Kategori arşivi: Hikayeler

Hikayeler

Burcum burç

Yıl 2048 olmuş.
Yıl 2048 olmuş ama bazı şeyler hiç değişmemiş insan hayatında.
“Oğlum otuz yaşına geliyorsun evlen artık.” “Bir torun sevemeden göçüp gideceğim bu dünyadan.” “Akranlarının çocukları ilkokulu bitirdi, sen daha uyu uyu!” şeklinde bitmeksizin devam eden anne baskısı sonucu altı ay önce yuvasını kurmuştur Yunus.
Anne baskısıyla başlamış da olsa bu evlilikten memnundur Yunus. Eşini çok sever, eşi de onu. Hem bu altı aylık zaman içinde birbirlerini iyiden iyiye tanımış, birbirlerinin keyifli ve katlanılması gereken yönlerinin birçoğunu öğrenmeye başlamışlardır.
Meselâ Burcu, Yunus maç izlerken bir şey anlatmaması gerektiğini çabucak keşfetmiştir.
– Hayatım hani benim çocukluk arkadaşım Şeyda var ya…(10 dakika izah)
– Evet
– … (10 dakika daha)
– Hı hı!
– … (5 dakika daha)
– Tabii ki!
– Sen ne dersin? Gitmeli miyim sence?
Bu sırada maçta devre arası olduğundan Yunus konuya dâhil olur.
– Nereye?
– Bir saattir anlatıyorum ya. Hani Şeyda’nın,
– Şeyda kim ya?
– Ooo hoooo!
O günden sonra Burcu maç saatlerinde kendine başka meşgaleler bulmuştu. Bunun yanında Yunus da Burcu’nun astroloji takıntısı konusunda bir şey söylememesi gerektiğini öğrenmişti.
– Aşkım senin doğum tarihin 21 Mart’tı değil mi?
– Evet.
– O zaman sen Koç burcusun. En önemli özelliklerin de,
– Ya bırak bu safsataları. İnanma öyle şeylere.
– Ne demek inanma? Bak şimdi gökyüzünde gördüğümüz yıldızlardan bazıları karakterlerimizi belirliyor…
Şeklinde başlayan konuşma kırk beş dakika kesintisiz devam edince Yunus da bu konuda direnç göstermemesi gerektiğini anlamıştı.
Ama Burcu vazgeçmemişti. 45 dakikalık seansta kocasını burçlar konusunda yeteri kadar aydınlatamadığını düşünmüş ve bir uzmandan yardım almaya karar vermişti.
Kocasını aydınlatma konusunda kararlı olan Burcu, daha önce kaynanasının yaptığına benzer bir baskı uygulayarak Yunus’u bir astroloğa gitmeye ikna etti.
Ve bir Cumartesi öğle vakti astroloğun kapısındaydılar.
– Buyurun hoş geldiniz.
– Hoş bulduk.
– Nasıl yardımcı olabilirim?
– Eşim burçlara, astrolojiye falan inanmıyor. Kendisine konu hakkında biraz bilgi vermenizi istiyorum.
– Tabii. Neden olmasın?
– Aslına bakarsanız burcunun ve yükseleninin tüm özelliklerini de taşır kendisi.
– Öyle mi?
– Yunus Bey, nedir burcunuz?
– Yunus Koç burcudur. 21 Mart. Yükseleni de Oğlak. Gece on iki buçukta doğmuş.
– Burcu Hanım bir hayli ilgilisiniz bu konuya sanırım.
– Evet, biraz merakım var.
– O halde özelliklerini biliyorsunuzdur. Koç burcu olduğu için sıcakkanlı ve cevval, cesur ve özgürlüğüne düşkün olmalı Yunus Bey. Yükseleni de kendisine güvenilir, kararlı ve disiplinli olma özelliklerini getiriyor. Sabırlı olma konusunda iki burç çatışıyor ama yükseleninin etkisiyle sanırım oldukça sabırlı biridir kendisi. Biraz bencil, kötümser ve cimri olması da beklenen özellikleri arasında. Yalnız insanlarla alay etme huyunu bırakması gerek.
Yunus araya girmeye çalıştı:
– Ama hanımefendi,
Fakat Burcu sözü eşinin ağzına tıkadı:
– Yanlış mı söyledikleri Yunus? Baksana resmen seni tarif etti. Ne kadar özelliğin varsa saydı hanımefendi. Profil çıkardı, profil. Bana, tarif et deseler bu kadar iyi tarif edemezdim seni.
– Orası muhakkak. Şimdi müsaade edersen hanımefendiye bir şey sormak istiyorum.
– Sor tabii ki. Sor da öğren!
Ve Yunus astrolog hanıma dönerek sordu:
– Hanım efendi bakın ben bu söylediklerinize inanmıyorum. Bunlar her insanın hayat serencamı içinde yaşayacağı durumlar. Bunların yerine tam terslerini de söyleseydiniz eminim uyan bir şeyler olacaktı.
– Yani karakter üzerinde tek belirleyicidir demek zor olabilir ama etkisi de büyüktür burçların.
– Peki, bana söyler misiniz, benim burcum, meselâ Balık olsaydı, yükselenim de Yay olsaydı eminim yine bana uyacak bir şeyler çıkardı.
– Yani bazı ortak özellikler olsa da bu durumda oldukça farklı bir karakter çıkardı ortaya.
– Meselâ?
– Meselâ şu anda daha çok beyninizle hareket ederken o zaman daha duygusal olurdunuz? Şimdi ne kadar kararlıysanız, o zaman da o kadar dengesiz davranışlar sergilerdiniz. Disiplininizin yerini sorumsuzluk alırdı. Bunlara karşılık da mevcut kötümserliğinizin yerini aşırı iyimserlik alırdı.
Burcu atıldı:
– Gördün mü bak! Aman iyi ki öyle olmamışsın.
– Bayanlar ben Burcu’nun da söylediği gibi 21 Mart 2018 günü gece yarısını yarım saat geçerken doğmuşum. Bununla birlikte o yıl hükümet yıl boyu yaz saati uygulamasının devam etmesine karar verdiği için aslında o an olması gereken tarih ve saat 20 Mart 23.30 olmalıymış. Yani aslında burcum Balık ve yükselenim Yay. Şimdi buyurun çıkın işin içinden.

