`nın sadrazamlığa yükselmesiyle ikinci vezir olan Sokollu, onun 1565`de ölmesiyle sadrazamlığa getirildi. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu`ya geniş yetkiler vermişti. 1561`de üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman`ın torunu ve Sultan II. Selim`in kızı İsmihan Sultan ile evlendi.

Kanuni Sultan Süleyman’ın son vezir-i azamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir.

İki metreyi aşan boyu ile aynı zamanda en uzun boylu Osmanlı sadrazamı idi. Bu sebeple “uzun boylu” manasındaki “Tavil” lakabı ile anılması bir o kadar yaygındır.

Sadrazamlık Dönemi

Toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığını yapmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman`ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman`ın ölümünü 40 gün kadar gizleyerek tam bir basiret örneği göstermiştir.

II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokollu 1568`de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya`da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz`in Hint Okyanusu`ndaki artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi`ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus`u Osmanlı himayesi altına sokarak, Kuzey Afrika`yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570`de Kıbrıs`ın alınması kararını aldı. Sokollu Venediğe karşı böyle bir savaşın Avrupa`yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan`a uyarak 1571`de Kıbrıs`a çıktı.

Haçlı Donanması`nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı`da yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine “Biz sizden Kıbrıs`ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisindende gür çıkar.” dedi. Gerçekten de Sokollu`nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus`u İspanyollardan aldı.

Sokollu 1574`te ölen II. Selim`in yerine geçen III. Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Sokollu Fas`ı Portekiz akınlarından kurtardı.
Sokollu Mehmet Paşa sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasal başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır. 60 yıllık devlet hizmeti sırasında da hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir.

Sokollu bir tanesi İstanbul`da, diğerleri Lüleburgaz(Kırklareli), Havsa (Edirne) ve Payas (Hatay)`ta bulunan beş külliyesi, imparatorluğun hemen her yanına yayılmış eserleri vardır.

Sokollu Mehmet Paşa’nın Lüleburgaz’a bu külliyeyi yaptırması ile ilgili hoş bir anekdot aktarılır. Devşirme olarak önce Edirne sarayına, oradan da Topkapı sarayına getirilen Mehmet Paşa’nın bu yorucu yolculukta yolu Lüleburgaz’a düşer. Çok yorgun ve bitap düştüğü bir anda Lüleburgaz’da bir kadının yiyecek vererek onu doyurduğunu unutmayan paşa, seneler sonra Osmanlı’nın en güçlü devlet adamlarından biri olduğunda kursağından geçen o lokmaların vefasını Lüleburgaz’a bu külliyeyi inşa ettirerek gösterecektir.

Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı`nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz`e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-Volga kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.

Osmanlı döneminde aldığı kritik kararlar, kazandığı zaferler ve yaptığı projelerle siyasi tarihimize damga vuran sadrazamlardan biri hiç şüphesiz Sokollu Mehmet Paşa’dır.

Her gece âdeti olduğu üzere abdestini yeniler, teheccüd namazını kıldıktan sonra hazinedar Hadım Hasan Ağaya bir miktar kitap okuturdu. O gece Hasan Ağa’ya, “Sultan Murad’ın Kosova’da şehid edilişini anlatan yeri oku” buyurdular.

Hasan Ağa takip ettikleri Osmanlı tarihi eserinden Murad Han’ın zaferini ve sonunda şükür için meydan yerini gezerken bir Sırplının din yolunda savaşanlar sultanını habersizce hançerleyerek şehid ettiğini tasvir eden satırları okurken, Sokollu’nun gözleri yaş içinde kalmıştı. Ellerini kaldırdı. “Yarabbi bana da böyle bir devlet nasip eyle” diyerek dua etti. 12 Ekim 1579 yılında derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü. Ayasofya’da akşam ezanı okunurken yaşlı sadrazam ruhunu teslim etti. Eyüp`te defnedildi.
Ulema, şehid-i hükmi iken şehid-i hakiki hükmünü verdiler, gasl ettirmediler.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Murat Kutlu
  • Biyografi
  • Bilgi dünyası
  • Türkçe bilgi
  • Sorularla Osmanlı
  • Trakya gezi

O Hem Muzafferdi, Hem de Arslandı!

Vefatının yıldönümü (vefat 2 Ağustos 2007) münasebetiyle Muzaffer Arslan Ağabeyimizi rahmetle anıyoruz.

Muzaffer Arslan kimdir?

Muzaffer Arslan ağabeyimiz 1928 senesinde Erzurum’un İspir İlçesinin Gaziler Köyünde dünyaya geldi. 1950 de İzmir’e taşındı, aynı sene Risale-i Nurları İzmir’de tanıdı. Alsancak DDY’de üç sene çalıştıktan sonra, 1954’de istifa edip ayrıldı. Manisa’da askerlik yapmakta olan Abdullah Yeğin ağabeyin teklifiyle 1954 başlarında Manisa’ya yerleşti.

Artık, bu andan itibaren kendi dünyasını, insanların âhiretleri için feda etmeye karar vermişti. Tıpkı Üstad’ı Bediüzzaman gibi. Bundan sonra bütün mesaisi Kur’an ve iman hizmetlerine aitti.

Muzaffer Arslan seyyar olarak Risale-i Nur dağıtma işine başlayarak, bütün Türkiye’yi il il; kasaba kasaba; köy köy dolaşmaya başladı. Her yerde Risale-i Nurları neşrediyor, mahiyetini insanlara anlatarak dağıtıyordu. Bütün bunları Hz. Üstadla veya Üstadın yanındaki talebelerle sık sık görüşerek, istişareyle yapıyordu.

Dile kolay, iki elinde, iki ağır tahta bavul ile bütün Anadolu… Hem de senelerce, bir ömür boyunca… Yaşlanınca herkesin midesi aşağı sarkarken, onunki göğüs kafesine çekilmiş. Cerrahpaşa’daki Doktorlar hayret etmişler; “herhalde o ağır valizlerden olacak” diyor kendisi… Muzaffer ağabey gittiği birçok beldede; ya soruşturma geçirdi, ya karakollarda sabahladı veya hapishanelerde yattı. Ama o her seferinde, kaldığı yerden devam etti. Allah için geriye dönüş gemilerini yakmıştı… Bereketler saçarak hep ilerledi… Mübarek Anadolu insanının kalplerine nur tohumlarını ekti.

O, bugün onlarca yayınevinin ve bir o kadar da kargonun yaptığı Risale-i Nur dağıtım hizmetini tek başına yaptı… Hem de ateş çemberi içinde… Tek başına… Takipler, baskınlar, hapisler onu yıldıramadı…

Olağanüstü bir istidada sahip olduğu halde; mal-mülk, para, evlad, evlilik konularını hiç gündemine sokmadı. O zamanlar hizmet yolunda yürümek çok sıkıntılı ve zahmetli idi. Bazen yol parası bile bulamadı, yamalı gezdi, dükkânlarda yattı, hatta aç bile kaldı. Fakat O, şunu iyi anlamıştı: “…hizmet-i Kur’aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta ihlâs ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.” (Lem’alar 43) O şimdi bizim nazarımızda, hem “Muzaffer”dir, hem de “Arslan”dır. Yani ismiyle müsemmadır.

