Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Biraz Sabır

Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında, üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye götürmüş. Doktor, çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında, bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle, Babacığım, kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş…

Çocuğunuz sizin istediğiniz bir şeyi yapmadığında veya sizi çok sinirlendirecek bir şey yaptığında bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda, önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir ama kırılan kalpler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz..

İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfkeyle ve düşünmeden yapılan şeyler insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.

Şimdiki aklım olsaydı; çocuklarıma sadece bir şeyler yapmalarını istediğimde değil, onlara her zaman yumuşak davranırdım. Sadece ses tonu ve beden dili olarak değil, cümlelerin içeriğini de ona göre seçerdim. Onların bir şeyleri yapmalarını istediğimde o işin gerekçelerini de anlatırdım. Onlara neyi niye yapmaları konusunda ikna edici bilgiler verirdim.

Uzm. Dr. Kenan Taştan

BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM!!! NİYE BEN

Brenda yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karsılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı. Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu…

Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda’nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu. Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu.

Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca… Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. “Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı?” diye bağırdı.

Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti. Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlattı. Bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek, karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazdı:

“Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım…”

“BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM” demeyin…

 

Ben, Namazı Senin gibi Çulsuzlara Bıraktım…

ADAM, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, terminalin yarı aydınlık koridorlarını arşınlıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki mescide yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:

— Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur.

Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:

— Sen herhalde görevlisin, diye diklendi. Ne iş yaparsın burda?

Delikanlı, köşedeki süpürgeye işaret ederek:

— Temizlikçiyim efendim, diye kekeledi. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum.

Adam, onu alaycı gözlerle süzerken:

Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım, diye sırıttı. Bu iş size öyle yakışıyor ki…

Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat namaza karşı yapılan saygısızlık, canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih ederek işine döndü.

Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını da ilk defa farkediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini hâlsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında âniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü. Allah’tan ki kolundaki palto ondan önce yere serilmiş ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat, başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için başını yerden kaldırıp sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selâmlarken:

Allah kabul etsin bey amca, dedi. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu.

Cüneyd Suavi

Sultan Bahâeddin Veled’den bir hatıra:

Mevlânâ Hazretleri’nin oğlu Sultan Bahâeddin Veled, şu hâtırasını nakleder:

“Birgün bana büyük bir ruh bezginliği ve iç sıkıntısı gelmişti. Beni bezgin ve sıkıntılı gören babam:

“–Birinden mi incindin de böyle sıkıldın?” dedi. Ben de:

“–Bilmiyorum ki bu ne hâldir?” dedim. Babam kalkıp eve gitti, bir müddet sonra baktım ki kurt postunu çevirip başına geçirmiş, çocukları korkuttukları gibi “Bu! Bu! Bu!” diyerek yanıma geliyor. Babamın bu hoş hareketi sebebiyle beni bir gülme tuttu ki anlatamam. Hemen yere kapanarak ayaklarını öptüm. Babam:

“–Bahaddin! Eğer bir güzel ve latif sevgili sana sıkı sıkıya bağlansa, dâima seninle şaka, şenlik etse ve birdenbire yüzünün şeklini değiştirip gelse ve sana “Bu! Bu! Bu!” dese ondan hiç korkar mısın?” buyurdu. Ben de:

”–Hayır, korkmam” dedim. Bunun üzerine babam:

“–Seni sevindiren, seni sevinç ve neşe içinde tutan sevgili, seni üzen ve kendisinden sıkıntı duyduğun aynı sevgilidir. Hep O’dur, hep O’ndandır ve hep O’ndan feyizlenirsin. O hâlde niçin boş yere üzgün duruyor, sıkıntının elinde âciz kalıyorsun?” buyurdu.

Babamın bu hareketi ve sözleri üzerine derhal hâlim değişti, taze gül gibi açılıp ferahladım. Ömrüm boyunca da başka gam yüzü görmedim ve üzülmedim, dünyanın gamı kederi yanıma yaklaşmadı.”

(Ahmed Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1973, I, 265-266)

Yeşil Elbiseli Adam

Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel seni camiye götüreyim, dedim. Bugün Cuma biliyorsun.

-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi.

-Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.

-Ne bileyim olmuyor işte, dedi. Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.

Gayri ihtiyari gülmeye başladım.

-Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terkedilir mi?

-Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki, dedim. Hayatında hiç camiye gitmedin mi?

-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.

Yavaşca yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

-Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin?

 Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.

Cüneyd Suavi