Muhiddin Yenigün

Mavi Pantolon

Babam sabah kasabaya gidecekti, bize “yarın size pantolon alayım mı ?” dedi.

Biz hep bir ağızdan “eveeet” diye bağırdık.

Annem ninemin şalvarlarından bize don dikerdi, onları giyerdik çiçekli, çiçekli.

Ben üçüncü sınıfa gidiyordum, kardeşim altı, en küçüğümüz Rafet henüz üç yaşında idi.

Köyün kenarında minübüsü bekliyoruz, çenemizi kollarımıza dayadık hayal kurmaya başladık ,bizde muhtarın oğlu gibi pantolon giyeceğiz. 

Kardeşim
-Abi pantolonlarımız ne renk olsun?

Benimki siyah olsun ,babam şehirli ayakkabısıda alırmı acaba?

– ççç almaz 

– cızlevet alır ama

Rafet;

“Benim pantolonum mavi olsun “

– Niye maviki?

– İşte siz okula giderken giyeksiniz ya ben okula gitmeycem onun için.”

Bir toz bulutu göründü, koşa koşa minibüse koştuk ,babamın elinden taşıyabilecek gibi çantaları aldık hep birlikte eve geldik.

Babam teker teker paketleri açtı, bana tam hayal ettiğim gibi siyah bir pantolon almış, birde cızlevet lastik ayakkabı,kardeşime de aynısından,paketler açıldı ama Rafet’e bir şey yoktu.

Rafet;

– Bana yokmu? Baba! 

Babam

-Sanada okula giderken alıcam oğlum. Ama Rafet ağlaya ağlaya dışarı çıktı, baktım babamda ağlıyor.

O gece sofrada, Rafet’in hıçkırıklarından başka hiç bir ses yoktu.

Sabah oldu, Rafet

Abi bi kere giyeyim 

-Olmaz toz olur

– Beş dakikacık ne olur 

-Sana büyük gelir

Ertesi gün yine Rafet

-Abi ne olursun bi kerecik giyeyim, kilimin üzerinde giycem toz olmaz.