Elbette, O müşfik Üstad, böyle bir talebesinden razıydı. Rıza-i İlâhi için yaptığı fedakârca hizmetlerini her seferinde tebessümle tebrik ediyor, dualarla teşvik ediyordu.

Muzaffer Arslan’ın aşağıda okuyacağınız hatıraları bir cihette kendi hayatı; bir cihette de nur hizmetlerinin Anadolu’daki büyüme, yayılma serüvenidir. Anlattıkları sadece bir kesittir, birkaç örnektir. Şayet bir gün Nurculuğun Anadolu’da yayılma serüveni yazılacaksa, bence temel kaynaklardan birisi Muzaffer Arslan olmalıdır. Hatıralar okununca görülecek ki şaşırtıcı bir hafızası var. İfade kabiliyeti çok mükemmel, ağır ağır fevkalade fasih konuşuyor Muzaffer Ağabey.

“Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı

1968 senesinde İzmir Patlıcancı yokuşunun sonunda bulunan, Mustafa Birlik ağabeyin evinde yapılan mutad Salı derslerinden birine gitmiştim. Muzaffer Ağabeyi ilk defa orada görmüş, dinlemiş ve çok etkilenmiştim. O gün İhlâs Risalesini açıklayarak okuduktan sonra, az sayıda bulunan cemaate şöyle bir soru sormuştu: “Neden Kur’andaki sûre’nin birinin adı İhlâs?” Beklemeden kendisi cevap verdi: “Çünkü bu sûre’de Allah (CC) sadece kendi sıfatlarını anlatıyor.” Muzaffer Ağabeyle görüşmemiz kırk senedir devam ediyor. Zannedilmesin ki bu hatıraları kolayca aldım kendisinden. Defalarca teşebbüsümden sonra, ancak 21 Nisan 2006’da İzmir Şirinyer’deki mütevazi evinde, nasip oldu. Bir de evimdeki bir derse iştirak etti, orada da ilave hatıralar aldık. Fakat hep perde arkasında kalmayı sevdiğinden ve fevkalade mütevazi kişiliğinden dolayı, bu iş epeyce gecikmiş oldu. “Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı.

Bu kudsî hizmetin 1950 senesinden sonraki seyrini kısmen hülasa eden veya perdeyi aralayan bu hatıraların merakla okunacağını tahmin ediyorum. Anlattıklarından çıkarılacak çok dersler var.

Velhasıl: Muzaffer Ağabey, Anadolu’nun sinesine nur tohumlarını serpen çok kıymetli ağabeylerimizden biridir. Allah kendisine sağlıklı, uzun ömürler versin… Âmin.

(Bu hatıraların son kısmını; 18 Nisan 2007 tarihinde, Muzaffer Arslan Ağabeyin, evimde iştirak ettiği bir ders arasında almıştım. O gün kayıt işleri tamamlandı. İşte bu tarihten 3,5 ay, yani tam 105 gün sonra, bu yıldız adam ebedi âleme kaydı gitti… Yıldızlara veya Hâfız Ali, Hâfız Mehmed Gül… gibi yıldızların yanına uçtu gitti… kim bilir belki tahta bavullarını oralarda da taşıyordur… Şahsen benim hiçbir şüphem yok.

Senelerce hâtıralarını vermemişti. Yalnız bana değil, bu kadar geniş ve teferruatlı bir şekilde hiç kimseye verdiğini duymadım. 105 gün kala izin vermişti. Bu çok manidar değil miydi? “Artık burada işim bitti… Yakında gidiyorum… nasıl olsa görmeyeceğim, artık neşredebilirsiniz”mi… demek istemişti acaba?.. Bence öyle demek istedi.)

Nazım Ocak’ın Diliyle Muzaffer ARSLAN Ağabey

Av. Gültekin Sarıgül’ün sitayişle bahsettiği 1960’lı yılların kahraman talebelerinden Nazım Ocak, katıldığı ilk derslerden birinde, Muzaffer Arslan’ın ağzından Beşinci Şua dersini dinler. Bu dersi Nazım Ocak bakınız nasıl anlatıyor: “Hayatımı ilgilendiren o satırlar Muzaffer Aslan Ağabeyin ağzından döküldükçe kalbimin, aklımın ve ruhumun en ücra köşeleri etkileniyordu. O gece çok şey değişmişti. Ben de bayağı değişmiştim. Hayata yeni atılmıştım; dünyaya niçin ve neden geldiğimin sırrı tebarüz etmişti.

O geceyi de bu ulvi sohbette geçiren Nazım Ocak eve döner. İsmini dahi üç gün sonra öğrendiği bu ağabeye bir yemek vermek için hazırlanır. Üçüncü gece yine aynı evde İktisat Risalesi okunur. Ve mevcut eserlerden alır. Ders sonrası bu ağabeyle tanışmak için yanma ulaşır, elini öpmek ister. Elini öptürmeyen Muzaffer Arslan abi ile kucaklaşır.

Nazım Ocak bakınız Muzaffer Arslan’ı nasıl tarif ediyor:

“Bize 15 gece ders okuyan, yılmayan, korkmayan bir cesaret abidesi nur naşiri, nur talebesi bir kahraman.

Risale-i Nurları ilden ile, dilden dile taşıyan az bir nafakaya razı olarak diyar diyar koşup bu ulvi hakikatları bu nurlu kitapları yılmadan, sebatla, feragatla dağıtan Erzurum’un İspir kazasında doğmuş, Bediüzzaman Said Nursi’ye teslim olmuş ve sahabe misal bir aşkla dolaşan bu zat Muzaffer Arslan idi.”

“Bundan sonra Muzaffer Arslan öz ağabeyim olmuştu” diyen Nazım Ocak her yıl Sivas’a gelen 15 gün misafir olan Muzaffer Arslan’dan çok istifade eder. Artık nurları okumaya başlayan Nazım Ocak DDY işine de devam eder.

Muzaffer Arslan ağabeyin gelmesi ile hareketlenen Nazım Ocak ve birkaç arkadaşı 15 lira aylıkla bir ev kiralarlar. Evlerden topladıkları eskimiş sergileri bir hasır alıp eve sererler. Bir odun sobası temin edip Sivas’ın o şiddetli soğuğunu bu derslerin harareti ile tadil etmeye çalışırlar.