-Yarın okuldan dönünce giyersin ,ama bak sadece beş dakika.

-Tamam okuldan çabuk gel ama seni havlu kapısında bekleycem.

Ogün son derste sınıfa bir adam girdi, öğretmenimizin kulağına bir şey söyledi,

Ögretmenin yüzü çok kötü oldu, bana dönerek 

-Sen eve git oğlum evde baban bekliyormuş.

Ben ,bu çocuk babama söyledi herhalde babam onun için beni çağırttı diye düşündüm.

Eve geldim, baktım herkes bizim havluda, annem feryad ediyor, oğlummm Rafetimm ne olur onu bana verin.

Komşu traktörle geri geri giderken kardeşimi görmemiş ,ezmiz oracıkta canını vermiş Rafet.

Babam kardeşimin kefenine sarılıp 

-Oğlum ben seni mezara değil pazara götürecektim, sana mavi pantolon alacaktım.

Çetin KILIÇ

Gerçek hayattan alınmıştır.

Yoğun Program

Sabah fişek gibi fırladı yataktan. Çünkü kendisini çok yoğun bir gün bekliyordu.

Önceki akşam ünlü işadamıyla yediği yemekte anlaşmaya varmışlardı ve bu sabah o işadamının şirketinde göreve başlayacaktı.

Üstelik yeni patronu sabah erken saatte çok önemli bir toplantı olduğunu söyleyip, mutlaka kendisinin de o toplantıda bulunmasını istemişti.

Akşam ise sadece özel kişilerin davet edildiği bir törene katılması gerekiyordu.

Hızlıca hazırlanıp evden çıktı. Geçen yıl kırmızı ışıkta beklerken arabasının koltuğundan dizüstü bilgisayarı çalındığından beri adet edindiği üzere çantasını bagaja atıp yola koyuldu.

Yola çıktıktan on dakika kadar sonra, trafik ekipleri tarafından durdurulup evrakları istendi.

– Ehliyet ve ruhsatınız lütfen!

Yeni işe başlayacağı için o kadar heyecanlıydı ki eli ayağına dolaşıyordu. Ceplerini kontrol etti. Yok! Torpidoda da yok! Siperliklerde? Yok!

– Bir saniye memur bey! Hemen bulacağım.
– Araç sizin mi?
– Evet benim!
– Fakat bunu ispatlamanız gerekiyor.

Son anda bagaja attığı çantayı hatırladı. Evraklar çantasındaydı. Hemen bagajdan çantasını aldı ve gerekli tüm evrakları memura gösterip yoluna devam etti. Ama bir hayli zaman kaybetmişti.

Hızla yeni işe başlayacağı şirketin bulunduğu plazanın otoparkına park etti arabasını. Fakat bu defa da plaza girişinde güvenlik vardı. Yeni işe başladığını anlatmaya çalıştı ama güvenliktekileri ikna edemedi.

Güvenlik Nuh diyor peygamber demiyordu.

– Beyefendi! Burada çalışıyorsanız lütfen ispatlayın.

Yeni patronuyla bir önceki gece anlaştığı için henüz şirkettekilerin de bilgisi yoktu onun geleceğinden. Bu yüzden şirketi aramak da işe yaramayacaktı. Kimliğini bırakarak bir ziyaretçi kartı aldı ve yukarı çıktı. Kendisine bir geçiş kartı verilene kadar böyle idare edecekti.

Şirkete girer girmez hemen toplantı salonunu sordu. Zaten çok vakit kaybetmişti. Daha ilk günden toplantıya geç kalmak yeni işyeri üzerinde hiç de güzel bir intiba bırakmayacaktı.

Hızlıca kapıyı vurup toplantının yapıldığı odaya girdi.

Bir anda tüm gözler kendisine çevrilmişti ama önceki akşam yemek yediği ünlü işadamı toplantıda yoktu.

Dondu kaldı.

– Beyefendi bu çok özel ve gizli bir toplantıdır.

– Biliyorum. Benim de bu toplantıya katılmam gerekiyor. Dün akşam Hakan Bey’le anlaşmıştık. Ben bugün bu şirkette işe başlayacağım.

– Hakan Bey bize böyle bir bilgi vermedi. Toplantıya katılabilmek için bu söylediğinizi ispatlamanız gerekiyor. Size yazılı, imzalı bir şey verdi mi?

– Hayır vermedi. Ama hemen kendisini arayıp onay alabiliriz.

Hakan Bey arandı ve onay alındı. Böylece toplantıya zamanında katılabildi.

Toplantının sonunda, sabahtan beri kaç defa kendisini ispat etmek zorunda kaldığını düşündü. Günde kaç defa kendimizi ispat ediyorduk farkında olmadan… Bir tanesinde kendini ispat edemeseydi ne büyük dertler açılacaktı başına.

İş çıkışı yine çantasını bagaja fırlatıp arabasına atladı ve evinin yolunu tuttu. Yolu yarılamıştı ki katılması gereken tören aklına geldi.

Hemen yolunu değiştirdi. Hızlı giderse yetişebilirdi.

Tören başlamak üzereyken o da salonun kapısındaydı. Fakat günün olayı yine peşindeydi.

Kapıdaki görevli:

– Beyefendi bu özel bir törendir. Sadece davetliler girebilir.
– İyi ya! Ben de davetliyim zaten.
– O halde ispatlayın davetli olduğunuzu.
– Kardeşim davetiye arabamda. Bagajda kaldı çantam…

Başka yolu olmadığını anladı. Daha fazla geç kalmamak için koşa koşa arabasına gitti. Davetiyeyi aldı. Kapıya geldi. Güvenliğe davetli olduğunu ispatladı ve içeri girdi.

Törenden sonra yine arabasına bindi. Uzun ve yorucu bir günün ardından kısa bir süre sonra evde olacağı için seviniyordu.

Ama işler hesap ettiği gibi gitmemişti. Aşırı yorgunluğun da etkisiyle bir anda arabasının kontrolünü kaybetti…

Gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği türden iki varlık başında duruyor ve hep aynı soruları tekrarlıyorlardı:

– Rabbin kim?
– Dinin ne?
– Peygamberin kim?

Bunlar neye inandığıyla ilgili sorulardı. Neyse ki, çocukluğunda ailesinin onu yaz tatilinde gönderdiği, camideki Kuran kursunda bu soruların cevapları kendisine öğretilmişti.

Tam ezberlediği cevapları sıralayacaktı ki birden gün boyu yaşadıkları geldi aklına.

– Ya bu memurlar da gün boyu karşılaştıklarım gibi “İspatla!” derse!..

Muhiddin YENİGÜN

Bu yazı gözden geçirilerek Zafer Dergisinin 2016 Ekim (478.) sayısında yayınlanmıştır.

Vali Umeyr’in dünyalığı

Mağribli bir dilenci Halep’in kumaşçılar çarşısında şöyle diyordu:

“Ey servet sahipleri, eğer sizde insaf, bizde kanaat olsaydı, dünyadan dilenme âdeti kalkardı.”

Sadi

Umeyr bin Sa’d el-Ensârî, Hz. Ömer’in Humus’a vali tayin ettiği kişi idi. Göreve başlamasının üzerinden bir yıl geçtiği halde ondan bir haber gelmeyince, Hz. Ömer “Ben Umeyr’in bize ihanet etmiş olmasından şüpheleniyorum” diyerek onu Medine’ye çağırttı. Gelirken, ganimetlerden toplayabildiğini de beraberinde getirmesini istedi.

Vali Umeyr, mektubu alır almaz yol azığını dağarcığına koydu, ibriği ile su kabını ve asâsını alarak yola koyuldu. Humus’tan Medine’ye kadar yürüyerek geldiğinde saçı sakalı birbirine karışmış, toz toprak içinde kalmıştı.

Halife Ömer ona “Durumun nedir?” diye sorduğunda,

Vali Umeyr “Gördüğün gibi,” cevabını verdi. “Vücudum sıhhatli, kanım tertemiz. Dünyayı da boynuzlarından tutmuş, arkamdan sürüklüyorum.”

Hz. Ömer beraberinde ne getirdiğini sordu. Umeyr de elindekileri gösterdi. “Acıkınca dağarcığımdan yiyorum,” dedi. “Su kabında üstümü, başımızı yıkıyorum. İbrikten su içip abdest alıyorum. Allah’a yemin ederim ki dünya malı olarak yanımda bunlardan başka birşey yok.”