Kaynak: Ömer Özcan (Ağabeyler Anlatıyor); Rahmi Erdem (Bediüzzaman ve TalebelerininHukuk Mücadelesi)

Dünyaca Ünlü Düşünür Garaudy Nasıl Müslüman Oldu?

Bilim adamı, yazar, düşünür…
1913 tarihinde Marsilya’da doğdu. İlk orta ve yüksek tahsilden sonra felsefe agrejesi (öğretim görevlisi) oldu. Marksist fikirlerin etkisinde kalarak ateşli savunuculuğunu yaptı. Gizli örgüt kurmak suçundan 1940’ta tutuklanarak gönderildiği kampta ayaklanmaya elebaşılık yaptığı için kurşuna dizilmek istendi.

Ancak komutanın “Ateş!” emrine uymayan Cezayirli askerler sayesinde hayatı kurtuldu. Askerlere; “Niçin ateş etmediniz?” sorusuna bir çavuş; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” cevâbını vermesi Garaudy’in İslâm kültürüne yönelmesine sebeb oldu. Fakat komünist fikirleri savunmaya devam etti. 1945’te Fransız Komünist Parti Merkez Komite üyeliğine getirildi. Her iki Kurucu Mecliste de (1945-1951) Tarn Milletvekili olarak vazife yaptı.

1953’te Maddeci Bilgi Teorisi (Théorie Matérialiste de la Connaissance) adlı doktora tezini verdi. Fransız Komünist Partisi siyâsî büro üyesi seçildi. Seine bölgesini Mecliste (1956-1958), sonra Senatoda (1959-1962) temsil etti. Clermont-Ferrand ve Poitiers Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusuydu.

Üniversiteden siyâset kürsülerine kadar Fransızlara ve batı dünyâsına Marksizm’i anlattı. İnsanların kurtuluşunun yalnız bu sistemle olacağını savundu. Fransız komünistlerinin en büyük rûh mîmârı sayıldı. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer varsa oraya koştu. Katoliklik ve Hıristiyanlığa karşı kalemiyle ve hitâbetiyle büyük mücâdele verdi.

Daha sonra Marksçı inceleme ve araştırma müdürü olarak vazife aldı. Bu vazifesi sırasında Hıristiyanlarla diyaloğu başlattı ve bu konuda çeşitli kitaplar yazdı. Aforozdan Diyaloğa (1965), Yirminci Yüzyıl Marksçılığı (1966) adlı eserleri bunlardandır. Roger Garaudy, 1968 Çekoslovakya olaylarından sonra Fransız Komünist Partisi idârecilerini Varşova Paktı birliklerinin Çekoslovakya’ya müdâhalesini onaylamamalarına rağmen gerçekte SSCB’yi desteklemekle ve Stalinci metodlara başvurmakla suçladı. Şubat 1970’te FKP siyâsî bürosundan ve Mayıs 1970’te de parti üyeliğinden atıldı. O târihten başlayarak düşüncelerini Marksçılıkla Hıristiyanlığın orta noktasında birleştirmeye çalıştı.

Bu dönemde; Ertelenen Özgürlük (Liberdé en Sursis), Marksçılar ve Hıristiyanlar Karşı Karşıya (Marxistes et Chrétienes Kace á Kace), Sosyalizmin Büyük Dönemeci (Le Grand Tournant du Socialisme), İşte Gerçekler (Toute la Vérité), Erkek Sözü(Parole d’homme), Umut Projesi (Projet Espérance), Yaşayanlara Çağrı (Appel aux Vivants) ve Kadının Yükselişi İçin (Pour l’avénement de la Femme) adlı eserleri kaleme aldı. Hıristiyanlıkla sosyalizmin ortak noktalarını araştırıp yazmaya çalışması sebebiyle geniş kitlelerin ilgisini çekti. Tertiplenen çeşitli konferanslara, panellere ve ilmî toplantılara katılan Roger Garaudy’in ruhundaki fırtınalar dinmedi.

Seneler önce tutuklu bulunduğu sırada, kurşuna dizileceği esnâda Cezâyirli Müslüman askerin; “Bir Müslüman savaşçı için, silahsız birine ateş etmek şerefsizliktir!” diyerek komutanın “Ateş!” emrine uymaması Roger Garaudy’i İslâmiyetle ilgili araştırmaya sevk etti. Senelerce yaptığı araştırma, inceleme ve karşılaştırmadan sonra 8 Nisan 1983 günü Libya’nın Bingâzi Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda İslâmiyeti kabul ettiğini açıkladı. Hıristiyan ve komünist dünyâsında şok tesirine sebeb olan Roger Garaudy’in Müslüman oluşu haberi Batının sanat, edebiyat ve siyâset çevrelerinde bomba gibi patladı. Haber ajanslarının telekslerinde dünyâya ulaşan bu haberle Kremlin müthiş sarsıldı. Çünkü Garaudy uzun zaman Fransa’daki komünistlerin en büyük akıl hocası olarak tanınan bir bilim adamıydı.

Roger Garaudy İslâm dînini seçmekle şereflendiğini şu sözleriyle dünyâya îlân etti: “İslâm, çağları arkasından sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yâni, İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi, değiştirildi. Kur’ân-ı kerîm ise indirildiği günden beri her zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyâsî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslâm materyalizme de pozitivistlerin görüşüne de ekzistansiyalistlere de hâkimdir. Fakat bunlardan hiçbiri, İslâma hâkim değildir.

İslâmın büyük Peygamberi; «Yarın ölecekmiş gibi âhirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyâya çalışın!» derken, her şeyi anlatmıştır. İslâm hem maddeye, hem de mânâya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslâm: «İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz.» «İlim ve fen müminin kaybolmuş malıdır, ara ve bul.» diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslâm, dünyâyı sarsan bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyâyı sarsmıştır. İslâm dînine göre, insan hayâtının anlamı yüce Allah’a îmândır. İslâm toplumu, îmân esasları üzerine kuruludur. Komünizm ve kapitalizmin insanlara huzur vermediğini bizzat yaşayarak öğrendim. Bir arayış sonrası İslâmiyetle şereflendim ve şimdi çok mutluyum.

İslâmiyetin kendinden önceki vahiyleri ve peygamberleri kabul eden cihanşumûllüğünü gördüm. Müslüman olmaya karar verdim. Medîne’de hazret-i Muhammed’in meydana getirdiği toplum, ne kan üzerine kuruldu ne de tarım toplumlarında olduğu gibi toprağa dayalı veya Yunan sitelerindeki gibi pazara dayalı toplum kesimine kuruldu. Sâdece bir îmân sevgi toplumu meydana getirdi ve netice îtibâriyle herkese açık bir toplum meydana getirdi. Allahü teâlâyı her şeyden üstün kabul etmezsek, insanı bu şekilde, yâni kul olarak değerlendiremezsek bir yere varamayız. İşin esas püf noktası da burada. Hayâtın anlamı da, çok şükür benim de kavuştuğum îmânlı olmaktır. Bize bugün yeni dünyâ düzeni adı altında empoze edilmek istenen fikir, sömürgeciliğin meydana getirdiği şiddet, haksızlık ve adâletsizlikler düzeninin devamıdır.