“Peki, Humus’tan buraya kadar yaya mı geldin?”

“Evet.”

“Sana bineğini verebilecek bir arkadaşın da mı yoktu?”

“Kimse vermedi, ben de istemedim.”

Halife Ömer “Yanından geldiğin Müslümanlar ne kötü insanlarmış!” dediğinde, Umeyr “Allah’tan kork, ey Ömer,” diye cevap verdi. “Yüce Allah sana insanların arkasından konuşmayı yasaklamamış mıdır?”

Hz. Ömer “Peki, senden istediğimiz şeyler nerede?” diye sordu.

“Eğer seni üzmekten korkmasaydım daha önce haber verecektim,” dedi Umeyr. “Beni gönderdiğinde oradaki iyi insanları bir araya getirdim; sonra da ganimetleri toplamaları için onların herbirini bir yere gönderdim. Getirdikleri malları da verilmesi gereken yerlere verdim ve elimde hiçbir şey kalmadı. Eğer kalsaydı mutlaka getirirdim.”

“Şimdi sen bize hiçbir şey getirmedin mi?”

“Hayır.”

“O halde seni yine aynı göreve getiriyorum.”

“Hayır,” dedi Umeyr. “Artık bitti. Bundan böyle ne senden, ne de daha sonra gelecek halifelerden hiçbir görev kabul etmeyeceğim. Allah’a yemin ederim ki, o kadar uğraştığım halde yine kendimi bu görevin kötülüklerinden koruyamadım; bir keresinde bir Hıristiyana ‘Allah seni seni rezil etsin’ demiş bulundum. Ey Ömer, bu felâketi benim başıma sen getirdin.”

Umeyr bu sözleri söyledikten sonra çıktı, Medine’nin birkaç kilometre uzağındaki evine döndü. Valilik görevini boşaltmak için tekrar Humus’a kadar gitmesine gerek yoktu; bütün eşyası zaten yanındaydı.

***

Umeyr gittikten sonra, Hz. Ömer’in içi yine rahat etmemişti. “Ben hâlâ onun ihanet etmiş olabileceğinden kuşkulanıyorum” dedi ve Hâris isminde birisini yüz dinarla Umeyr’in evine yolladı. “Git, onun misafiri ol,” dedi. “Eğer servet sahibi olduğuna dair bir belirti görürsen bize haber getir. Aksi takdirde yüz dinarı ona ver.”

Hâris, Umeyr’in yanında üç gün misafir kaldı. Bu süre içinde Hâris ve ev halkı, günde bir ekmeği paylaşmışlardı. Hâris evden ayrılırken Umeyr’e yüz dinarı vermek istediyse de o bunu kabul etmedi. “Benim bunlara ihtiyacım yok; sen o parayı yine Mü’minlerin Emirine götür” dedi. Sonra ısrar üzerine parayı aldıysa da, hemen fakirlere dağıttı.

Hâris’ten durumu öğrenen Halife Ömer, Umeyr’i çağırtarak ona yüz dinarı ne yaptığını sorduğunda, “Ne yaptımsa yaptım; niçin soruyorsun?” cevabını aldı. Allah adına yemin verdirerek ondan yüz dinarı fakirlere dağıttığını öğrenince, “Allah senden razı olsun” dedi ve ona bir yük yiyecek ile iki elbise verilmesini emretti.

Umeyr, “Yiyecekler kalsın, çünkü ihtiyacım yok” dedi ve sadece elbiseleri aldı. Çünkü elbiseye ihtiyacı olan birisini tanıyordu.

— Sade Hayat‘tan alıntı (Hayatü’s-Sahâbe’den naklen)

yazarumit.com

Tırtıl Ölünce Kelebek Doğar

Bir varmış, yok yokmuş. Allahın yarattıkları da, bir hayli çokmuş. Çokta ne demek canım, sayısı bile yokmuş.

Bu çoklar içinde minicik mi minicik bir tırtıl varmış. Bu tırtılcık bir dut yaprağının koynunda dünyaya gelmiş. İyiki de gelmiş.