Hani İnsan Hakları Beyannâmesi, hani eşitlik, hani adâlet? Batının ortaya koyduğu demokrasi, mal, mülk sâhipleri için vardır. Zenginler için vardır. Siyahlara karşı beyazların, kölelere karşı efendilerin demokrasisi vardır. İslâm insanı, mahlûkların efdâli ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrâfı, gösterişi ve lüksü yasaklayan; kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan; biriken sermâyeyi fakire ölçülü ve ahlâk hükümleri içinde aktaran; fâizi, tembelliğe zulme ve haksızlığa sebeb olduğu için yasaklayan ve gayrimeşrû serveti böylece imhâ eden bir sistemler manzûmesidir.

Roger Garaudy yıllar önce İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. O konferansta hasbelkader ben de bulundum. Garaudy’ye:
“‒Sizi önce hristiyan, ardından komünist olarak görüyoruz. Şimdi müslümansınız. Hindistan dolayına doğru da bir seyahat yapacak mısınız?” diye kinâyeli bir soru sordular. O da:
“‒Anlatayım.” Dedi;

KARTELLER MİLYONLARCA SÜTÜ DÖKÜYORLARDI
“Ben hristiyandım. ABD’deki büyük kartellerin fiyatları sabit tutmak için milyonlarca ton sütü döktüklerini, milyonlarca ton buğdayı yaktıklarını görünce, bu vicdansızlık beni komünizme itti. Baktım komünizm de kuru, hiçbir mânevî tarafı yok. Hristiyanlık ile komünizm arasında bir köprü kurmaya çalıştım, ama olmadı.

CEZAYİRLİ MÜSLÜMAN YARDIM ETTİ
O dönemlerde Fransızlar benim öldürülmemi istiyorlardı. Cezâyirli müslüman bir askerin yardımıyla bu tehlikeden kurtuldum. Bilâhare o müslüman askeri buldum.
«‒Fransız subayı benim vurulmamı istemişken, beni neden kurtardın?» diye sorduğumda;
«‒Ben müslümanım, Allâh’ın verdiği canı bilmeden kıymaya râzı olmam. Bunun uhrevî mesʼûliyetinden korkarım.» dedi.
Ben o zamana kadar İslâm’ı bir aşîret dîni zannediyordum. Bu hâdise benim İslâm’a yönelmeme vesîle oldu. İktisatçı olduğum için İslâm iktisâdî yapısını da inceledim. Fâiz nedir, komünizmde nasıldır, İslâm’da nasıldır, nereye kadar yasaktır, hudutları nelerdir? Bu gibi hususları inceledim.

Câbir şöyle der:
“Rasûlullah fâiz yiyene, yedirene, bu muâmeleyi yazan kâtibe ve şâhitlerine lânet etti ve:
«–Onlar müsâvîdir…» buyurdu.” (Müslim, Müsâkât, 105-106)

Hz BİLAL’İN NAKLETTİĞİ HADİS BENİ SELAMETE ÇIKARDI
(Bilâl-i Habeşîʼyi kastederek) Bilâlʼin bir hadisi beni selâmete çıkardı. Bilâl, Allah Rasûlüʼne güzel bir hurma götürür. Efendimiz;
«‒Bunu nereden buldun?» diye sorunca Bilâl de;
«‒Bizde âdî hurma vardı. Rasûlullah`ın yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.» der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber;
«‒Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.» buyurur. (Müslim, Müsâkât, 96)
Gördüm ki Allah Rasûlü, fâize açılan her kapının anahtar deliğini bile kapatmış. Bu durum beni İslâm’ı daha çok tedkik etmeye sevk etti.

İSLAM DÜNYASI EBU HANİFE’Yİ LAYIKIYLA TANIMIYOR
İslâm’da iktisat nedir, sorusunun cevaplarını ararken orada büyük bir dehâ ile de karşılaştım. O dehâ Ebû Hanîfe idi. Ne yazık ki bugün Ebû Hanîfe’nin dehâsını müslümanlara ben anlatıyorum. İslâm dünyası daha Ebû Hanîfe’yi lâyıkıyla tanımıyor.” dedi.

Velhâsıl, Rasûlullah Efendimizʼin İslâm iktisâdî hayatında da hiçbir tâvizi olmadı. Mü’minler olarak bizler de İslâmʼı bütün muhtevâsıyla yaşamaya mecburuz.

İslâm, halîfe ile kölenin aynı hakka sâhib olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hâdisedir: Hazret-i Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehre giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halîfe çeker, zaman zaman da köle… İşte adâlet ve hukukta İslâmın devrimidir bu. Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslâm bunlara karşı, insana prestijini iâde eden bir semâvî dindir. Garaudy’nin cenaze namazı kılındı

18 Haziran 2012
Fransız düşünür Roger Garaudy için Paris yakınlarındaki Champigny-sur-Marne mezarlığında bir cenaze töreni düzenlendi.

Cenaze töreniyle Garaudy için yine aynı mezarlıktaki bir salonda düzenlenen anma töreninde, ünlü düşünürün kitapları ve çalışmaları hakkında bir video gösterisi izlettirildi.

Allah rahmetiyle muhamele eylesin Rabbim hak eden insanlara Hidayet nasip etsin bizleride doğru yoldan islamdan ayırmasın. Âmin Amin..

 

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

“Resulu Ekrem Efendimizin Duasi “

 

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem’in hayatında duanın çok büyük bir yeri vardı. Zira “De ki, eğer dualarınız olmasaydı Rabbim size değer vermezdi.”(1) ve “Onlara de ki “Kullarım sana benden sordukları zaman Ben onlara çok yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin çağrısına icabet ederim.”(2) ayetleri onun kalbine vahyedilmişti. O bu ayetlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle hayatının her alanında, o alanın konumuna uygun ve o alana büyük bir mana yükleyen çok geniş kapsamlı dualar ederdi.

Evinden dışarıya çıkarken; Allah’ın adıyla (dışarıya çıkarım). Allaha tevekkül ettim (güvendim). Hiç bir kuvvet ve hareket Allah’ın izni olmadan gerçekleşemez. Allahım, (dışarıdaki hayatımda) dalâlete düşmekten (bir şeyin en mükemmel şekli varken onun bir düşüğünü yapmaktan) veya başkasının beni delâlete düşürmesinden sana sığınırım. Ayağımın (sırat-ı müstakimden) kaymasından veya bir başkasının benim ayağımı sırat-ı müstakimden kaydırmasından sana sığınırım. Bir kimseye zulmetmekten (haksızlık etmekten) veya bir başkasının bana haksızlık etmesinden sana sığınırım. Yapmam gereken bir işi unutmaktan, veya bir başkasının benim hakkımda yapması gereken bir işi unutmasından sana sığınırım.(3)

Yeni bir elbise giydiğinde o yeni giydiği elbisenin ismini zikrederek şöyle derdi; Allahım, hamd yalnızca sanadır. Bu elbiseyi sen bana giydirdin. Senden bu elbisenin hayrını ve yapılış maksadının hayrını isterim. Bu elbisenin şerrinden ve yapılış maksadının şerrinden sana sığınırım.(4)

Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem yemeği bitirdikten sonra, yatağa giderken, yataktan kalkarken, bir binite bindiği zaman, tuvalete girerken-çıkarken bir yere otururken-kalkarken, hatta zevcesi ile beraber olurken bile bu ve buna benzer bir çok dua etmiştir. Bu duaları inceleyen bir kimse Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemin, hayata ne kadar büyük manalar yüklediğini, ne kadar zengin bir iç dünyaya ve ne kadar derin bir anlayışa sahip olduğu açıkça görür.(5) Meselâ bir meclisten kalkarken devamlı yaptığı şu dua ne kadar mühim ve ne kadar anlamlıdır. “Allahım senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver. Sana itaattan bizi cennete götüren bir parça ver. Dünya musibetlerini bize hafifleten yakini bir iman ver. Allahım, bizi yaşattığın müddetçe kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır. Ölümümüze kadar onları devamlı kıl. Bize zulmedenlerden öcümüzü sen al. Bize düşamanlık edenlere karşı bize yardım et. Bizi dinimizde musibete uğratma. dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz; ilmimizin de ulaştığı son nokta yapma. Bize merhamet etmeyenleri üzerimize yönetici ve otorite tayin etme.(6)

Senin korkundan bize günah işlememize engel olan bir pay ver; Allahın emir ve yasaklarını çiğnemek insanı hem dünyada hem de ahirette felaketlere sürükleyen büyük bir suçtur. Günahlar insanı dünyada korkunç zarara uğrattığı gibi ahirette de insanın ebedi hayatını mahveder. Bu günahlardan dolayıdır ki insan, bir kıvılcımı dünyayı kül eden cehennemi hak eder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan cenneti veya cennetin daha güzel yerlerini kaybeder. Bu günahlardan dolayıdır ki, insan iç dünyasını ve ruhunu tahrip ettiği için dünyada işlemediği suç, haksızlık ve zulüm kalmaz, böyle önemli ve hassas bir mesele karşısında beşerin efendisinin bizlere öğretmek için Rabbine yakarışı: Allahım, kalbime senin korkundan öyle bir pay ver ki, nefsim günah işlemeye yöneldiğinde o korku benimle günahın arasına girsin ve günah işlemekten uzak durayım. Temiz tertemiz bir insan olayım. Bembeyaz bir defter ve parlak bir yüz ile sana döneyim..

Sana itaatten, bizi cennete götüren bir parça ver; Kalbime sana itaat duygusunu yerleştir. Beni cennete ulaştıracak kadar sana itaat etmeyi bana nasip eyle.. O cennet ki, orada hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir insanın aklına hayaline gelmeyen güzellikler, nimetler, zevkler ve tadlar var.. Zira O sevgili bir başka duasında Rabbine şöyle yakarıyordu “Ey kalpleri evirip çeviren Allahım benim kalbimi sana itaata çevir..”

Dünya müsibetlerini bize hafiflettirecek yakini bir iman ver; Yakîn, kesin bilgi demektir. Kuran-ı Kerim ölüme “yakîn” ismini vermektedir. Çünkü insan öldüğü zaman melekleri ve perde arkasındaki dünyayı gözüyle gördüğü için ahiret, cennet, cehennem, yaratıcı ve alemin hakikatı hususunda kesin bilgiye ulaşır. İşte dünyada, bu yakini bilgi ve imandan pay alan bir kimseyi, cenneti ve cehennemi görüyormuş gibi inanan bir kimseyi nakillerde perde arkası hakkında verilen haberlere yakinen bağlanan bir kimseyi, dünyanın hangi bir musibet ve belası üzebilir ki?!

Ey güzel peygamberim! Bize ne yüce bir anlayış, ne geniş bir ufuk, ne büyük bir talep öğretiyorsun!.. Allahım, perde arkası hakkında bana öyle bir iman ver ki, başıma dünyanın hangi musibet ve belası gelirse gelsin, o belalar bana bu imanla hafif gelsin, beni üzmesin..

Bu duayla Efendimiz aleyhissalat-i vesselam, Rabbinden, dünyanın sıkıntılarına karşı bir nevi ruhî donanım istemektedir. Zira bu gücün zayıflığından dolayıdır ki bir çok insan kendisine isabet eden bir bela, bir musibet karşısında ezilmekte, yıkılmakta ve ruhsal bunalımlara düşmektedir. O nedenledir ki bu dua, dünyanın her türlü acılarını, belalarını ve sıkıntılarını, çeşidi ve şiddeti ne olursa olsun, büyük bir müjdeye, kolaylığa ve rahatlığa çeviren engin bir muhtevaya sahiptir.

Allahım bizi yaşattığın müddetçe, kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetimizden faydalandır; Bu da çok önemli ve büyük bir taleptir. Zira bir çok insan bazen gözünü kaybederek, bazen işitmesini yitirerek, bazen kendisine felç isabet ederek başkalarına muhtaç hale düşmektedir. Hele “yaşlandığımda eğer elden ayaktan düşersem ben ne yaparım?” sorusu hepimizin en büyük endişesidir. İşte günümüzde bir çok insanın kendisine sahip olamayacak duruma gelince en yakınlarının bile kendisini terkettiğini görünce bu cümlelerin ne büyük değer taşıdığını daha iyi anlıyoruz. Bize bu acıyı tattırma Allahım..

Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım et; Haksızlıklar ve zulümler günden güne artmaktadır. İnsanlar, başkalarının haklarına ve hukukuna saygı göstermemektedir. Böyle olunca da hayatta bir çok haksızlıklar ortaya çıkmaktadır.

İşte böyle durumlarda Allah’ın yardımını talep etmek bizim için büyük bir teselli, huzur ve sevinç kaynağıdır. Zira bir başka hadis-i şerîfte sevgili peygamberimiz “Mazlumun bedduasından kork. Zira mazlumun bedduasıyla Allah arasında hiç bir engel yoktur.”(7) buyurmaktadır.