Neden mi? Hele biraz sabredin bakalım hikayeyi okuyunca anlarsınız. Neyse hikayeye devam edelim.

Tırtıl dünyaya gelmiş, Hoş gelmiiiş, safalar getirmiş. Dut yaprağı beşik olmuş, rüzgar nini söylemiş.Uyumuuş büyümüüş, kocaman bir tırtıl olmuş.  Ekmek elden su gökten, yanıcığında yiyeceği, yemiş yemiş semirmiş.

Sonraları sıkılmış. “Hep böyle yatmakla olmaz biraz dolaşalım çevreyi keşfe çıkalım” demiş.Çıkalım çıkmasına da yürüyecek ayak nerede. Allah pek yanlış yapmaz ama! “Hayırdır inşallah!” demiş. Ikınmış sıkınmış bir de bakmış ki yürüyor. Ön tarafı sabitle. Şimdi poponu öne çek, göbeği yukarı kaldır. Haa şöyle. Şimdi de ön taraf tekrar ileri. Tamam, oluyor galiba. “Ehh biraz zor oluyor amma olsun, yine de yerinde saymaktan iyidir” demiş, yaprağı arşınlamış. Az gitmiş uz gitmiş.

Yeşillikte düz gitmiş. Bir de bakmış ki bir yaprak boyu yol gitmiş. Yaprağın kenarına geldiginde bakmış şöyle etrafına. “Aman Allah’ım, oda ne!” yüksek mi yüksek bir yerde gezermiş. Baş dönmüş göz kararmış. Üstelik ayagı da kaymış.

“Hophophop…  Aman dikkat… Ha şöyle. Oh be! Az daha düşüyorduk canım” demiş. Neyse kıl payı atlatmış bu seferlik tehlikeyi.

Yine de yılmamış yıkılmamış. Bir yandan dut yaprağı yerken bir yandan da ağacı keşfetmiş.

Bir gün yine yaprağın kıyısında dolaşıken. Aşağıya şöyle bir bakıvermiş. Niye mi? Merak işte niye olsun. Bakıvermiş amma… rüzgarı da hiç hesap etmemiş. Hoooop küüüt…

Kendini ağacın dibimde bulmuş. “Eyvah! Şimdi ne yapacağız. Evden yittik gayrı” demiş. Düşünmüş taşınmış birde ne görsün. Etrafında kendisi gibi düşen bir sürü tırtıl yokmuymuş.

Bakmış, onlar tıpış tıpış yürüyerek ağaca tırmanıyorlar, O da başlamış tırmanmaya. Ne de olsa dünya işte, inişi çıkışı olmadan olmazmış yani. Tırmanmış tırmanmasına ama imanı da gevremiş hani.

Ortayı kaldır. Arkayı topla. Ön taraf ileri. İstanbul trafiğinde yol alan körüklü otobüs mübarek. Git git bitmiyor. Keskin ağaç kabukları arasında ilerle. Bu sırada deriyi de çizdirme hani. Sol geniş dala sap. İnce yollarda yürü. Yaprak sapı köprüsünü geç. Oh be! Nihayet vardık yuvaya. Bu dünya hayatı pekte zahmetliymiş canım. Üstüne üstlük insanlar bunca eziyetin için de birde ayrılık acısı çekiyorlar.

Eee akıl olunca kurcalayıp işin ıcığını cıcığını çıkarıyorlar canım. Bir de başlarına olmadık belalar sarıyorlar. Kaprisler, hırslar, kıskançlıklar, gurur, çekememezlik, kin, intikam, düşmanlık. Neyse canım işimiz insanların gıybetini yapmak değil. Şu yazarlar da yok mu hani taş atmak için her fırsatı kullanırlar.

Şunun şurasında çektiğimiz küçük eziyeti anlatıyorduk. Hemen sokuşturmalar. ‘Biz de şöyle çektik, böyle kazıklar yedik.’ bana ne kardeşim. Şükür ki insan olmamışım canım. Vallahi bu insanların işine akıl ermez doğrusu. Hem suçlu, hem güçlüler.”