Bizi dinimizde Musibete uğratma; Musibet ve belamızı dinde verme. Namaz kılmamak, oruç tutmamak, günah işlemek, inancı bozuk olmak, Allah’a ve Rasulü’ne itaat etmemek vb. gibi şeyleri dinde musibete uğramaya misal verebiliriz. Dünya işlerinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse, dünyanın en büyük acılarını çekse bile, ölüm ile bütün bu acılardan kurtulur ve ahirette mutlak mutluluğun kaynağına ulaşır. Oysa dinde musibet ve belaya uğrayan bir kimse bir yandan dünya hayatını mahvettiği gibi, öte yandan ahiret hayatını da zehir eder, işte bundan daha korkunç bir felaket olamaz!.. Dininde musibet ve belaya uğramayan ve dini hayatı düzgün olan bir kimse ise hem dünyasını hem de ebedi hayatını cennet eder. O nedenle bu dua son derece mühimdir.

Dünyayı en büyük düşüncemiz ve gayemiz yapma; En önem verdiğimiz, öncelikli meseleler arasına dünyayı yerleştirme. Günümüzde milyonlarca insanın en önem verdiği öncelikli meseleler arasında hep dünya gelmektedir. Dünyaya önem verip ahireti bir kenara atan bir kimse dünyayı doğru yorumlayamadığı için bir çok haksızlıklara sapar. Oysa ahireti unutmayan bir kimse ise dünyayı doğru yorumladığı için onu ebedî güzelliklere ulaşmaya bir vesîle yapar. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) dünya hayatını, bir yerden başka bir yere yolculuk yaparken bir ağacın gölgesi altında dinlenen, sonra kalkıp yoluna devam eden bir adamın ağacın gölgesi altındaki durumuna benzetmiştir. Akıllı bir insan ömür sermayesini ağacın gölgesinde harcayarak ebedi yolculuğunu perişan etmez.

Dünyayı ilmimizin ulaştığı son nokta yapma; Burada dünya ile kast olunan fizik âlemidir. Duyularla hissedilen madde alemi, şuhûd alemidir. Bir de fiziğin ötesinde, perdenin arkasında (metafizik) bir alem var.. Gayb alemi… İşte Efendimiz bu duayla şöyle demek istiyor. Ey Rabbimiz! Bizim ilmimizi bu fizik (şuhûd) alemiyle sınırlandırma.. Perdenin arkasındaki alemden de bize bilgiler ver.. İlmimiz maddeyi de aşıp madde ötesine taşsın..

Günümüzde bile pozitif bilimler dünya kadar bilimsellikle boğuşurken ondört asır önce çölün ortasında okuma yazma bilmeyen bir ümmi’nin fiziğin ötesine taşan bir ilmi Rabbinden talep etmesi ve “Allahım mevcudâtı hakikatine uygun olarak bize göster” diyerek yakarması derin bir anlayışı gösteren muazzam bir olaydır. İşte bu dualara icabet eden Rabbimiz Ona perdenin arkasından bir çok ilim vermiştir. Bu nedenle Efendimiz şöyle diyordu; “Hiç şüphesiz ki ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Sema çatırdadı. Çatırdamakta da haklı, zira semada dört parmak miktarı boş hiçbir yer yok ki bir melek alnını oraya koyup Allaha secde etmiş olmasın. Allah’a yemin ederim ki şayet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan lezzet almaz, dağlara çıkıp Allah’ın yardımını isterdiniz.(8)”

Bize merhamet etmeyenleri üzerimize otorite yapma; Bize merahmet etmeyen bir yöneticiyi üzerimize musallat etme. Bize acımayan, şefkat ve nezaket ile yaklaşmayan kimseleri bizim üzerimize güç, kuvvet ve iktidar sahibi yapma.

Her insanın üzerinde bir otorite vardır. Bu otorite anne, baba, koca ve öğretmenden tutun da siyasi iktidara hatta uluslararası güç odaklarına kadar uzanabilir.

Bir işçinin veya memurun kendisine acımayan zalim bir patronun veya amirin altında ne sıkıntılar çektiğini müşahade ettiğimiz dünyamızda – zira bu durumdaki bir kimse ne işi bırakabiliyor ne de devam edebiliyor- halkına merhamet etmeyip sadece kendi çıkarları için çalışan yöneticilerin altında ızdırap çeken halkları gördüğümüz günümüzde ey yüce Peygamber! Senin öğrettiğin bu duanın ne demek olduğunu çok iyi anlıyoruz. En güzel selamlar senin üzerine olsun.

Rabbim Efendimiz’in (S.A.V) Dua’ları ile sana iltica ediyoruz. Rabbim Efendimiz (S.A.V)  duası ile onun ummetim kardeşlerim duasına nail olmayı nasip eylesin RABBİM AZZE VE CELLE…

HATİCE BAŞKAN

Dipnotlar:

1) Furkan: 77.

2)Bakara: 186.

3) Ebu Davud, Edeb 103, Tirmizi Daavat 34.

4) Ebu Dâvud, Libas 1, Tirmizi, Libas 28.

5) Maalesef günümüzde bir çok insan manasız ve anlamsız bir hayat yaşamakta, böylece duygu anlam ve his yoksulu bir nesil türemektedir.

6) Tirmizi, Daavât 80.

7) Buhari, Megazi 60, Müslim, İman 29.

8 ) Tirmizi, Züht 9

Said Özdemir Ağabey Kimdir?

1927 Tillo doğumlu olan Said Özdemir Ağabey, tedavi gördüğü hastanede Hakkın Rahmetine kavuştu.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleriyle 1952 senesinde tanışmış ve o günden sonra hayatını Risale-i Nurhizmetine vakfeden ve Üstad hazretlerinin de görevlendirmesiyle Neşir hizmetlerine ağırlık veren Said Özdemir ağabey, son anına kadar iman ve Risale-i Nur hizmetleriyle alakadar olmuştu.

Üstad ile defalarca görüşen Said ağabeye Üstadımız hemen her seferinde neşriyatın ehemmiyetini telkin ediyor. Said Özdemir ağabey birçok defa da “Medrese-i Yûsufiyede” yatıyor. Bu mübarek ağabeyimiz “Risale-i Nur Nâşiri” olarak “İhlâs Nur Neşriyat”ı ve aynı adlı “İnternet Sitesi” vasıtasıyla bütün dünyaya hitap eden neşriyatına devam etti.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin varislerinden biri olan Said Özdemir Ağabey “Son Şahitler” kitabı için Necmeddin Şahiner’e, “Ağabeyler Anlatıyor” kitabı için Ömer Özcan’a, “Said Özdemir Ağabey” kitabı için Erol Öztürkci’ye hatıralarını aktarmıştı. İşte o hatıralardan bazı parçalar ve Said ÖzdemirAğabey’in hayatına kısa bir bakış…

Çocukluğu

1927 yılında Siirt’in Tillo ilçesinde dünyaya gelir. 5 yaşında iken annesi vefat eder. Bundan sonra dede ve ninesinin yanında büyümeye başlar. Yaşadığı bölge ve ailesinin Arap kökenli olmasından dolayı ana dili Arapça’dır. Türkçeyi ancak Ankara’ya gelince öğrenir. Babası Ankara Orman Müdürlüğü’nde çalıştığı için onlardan önce Ankara’ya gelir. Ankara’da yalnız bulunan babası çocukları ve ailesinin de yanında olmasını ister. Ve akrabaları Zeki Ökten’in Ankara’ya geleceğini haber alınca çocuklarını da getirmesini söyler. Böylece 1938 yılında, 11 yaşında iken Ankara’ya gelir.

Türkçeyi 6 Ayda Öğrenir

11 yaşlarında Ankara’ya gelen Özdemir, henüz Türkçe bilmez. 6 ay kursa gider ve Türkçe öğrenir. Ancak o zaman okula gidebilir. Birinci ve İkinci sınıf kitaplarından dersler çalışır ve sınava girer. Okula üçüncü sınıftan başlamaya hak kazanır.

İlk ve Orta Eğitimi

İlkokulu İsmet Paşa Mahallesi’ndeki İsmet Paşa İlkokulu’nda okur. Ve başarıyla bitirir. Ortaokulu da taş mektep denilen bu günkü Hacettepe Üniversitesi’nin binasında okur.

Liseyi Birincilikle Bitirir

Ortaokulu da başarılı bitiren Özdemir Ankara Gazi Lisesi’ne başlar. Liseli yıllarında İslami ilimlere ilgisi artar. Dini ilimleri de okumaya başlar. Bu arada liseyi birincilikle bitirir ve üniversiteyi okumaya hak kazanır.

Üniversiteye Başlar

Gazi Lisesi’ni birincilikle bitiren Özdemir, sınavsız olarak İstanbul Teknik Üniversitesi Yüksek Makine Mühendisliği Bölümü’ne girer. Üniversite kaydını yapmak için İstanbul’a giden Özdemir, Gümüşsuyu’nda üniversite kaydını yapar. Sultanahmet’teki Kadırga Yurdu’nda kalmaya başlar. Oradan üniversiteye gider gelir.

İslami ilimlere merakı gittikçe artan Özdemir kitaplar okuyarak, Sultanahmet Cami’sindeki meşhur vaizleri dinleyerek kendini yetiştirmeye çalışır.

Bu arada okul derslerini ihmal etmez. Uygulama derslerinde kalıp, torna uygulamaları yapar. Hatta kendisine bir çekiç üretir. Tatil zamanlarında Ankara’ya geldiği dönemde Sanat Mektebi’ndeki makinelerde stajını yapar.

Üniversiteyi Bırakır

2 yıl bu bölümde okuduktan sonra üniversite derslerinde başarılı olmasına rağmen üçüncü sınıfa başladığı dönemde bir bıkkınlık hali olur ve devam etmek istemez.

Ankara’ya dönen Özdemir, babasına üniversiteye dönmek istemediğini ve bırakmak istediğini söyler. Babası bu kararına saygı duyarak müdahale etmez.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na Memur Olur

Okulu bırakıp Ankara’ya dönen Özdemir, İslamiyet’i daha çok yaşayabileceği bir iş arar. Zaten kendisini dini anlamda yetiştirmiştir.

En sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı’na başvuru yapar ve o günkü Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’ye görüşür. Aralarındaki bu görüşmeyi şöyle anlatır:

“Ahmet Hamdi Akseki’yle 1950’de görüşmemizde beni bizzat imtihan etti. Bana ‘Kur’an radyolarda okunmaya başladı. Bunu herkes dinliyor. Pavyonlar ve daha da kötü yerlerde de açılacak. Bu caiz olur mu?’ diye sordu.

Ben de kendisine ‘Kur’an’ın oralarda okunması kutsiyetine zarar vermez, aksine oralarda dinleyen günahkâr kişiler: ‘Biz ne yapıyoruz? Ne haldeyiz? Kur’an okunuyor, ne olacak bizim sonumuz?’ deyip, kendilerini toparlayabilirler’ dedim. Akseki’nin sorduğu suallere verdiğim cevaplar hoşuna gitmiş olacak ki beni memur olarak işe aldı.

Risale-i Nur’la Tanışması

Bu dönemde Risaleler’le tanışır. Said Nursî’nin talebelerinden ve o zamanlar Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde okuyan Abdullah Yeğin’le tanışır ve ona Telvihat-ı Tis’a ve Gençlik Rehberi gibi Üstad Said Nursî’nin bazı eserlerinden verir. [1]

Vaiz Olarak Atanır

Diyanet’te memuriyete başlayan Said Özdemir bununla yetinmez. İslami derslerden fıkıh, tefsir, kelam derslerini okur ve hitabette kendisini geliştirir. Diyanet’in açtığı sınava girer. Yüksek bir puan alarak vaiz olarak atanır. Daha sonra gezici vaiz kadrosuna dâhil olur.

Evliliği ve Askere Gitmesi

Diyanete çalışmaya başlayacağı yılın öncesinde yani 1949’da evlenir. Evliliğinden sonra askere gider. Askerliği ile ilgili şu bilgileri verir:

“Askerliğimi yedek subay olarak yaptım. Bolayır’da 2 ay hazırlık kıtasında bulunduktan sonra 6 ay yedek subay okulunda subaylık yaptım. Daha sonra İzmir Tire’de 6 ay teğmen ve üsteğmenlik görevinde bulunarak askerlik vazifesini bitirdim.”

Hicaz’a Gitmek İster

Said Özdemir Türkiye’nin manevi olarak yeterli olmaması ve çocuklarının bozulmadan yetişmesi için Hicaz’a (Mekke-Medine) gitmeye karar verir. Bu kararını uygulamaya koyulur. Eşyalarının bir kısmını satar. Kitaplarını da Ankara’daki Zinciriye Cami’sinde satmaya götürür. Kitaplarını satamayınca dağıtmak ister. Fakat kitaplarının heder olmaması ve okuyacak olanların eline geçmesi için kitapların sonuna şöyle yazar: “Bu kitabı alan kişi 15 gün okusun. Sonra başka birisine versin. Eğer başka birisine vermezse her gün için 10 kuruşu bir fakire versin.”

Kendince kitaplarına çözüm arayan Özdemir, kendisini bu şekilde yazı yazmak zorunda hisseder.

Bir Meczup ve Hakikat Arayışı

Diyanet’te çalıştığı dönemlerde İskender Göçer diye biriyle tanışır. Bu zat yüksek yol mühendisidir. O zamanlar Asım Köksal Diyanet’te yazı işleri müdürüdür. Bir gün onun odasına girer ve İskender Göçer’le bir araya gelir.