İşte bizim tırtılın hayatı aşağı yukarı bu minvalde geçip gidiyormuş. Bir gün iniş çıkışlardan, düşüş kalkışardan bir hayli yorulmuş başlamış şikayet etmeye.(İnsana mı çekmiş ne!)  “Ey Allah’ım, gerçi senin hikmetinden sual olmaz amma, ne diye bunca zahmeti çektiriyosun bilmem. İnip çıkmaktan düşüp kalkmaktan yoruldum. Şöyle kuşlar gibi iki çift kanat takamaz mıydın canım. Hani şöyle rahat rahat inip çıksak, gökte uçup şiir yazsak. Havalarda süzülsek. Çiçekten çiçeğe konsak. Hem  biz rahat ederdik,  sende şikayet dinlemekten kurtulurdun.” Demiş.

Meğer YUKARI’daki de tırtıldan bunu bekliyormuş. İsteyin de vereyim diyormuş. Hoş tırtılınki de biraz edepsizce olmuş ama olsun, Allah’ın rahmeti çoook mu çokmuş. “Büyüklük zaten bizde; verelim şu garibana bir müjde” demiş ve bir elçisini tırtıla göndermiş.Elçi ona “İstediğin sana verilecek ama senin de yapman gerekeler var” demiş. “De bakayım” demiş tırtıl “nedir yapmam gerekenler?” Elçi: “bir ağ örüp  içine gireceksin, sonrada ağzını kapatıp uzun bir uyku çekeceksin.” diye yanıtlamamış mı tırtılı.

Tırtıl da “kısaca kefene sarılıp öleceksin desene sen şuna.” Diye kızmış.

Elçi de: “sen bilirsin demiş. Nasıl olsa eninde sonunda öleceksin. Pisipisine toprağa girmektense biraz zahmet çekip kelebek olmak var işin içinde.

Paşa keyfin bilir. İki kanadın yanında, cennet manzaralı çiçek evler de bonus. Kaçmaz fırsat.

-Bakın hele şu elçinin konuşmasına nasılda sokak ağzıyla konuşuyor hiç yakışıyoor mu canım. Neyse neyse biz işimize bakıp hikayeye dönelim-

“Başka çare yok.” diye düşünmüş tırtıl. “Olur” demiş yarım ağızla.Elçi: “bu hayvanlarda ne kadar nankör oluyorlar canıım. Hiç yoktan rengarenk iki kanat üstelik sayısız güzellikte çiçek gezintisi, yine mırın kırın…

Hem isterler hem zahmetsiz olsun derler. Yok, öyle üç kuruşa beş köfte. Her nimetin bir külfeti var canım.

Neyse elçi diyeceğini demiş. Tırtılı kararıyla başbaşa bırakmış.Tırtıl da: “Tüm evreni yoktan yapan, elbette vereceğim dediyse verecektir canım. Biz işimize bakalım. Örelim şu kefeni de uykumuza dalalım.

Tırtıl ağını örmüş,  sonra içine girmiş. Uzuuun bir uyku çekmiş. Uyanınca da gözlerine inanası gelmemiş. İki yanda dört bölmeli güzel mi güzel, şirin mi şirin kanatlar. İki uydu anteni, parlak renkli kocaman gözler. Filinta gibi bir vucut. Üstelik bir de ayaklar. Oooh daha ne olsun ki. O şükretmesin de kim şükretsin canım. Kaldırmış kafasını “Yaptın yine yapacağını. Sana da yakışır canım” demiş ve başlamış uçmaya.Keyfine de diyecek yokmuş hani. O çiçek senin bu çiçek benim; her çiçeğin keyfini sürmüş, çokça şükretmiş.

Derken bir gün ağlayan bir çocuğa rast gelmiş. Meğer çocuğun babası vefat etmişmiş. Tırtıl acımış garibana. Ona kendi hikayesini anlatmış.

Sonunda çocuk sormuş: “Söyler misin kelebek kardeş insan ölünce ne olur?”Kelebek cevap vermiş: “Orasını Allah bilir ama ben biliyorum ki TIRTIL ÖLÜNCE KELEBEK DOĞAR.  Üzülme , vakti gelince sen de uçarsın, babana kavuşursun” demiş. Başka da bişey dememiiiş. Hemi gerçek hemi doğru. Bu hikaye de burada bitmiş.

Abdurreşid Şahin
Kaynak: RisaleAjans
www.NurNet.Org