Göçer, “harika şeyler gördüğünü, bütün peygamberlerin hayatlarını gözlerinin önüne getirildiğini, hangipeygamber nerede, nasıl mücadele ettiğinin kendisine gösterildiğini, sürekli manevi telkinat aldığını, Âl-i Beyt’in kendisiyle meşgul olduğunu, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kendisine harp talimi yaptırdığını, Hz. Âyişe ve Hz. Fâtıma’nın da kendisine cübbe ve takke taktığını ve ileride mehdi olacağını, Mekke’den çıkıp bütün dünyayı ıslah edeceğini”* söyler.

Said Özdemir onu dinler. Bakar ki anlattıkları İslam tarihine aykırı değil. “Madem bu mehdi olacak ben de vazife görürüm” der.

Göçer’den çok etkilenen Özdemir adeta şeyh mürit gibi olur. Bu münasebet 2 yıl kadar sürer. Onunla beraber gezer, dolaşır.

Göçer’in Özdemir’e, Konya’ya gideceğini, bir ay kadar orada kalacağını, bazı işlerinin olduğunu söylemesi üzerine oda izin alarak onunla beraber gider. Konya’da Selamet Palas adında bir otelde kalırlar ve Göçer anlatır, o da dinler. Her zaman anlattığı hadiseleri anlatan Göçer’den şüphelenir ve dualar ederek doğru yola yönlendirmesi için Allah’tan yardım ister. Çünkü mehdiyim diyen birisi var. Ve aklı karışıktır. Bunu bilse bilse Bediüzzaman Said Nursî bilir diye Üstada gitmek için İskender Göçer’i de ikna eder. Babası da Üstadı ziyarete bensiz gitmeyeceksin diye önceden tembihlemiştir.

Babasına haber veren Özdemir o da gelince üç kişi Konya’dan Isparta’ya doğru yola çıkarlar.

Isparta’ya yatsıdan sonra varırlar. Üstad’ın evini arayıp, bulurlar. Özdemir babası ve Göçer’e: “Geceleyin otelde kalıp sabah gidelim” dediyse de onlar ‘hemen gidelim’ derler. Fitnat Hanım’ın sahibi olduğuÜstadın evine giderler. Kapıyı çalan ve karşısında Mustafa Sungur Ağabey’i bulan İskender Bey, ‘Ben mehdiyim, peygamberlerin selamı var, Sadi Nursî ile görüşmek istiyorum’ der.

Sungur Ağabey ona: “Üstad şu anda istirahatte bu saatte rahatsız edemeyiz” der. Bunu kabul etmeyen Göçer ısrar edince Bayram Yüksel Ağabey gelir ve “İskender Bey bakın lambası sönük rahatsız edemeyiz” der.

Otele gitmeye ikna olurlar ve geceyi otelde geçirirler.

Üstad’ı Rüyasında Görür

Geceyi otelde geçiren Said Özdemir sabaha doğru bir rüya görür. Ve rüyasını şöyle anlatır:

“Rüyamda Üstadın huzurunda olduğumu gördüm. Üstad, bizim yanımıza geldi ve İskender’in başına eliyle bir çarpı işareti yaptı.”

Üstad Huzur’a Kabul Eder

Sabah namazından sonra Üstad, talebesi Ceylan Çalışkan’ı otele gönderir. Çünkü kalacakları oteli akşamÜstad’ın talebelerine söylemişlerdir. Ceylan Çalışkan, ‘Üstadım acele sizi istiyor. Yalnız üç kişi değil, iki kişi geleceksiniz’ der.

İskender Göçer, ‘Ben zaten gelmiyorum’ diyerek gitmek istemez. İki kişi, baba oğul Üstad’ın huzuruna çıkarlar ve onlara sarılarak ‘hoş geldiniz’ der.

Tillo’dan Bir Yardımcı İçin Allah’a Dua Ediyordum

Üstad’ın onlara çok samimi yaklaşması onları şaşırtır ve bu görüşmede aralarında şu konuşmalar geçer:Üstad Özdemir’e: ‘Nerelisin’ diye sorar. O da Tillo’luyum der. Üstad: ‘70 sene önce ben oradaydım. Oradan bir yardımcı vermesi için Şeyh Hamzaü’l Kebir ve oğlu İbrahim Mücahid ile İsmail Fakirullah ve Sultan Memduh’u şefaatçi yaparak Allah‘a dua ediyordum ve bir yardımcı bekliyordum. Allah sizi bana yolladı. Sizi Arabistan vs. yerler namına da kabul ettim’ der.

Üstad’ın Mutluluğu

Said Özdemir görüşmenin devamıyla ilgili şunları anlatır: “Üstad o gün çok şendi. Bizi muhabbetle karşıladı ve 1-2 saat bizimle ilgilendi. Bana İstanbul’da yaşadığı 31 Mart Hadisesi’ni, kendisini asmak istediklerini, onlara nasıl müdafaada bulunduğunu, Hutuvât-ı Sitte’yi bastırınca İngilizlerin nasıl kendisini öldürmeye çalıştığını, ayaklanmalara karşı hamalları ve askerleri nasıl teskin ettiğini, Ankara’ya nasıl çağrıldığını ve yeni mecliste neler yaşadığını tek tek anlattı.

Âlem-i İslam Kapısının Kilidi Türkiye’dir

Görüşmenin devamında Üstad’ın konuşması bitince Said Özdemir Üstad’a: “Ben Hicaz’a gitmek istiyorum” Der. Üstad: “Niye?” diye sorar. O da: “Efendim, memleketin halini görüyorsunuz. Gittikçe daha fenalaşacak. Orada olsam çocuklarım da kurtulur, ben de” der.

Üstad: Kardeşim, ‘Ben orada olsam buraya gelirdim. Âlem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit açılınca âlem-i İslam’ın kilidi açılacak. Buradan gitmek, harpten kaçmak gibidir. Harpten kaçmak kebairdendir. Buradan gitmek için izin yok’ der.

Önce Risale Hizmeti

Görüşme ile ilgili detaylar veren Said Özdemir şunları anlatır: “Mecmuatü’l-Ahzâb‘ı da beraberimde getirmiştim. “Bu ne?” dedi. “Biliyorsun ben hediye kabul etmem.”

Ben de, içinde Mecmuatü’l-Ahzâb olduğunu, içindeki Celcelutiye’de Süryanice isimler bulunduğunu, bunları kendisinden ders almak için kitabı getirdiğimi söyledim. Üstad, “Sonra onları yaparsın’ dedi.”*

Ve bu görüşmeden sonra Hicaz’a gitmekten vazgeçer. Üstad’ın huzurundan ayrılınca Üstad talebesi Mustafa Sungur’a “onlarla gelen adam meczuptu” der.

Risale-i Nur hizmetiyle geçen hayatında defalarca yargılanan ve hapishaneye giren Said Özdemir Ağabey son anına kadar iman ve Risale-i Nur hizmetiyle alakadar olmuştu. Allah rahmet eylesin.

Kaynak: RisaleHaber.com